2007'den Bugüne 92,301 Tavsiye, 28,216 Uzman ve 19,976 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!



Kişilik ve Etkili İletişim
MAKALE #11007 © Yazan Uzm.Psk.Meral AYDIN | Yayın Mayıs 2013 | 6,437 Okuyucu
GİRİŞ

Üzerinde çalışılmış olunan ‘Kişilik ve İletişim Tipleri’ makalesi içeriğinde kişilik tiplerinin bir çok farklı kuramsal yaklaşıma göre oluşturdukları iletişim tipleri bağlamında değerlendirmiştir. Benim burada üzerinde durmak istediğim konu; bu makale içerisinde hiç belirtilmemiş olan gelişimsel yaklaşım ve nesne ilişkileri ve bağlanma stillerini kapsayan bir çalışma yapmak olacaktır.

Bu kapsamda gelişimsel psikoloji bağlamında Fairbairn, Bowlby, Spitz, Jacobson, Winnicott, Mahler, Masterson, Kohut, Hobson ve Fonagy’nin nesne ilişkileri çalışmalarına yer verilmiştir. Ayrıca günümüde hızlı bir gelişme gösteren nörobiyolojik yaklaşım kapsamında çalışmalar yaparak, nesne ilişkileri sürecini nörofizyolojik çalışmaları ile destekleyen Allan Schore, Daniel Siegel’in çalışmalarına da yer verilmiştir.

Kişilik’ten söz edebilmek için bireyin sosyal bir ortamda etkileşim içerisinde olması gerekir. Kişilik ancak sosyal bir ortamda kişilerarası etkileşim sözkonusu olduğunda kişiliklerin oluşumu ve sergilenmesi dolayısıyla gözlemlenip belirli bir grupta değerlendirilmesi sözkonusu olacaktır. Kişilikler bile bir başkasıyla olan iletişime göre ortaya çıkar. (Sullivan).

Paradoksal bir şekilde şunu belitmek gerekir ki kişilik gelişimi de yine karşılıklı etkileşimlerle oluşur. Bu kurulan ilk nesne ilişkisine göre sağlıklı bir kişilik gelişimi olabileceği gibi kişilik bozukluklarına da neden olabilmektedir. ‘Göz kendini göremez.’ Bu açıdan ele aldığımızda çocuk ilk kez kendisini annesinin gözünden görür, yani annesinin gözüne baktığında ilk olarak algıladığı şey annesi değil kendisi olacaktır. Anne ile yaşanan bu ilk nesne ilişkileri bağlamında nesne ilişkilerinin içselleştirilmesinden sonra çocuk daha sonra kendisini annesinden ayrı olarak görebilecek ve bu noktada annesinin gözünde annesini gösmeye başlayacaktır.

1. GELİŞİMSEL YAKLAŞIM

Rene Spitz’in (1965) araştırma alanı, daha sonra Margret Mahler’in (1975) anne çocuk araştırmaları ve John Bowlby’nin ayrıntılı bağlanma incelemesiyle devam etmiş. Insan gelişimi ve güdülenme anlayışıyla birlikte tamamen değişmiştir. Freud için maternal nesne, sadece içgüdülerin gerginliğini boşalttığı nesne – tatmin edici nesne – hedeftir. Freud bakıcıların değişmesi halinde erken dönemdeki anne kaybının ciddi bir travmaya ya da yasa yol açmayacağına inanmıştır. Spitz Libidinal nesneye sahip olmamın gelişimsel bir ihtiyaç ve gelişimsel bir bir başarı yani seçici, kişisel bir bağlanma olduğunu görmüştür. Spitz libidinal nesneyi sadece hedefe götürecek bir araç, enerji desarjı veya savunmacı içselleştirmenin sonucu olmaktan öte, başlı başına bir önem teşkil eder. Spitz’e göre libidinal nesne, tüm psikolojik gelişimin meydana geldiği temel insan bağlılığını mümkün kılar. (Masterson, 2008, s.129)

Bowlby, çocuğun anneye olan bağlılığının içgüdüsel olduğunu, sonradan edinilmediğini ve annenin ihtiyaçları karşılamasından doğan memnuniyetin bir türevi olmadığını öne sürmüştür. Ayrıca o erken dönemdeki kaybın gerçek yasla sonuçlandığını göstermek için hem insanlarda hem de hayvanlarda ayrıntılı deneyler yapmıştır.

Fairbairn’ın (1952/1954) kendine bir nesne arayan libido görüşüyle yakından ilgili olan Bowlby’nin bağlanma kavramı kişilik gelişimi ve psikopatolojinin temel özelliklerini yeniden formüle etmede kilit bir öneme sahiptir. ‘Duygusal güven bağlanmadaki kişlerin ulaşılabilirliğine dair erken çocukluk deneyimleriyle oluşan güvenin yansımasıdır. Farklı anksiyete türleri, bağlanma nesnesinden ayrılmanın yol açtığı temel bie kaygıdan kaynaklanır. Öfke genelde ayrılmaya karşı temel bir tepki ve karşı çıkıştır. Bowlby’e göre tüm savunmaların temelinde yatan şey ayrılmadır ve bu, duygusal deneyimin düzenlendiği saha olan temel bağlanma ihtiyacının etkisiz olması durumudur.’ (Mitchell & Black, 1996 s. 136, 137). Edith Jacobson ve diğer analistler öfke ve saldırganlığın bu şekilde formüle edilmesine katılmazlar. Ayrıca libido ve saldırganlığın karşılıklı denge için vazgeçilmez ve yerinde saldırganlığın ayrılma için gerekli olduğunu hatta istikrarlı bir kimlik ve sağlıklı ego işleyişi için her ikisinin de gerekli olduğunu ifade ederler. (Bass, 1997, s. 645)

Anne karşılıklı bakışmayla duygusal deneyimini çocuğa yansıtır. Yansıtma çocuğun ayrılma algısı için gerekli olan kategorize etme deneyimini geliştirerek, başkası tarafından bilinme olgusunu kaydetmesini sağlar. Çocuk kendini annesinin gözünden görür. Winnicott’un (1971) ifadesiyle ‘Anne bebeğe bakar ve annenin nasıl göründüğü orada ne gördüğüyle bağlantılıdır.’ Çocuk kendi duygusal ve öznel deneyimini annenin tepkisiyle anlar ve biçimlendirir; bu da öznel nesnedir. Çocuk kendisinden olan bir şeyle nesneyi görür. Kendini başkasında görme sonraki empati yeteneğinin de temelini oluşturur. (Masterson 2008 s.73-74)

2. BAĞLANMA KURAMI

Nesne ve kendilik ayrılmasına dayanan bilince özgü diyalektiği anlamak için, ilk olarak bağlanma kuramının bilince etkisini değerlendirmek gerekir. Son yıllarda psikanalitik gelişim kuramındaki en kapsamlı ilerleme, çocuğun diğer insanlarla olan etkileşimine yapılan vurgu olmuştur (Cavell, 2003, s.803). Blincin gelişimi ve dilin işlevi, ayrılma ve bireyleşmeyle ilgili olduğundan, bağlanma ilişkisi kapsamındadır. Bağlanmanın en temel kişilerarası dinamiği bağlı iletişim olarak adlandırılan anne-çocuk arasındaki karşılıklılıktır. İleriki yaşamda boderline, narsisit ve şizoid kişilik bozukluğunda görülen psikopatolojinin, bu karşılıklı/bağlı ilitişimlerdeki eksikliklerden kaynaklanması olasıdır (Masterson, 1976)

Bağlanma ve bilinç, bağlanmanın ilk tanımı çocuğun fiziksel ve ruhsal bakımdan güven veren bir veya belli birkaç kişiyle yakınlık arayışını ve iletişimi korumasını düzenleyen homeostatik bir süreci ifade ederdi (Sperling & Bergman, 1994, s.5) Bağlanma kuramcıları bağlanmanın davranışsal , ruhsal ve doğuştan oluşuna vurgu yaparlar ve bağlanmay gelişim ilerledikçe değişen bir olgu olarak görürler (Abrams, 1996). Onlar bir özne grubunun tek bir karakteristiğinin incelenmesiyle elde edilmiş deneyel sonuçlara bakarlar. Psikanalisteler bağlanmayı çocuğun zihin-bilinç gelişimi için temel kalıbı oluşturan anne çocuk ilişkisinde ele alırlar. Bağlanma çocuğun gelecekteki zihinsel, duygusal ve sosyal yeteneklerini oluşturacak zemini sağlar. Psikanalitik kuram, bağlanma eğiliminin doğuştan geldiğini düşünür ancak bağlanmanın niteliğini ‘fiziksel ihtiyaçların karşılanmasıyla bağlantılı olarak anksiyeteden kurtulmak ve başkalarını etkilemek için başarı olarak görür. Bağlanma, sadece gelişim sonucu değişsen bir olgu olmayıp, bireyin yaşamı süresince değişime ye yeniden düzenlemeye tabi olan daha karmaşık bir olgudur (Dowling, 2003). Psikanaliz bağlanmayı kişiliğin daha geniş tasvirindeki bir parça olarak gören klinik bulgulara dayanır. (Masterson, 2008 s. 51,52)
Çocuk, ağlama, arama, bağırma, dokunma ve bakma gibi yeniden birleşme tepkilerini gösterebilmek için, anne ayrıldıktan sonra özleyip geri döndüğünde anneyi tanımasını sağlayacak bağlanma figürünün ‘iç işleyiş modellerini’ geliştirmelidir (Bowlby, 1988). Bu model, psikanalizdeki ‘nesne temsili’, ‘şema’ ve ‘yazıya’ benzer ve bilişsel gelişimsel psikolojideki ‘kişisel yapı’ ya da Stern’in genellenen etkileşimlerin temsili’ kavramlarına benzer.

Hobson ve Fonagy, çocuk zihninin biçimlenmesinde anne-çocuk bağlanmasının önemine odaklanmışlardır. Fonagy ve diğerleri (2002 s.5) bağlanmanın çocuğun hayatta kalmasına ve ‘erken dönem nesne ilişkilerinin evrimsel işlevinin , çocuğun başkasındaki ve kendindeki zihinsel durumları tam olarak anlayabileceği bir ortam oluşturmasına ‘ yardım etmek üzere temsili bir sistem oluşturmak için var olduğunu ifade ederler. Bireyler arasındaki sembolik etkileşimin en önemli aracı olan dili kullanmasından önce, çocuğun öznel dünyasını düzenlemiş olması gerekmektedir. Bağlanma çocuğun kendisini düzenlemesini sağlayan araçtır.

Hobson (2002 s.2), bizi hayvanlardan ayıran şeyin dil olmadığına, dili kullanmaya sevk eden kişisel ilişkilerin sosyal yapısı olduğuna dikkat çeker. Bizi düşünmeye iten duygusal bağlardır.

Zihinlerimiz kolayca anlaşılmasın diye, psikanalitik kuramda sürekli bir şeyler değişiyor; sessiz bir devrimin ortasındayız. Psikanaliz bireyin iç ve dış dünyayı birleştirmesini kavramsallaştırmada daima ruhsal temsillere dayanmıştır. İç temsil, zihnin bir şeyi dışarıdan alıp onu sembolik bir yolla zihnin içinde temsil etmesine dayanır. Temsili bir dünya kavramı geleneksel ‘bendeki’ ve ‘orada, nesnel dünyadaki’ ayrımına dayanır (Cavel, 2003). Temsillerin kendiliğin dış dünyayla yinelenen, çocuğun zihninde şekillenen ve iz bırakan deneyimlerden kaynaklandığı düşünülebilinir. (Masterson, 2008, s.54)

Temsillerle ilgili olarak Fonagy ve Target (2003) ‘prosedürlerden’ bahsederler ve bunları bireysel deneyimlerden ziyade, çocuk-bakıcı etkileşimlerinden kalma ve sonradan davranışları düzenlemek için kendini gösteren hareket biçimleri’ olarak tanımlarlar. ‘Yöntemler sonradan karmaşık bağları olan olay dizileri olarak da düşünülebilecek zihinsel modeller olarak düzenlenir.’ Burada önemli olan ilişkinin vurgulanmasıdır. Bellek, ilişkiye ait olup, bilinçaltına hapsedilmiştir ve sonradan kendini kişinin ilişki kurma biçiminde gösterir (Masterson, 1998 s.16,17,27)

3. NESNE İLİŞKİLERİ

Bilinci insanın temsil ve sembolleştirme kapasitesi olarak eski ifadeler hem normal hem de patolojik düşünüşü anlamak için etkili olmuştur. Buna göre bir şeyin farkında olmak, o şeyin sembolik biçimin anlamakla eş anlamlıdır (Donald 2001). Diğer hayvanlardan farklı olarak bizim bilincimiz, temsil, sembolleştirme vedile evrilerek saf deneyimden uzaklaşmamızı sağlar (Donald & Hebb, 1963), kişinin zihinsel olarak çevresinden bağımsız olmasını üst bilincin en önemli olarak tanımlanmıştır. Bu uzaklaşma yeteneği, bilince diyalektik yaklaşmayı destekleyen faydalı bir klinik yapıdır. Uyarıcılardan uzaklaşmak önce dünyayı kontrol etmeyi, sonrasında önemli bir hayatta kalma mekanizmasını ve belleğin, zaman ve uzam algısının bir parçası olan ve hatta yargılama ve üst düzey düşünüşün bir bileşeni olan gecikmiş tepkileri vermeyi sağlayan sosyal niteliği harekete geçirir. Kişilik bozukluğu olan hastaların düşünmeden hareket etmeleri, bu yetinin sosyal durumlar için ne kadar önemli olduğunu gösterir.
Uzaklaşmada kişi bir şeyden uzaklaşır ve uzaklaştığı şey annedir. Bilincin en temel öznel yanı, kişinin kendisiyle dünya arasındaki ilişkidir. Bu ilişki tanımı gereği diyalektiktir. Bunu gözönünde tuttuğumuzda, bilinç birleşme ve ayrılma arasındaki gidiş gelişlere dayanır. Ayrılma gelişimsel olarak, anne ve çocuğun önceki birliğine dayanır.
Birleşme dışında yanılsama (illüzyon) deneyimi, çocuğun diyalektik bir deneyim oluşturmasının temelidir. Yanılsama gerçeklikle bir ilişki kurulmaksızın çevre ve insan ruhu arasında bir ara yüzey sağlar (Winnicott, 2007,s.12). Normallik kendi ve ötekinin yani, iç ve dış dünya gerçekliklerinin kutupları arasında esnek bir hareketi gerektirir. Diğer yandan psikopatoloji, kendi ve öteki arasında iki tarafın da katılımını mümkün kılan yumuşak bir alanın eksikliğiyle ve kutuplardan birinde ‘sıkışmışlık’ olarak tanımlanır.
Winnicott yaptığı çalışmalarda bebeğin esas olarak sahip olduğu ilk şeyle kurduğu ilişkide ifadesini bulan ilk deneyimlerinin sağladığı zengin gözlem alanına dikkat çekti.

Bebeğin sahip olduğu ilk şey önceleri kendine dönük erotik olgularla, yumruk ve başparmak emme ile, sonraları ise yumuşak oyuncak hayvan ya da bebekle ve sert oyuncaklarla ilişkilidir. Hem dışsal nesneyle (anne memesi) hem de içsel nesnelerle (büyüsel yoldan içselleştirilmiş meme) ilişkilidir ancak her ikisinden de ayrıdır. (Winnicott 2007 s.33)

Geçiş nesneleri ve geçiş olguları, deneyimin başlangıcının temelinde yatan yanılsama alanına aittirler. Gelişmedeki bu erken aşamayı mümkün kılan, annenin bebeğin ihtiyaçlarına uyum gösterme ve böylece bebeğin kendi yarattığı şeyin gerçekten var olduğu yanılsamasına kapılmasına izin verme yönündeki özel kapasitedir.
İç gerçekliğe mi yoksa dış (ortak) gerçekliğe mi ait olduğu sorgulanmayan bu ara deneyim bölgesi bebeğin deneyiminin daha büyük bir bölümünü oluşturur; ayrıca hayat boyu sanat, din, düşşel yaşam ve yaratıcı bilimsel çalışma gibi alanlarda yaşanan yoğun deneyimler içinde varlığını sürdürür.
Normal durumda bebeğin geçiş nesnesine yaptığı yatırırm, özellikle de kültürel ilgilerin gelişmesiyle birlikte yavaş yavaş geri çekilir.
Buradan, paradoksun kabul edilmesinin pozitif bir değer taşıyabileceği düşüncesine varılır. Paradoksun çözümü, yetişkinlikte kendiliğin gerçek ya da sahte örgütlenmesi olarak görülebilecek bir savunma örgütlenmesine yol açar (Winnicott, 1960a).
Yeni doğan bebek, benliğinin sınırlarının o denli farkında değildir ki temel ihtiyacı olan beslenmesini sağlayan anne memesini bile kendi bedeninin bir parçası olarak algılar. Sonraları ilk önce annesinin memesinin kendisinden ayrı bir nesne olduğunu fark etmeye ve hatta annenin tutumuna göre ‘iyi meme’ ya da kötü meme’ olarak değerlendirmeye başlar. Giderek önce annesinin, daha sonra diğer insanların kendisinden farklı varlıklar olduğunu algılamaya başlar ve böylece çocukta ‘ben’ kavramı gelişir.

İşte çocukta yaşamın bu ilk döneminde, anne çocuk ilişkilerinde başlayan ve süregelen aksaklıklar, çocukta ben kavramının yanı sıra ‘o’ ya da ‘onlar’ kavramının gelişmesini de engelleyebilir. Bu aksaklıklar annenin kaygılı ve itici tutumlarından ya da kendi yalnızlığı sonucu çocuğa aşırı bağlanmasından kaynaklanabilir. İtici davranışlar kadar aşırı koruyuculuk da çocuğun gelişimini engelleyici bir etmendir. Çocuk, duygusal ihtiyaçlarının doyurulmaması ya da aşırı doyurulması sonucu kendi benliğinin sınırlarını oluşturamazsa, diğer insanların da kendilerine özgü ihtiyaçları olan varlıklar olarak kabul etmeyi öğrenemez.

Böyle bir durumda çocuk diğer insanları kendi ihtiyaçları açısından değerlendirir ve onları kendi benliğinin bir uzantısı olarak görür. Yetişkinliğe ulaştığında ise çevresindeki kişilerin de ihtiyaçları olabileceğini idrak edemeyen, durumları salt kendi ihtiyaçları açısından algılayan, ‘ben ve ‘o’ ilişkisi yerine, ‘ben ve ‘o’ ilişkisi görüntüsünde aslında ‘ben’ ve ‘ben’ ilişkileri kurabilen bir insan olarak yaşamını sürdürür. ‘Ben’ ve ‘ben’ ilişkisi ise maskelenmiş bir yalnızlığın anlatımıdır ve narsisizm sözcüğüyle adlandırılır (Geçtan, 2002, s.112,113)

Narsisist kişi, görünürde diğer insanlarla ilişki halindedir, ama bu gerçek bir ilişkiden farklıdır. Gerçek anlamda ilişki sorumluluğu içerir. Başka bir deyişle bir diğer insanın gerçeklerini anlamaya çalışmayı ve bu doğrultuda davranmayı gerektirir. Buna karşılık narsisist kişi, diğer insanları ancak kendi ihtiyaçları için arar. Verse de karşılığında bir şeyler almak için verir. Çünkü başka türlü ilişki kurmay öğrenememiş dolayısıyla da başka seçenekleri yoktur.

Özellikle sevgi açlığı içinde olan kişiler bu insanların sistemine kolayca kapılır ve sömürülürler.

3.1. Nesne İlişkileri ve Dil

Öznel bir kendilik bilincinin gelişmesinde dilin oluşumu, ayrılma ve bireyleşme sürecinde, ayrılma ve bireyleşme aracılığı ile bu önemli işlevi yerine getirir. (1) Dil, sembolleştirme yoluyla çocuğun deneyimden uzaklaşmasını sağlar. Ayrılma süreci soyutlamayı, soyutlama da kelimeleri gerektirir (Rosenfeld, 1992, s. 104) . (2) Dilin diğer bir işlevi ortak ilgi yani üçlü için dayanak noktası olmasıdır. Anne ve çocuk arasındaki karşılıklılık zamanla üçüncü bir nesneyi veya olayı da içerir ve belli bir paylaşılan olaylar dizisini oluşturur. (sembolik dil, iç ve dış dünya arasında bir köprü vazifesi görür ve diyalektik zihinsel sürecin önemli bir mekanizmasıdır. 18-20 aylıkken çocuk kelimelerin sembolik anlamlarını algılamaya ve önceden zannettiği gibi kelimelerin nesnelerin ya da işaret ettikleri insanların bir parçası olmadığını fark etmeye başlar. Senin için anlamı olan kelimenin, onlar için de aynı anlama geldiğini anlarlar. Özellikle başka bir çocukla oynadıkları oyunlarda çocuklar ‘ortak bir faaliyet odağı paylaşma’ fırsatı yakalarlar. ‘Bir odağa yönelme – bir konu hakkında yorum yapmak için kelimelerin kullanılması – dilin temel özelliğidir’ (Hobson, 2002, s. 84)

Sembollerin kendilerine özgü anlamları yoktur. Derinlerde başka bir yerlerdedirler… ‘Derin sembolik olmayan iç motor’ olarak adlandırılan yerdedirler (Donald 2001, s. 156).
Bundan yola çıkarak daima kendiliğe başvuran öznel bir bilinçten geldiği sonucuna varabiliriz. Ben bir şarkıyı dokunaklı bulabilirim; bir başkası için de öyle olabileceğinin ya da başkasının farklı düşünebileceğinin farkındayımdır. Sonuç olarak dil, bu bilinçli öznel deneyimi konuşan kişinin niyetini ifade eder. Öznellikteki değişiklikler, referanstaki değişiklikler genellikle anlamı ve bilgiyi değiştirir.

Bir kelimenin anlamının farkında olup o kelimeyi anladığımızda, kelimeyi anlamamız, yani kelimenin sahip olduğu öznel anlamı, o kelimenin anlamını oluşturan ilişkilerdir. Kelimeler somut anlamda kullanıldığında bu somut kullanım, o kelimenin çoğu kez bir araya getirdiği ilişkilerin olmadığını gösterir. Gelişimsel eksiklik zihinsel veya bilişsel olmaktan öte, bilinçteki deneysel bir sınırlamadır. Yetersiz sembolleştirme dünyayla kurulan ilişkilerin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Öznel dünya soyut çevre ile ilişkileri yitirdiğinde, bu ilişkiler yetersiz kaldığında, dil de kaçınılmaz olarak soyut anlamı yitirir. Yeterli sembolleştirmenin olmayışı, kişinin kendisi ve dünya arasında, iç ve dış gerçeklik arasında diyalektik ilişki kurmasını sağlayan bir yetinin daha yaygın eksikliğinin belirtisidir.

3.2. Nesne İlişkileri ve Karakter Patolojileri

Karakter patolojisi olan kişilerin bilinçlerinde aşağıdaki bozukluklar görülür. Bu bozuklar aynı şeklide bu kişilerin iletişimlerine yansıyacağı için bağlanma ve ilk nesne ilişkileri bağlamında yeterince iyi anne figürüne sahip olamamaları nedeniyle oluşan bu gelişimsel duraklamaları yaşamları boyunca kuracakları tüm kişiler arası ilişkilerine ve etkileşimlerine de aynı şekilde etki edecektir.

1: Kişinin kendisiyle dış dünya, yani gerçeklik arasında ilişki kurmakta zorlandığı durumlardakine benzer bir diyalektik yitimi. Bu genellikle, hastanın deneyiminin ne kadarının iç dünyadan, ne kadarının dış dünyadan kaynaklandığını bilememesi şeklinde kendini gösterir. Kişilik bozukluğu olan kişiler, ruh dünyalarına ait olanla gerçeklik deneyimlerini karıştırırlar. Kendi huzursuzluklarından ötürü başkalarını suçlama eğilimindelerdir.

2. Bilişsel katılık, kişilik bozukluğu olan hastalarda en yaygın görünen savunma mekanizmasıdır. Bu hastalar diyalektik yitimiyle birlikte, uç durumlardan birine takılırlar. Katılık kişinin kendine veya başkalarına karşı oluşturduğu algı ve inançlarına inatçı bir bağlılığı, inançlarına uygun olmayan geri bildirimleri bütünleştirme ve deneysel ayrılma ve birleşme durumları arasında salınım yapamama şeklinde kendini gösterir. Sabit bir gerçeklik algısı, gelişmekte olan çocuğun bir özelliği olmasına rağman sağlıklı yetişkin, düşünüşte artan bir düşüş ve karmaşıklığa doğru ilerler.

3. Bağımlılıktan kaçınma ve kişisel ihtiyaçtan nefret etme. Bağlılık bağımlılık değildir. Bağımlılık başkalarının değerinin bilinmesini ve ayrılmayı kabul etmeyi gerektirir.

4. Sembolleştirme yetersiliği, somut zihinsel işlevleri ve iç-dış dünya arasındaki diyalektiğin yitirilmesini ifade eder.

5. Bozuk ve zayıf zihinselleştirme, bir zihne sahip olmanın dünyayı deneyimlemeye aracılık ettiğini aşamalı olarak fark farkt etmedeki yetersizlik olarak tanımlanabilir (Fonagy, vd, 2002, s.5). Bu şaşırtıcı kazanım çocuğun kendisini başkalarının bakış açısı ve özellkilleriyle özdeşleştirmesiyle ortaya çıkar. Neticede hem empati kurma yeteneğine hem de öznel bir kendilik algısına katkıda bulunur.

6: Sorunlu empati kapasitesi, empati kendiliğin başkalarına dair yeni ortaya çıkmaya başlayan farkındalığından kaynaklanan bilincin gelişmesindeki ilk parçalardan biridir. Bu nedenle empati çalışmalarını ilerletmeleri için klinisyenlere öğretilemez (Masterson 2008, s.60).

4. Nörobiyolojik Yaklaşım

Bağlanma araştırmasının alanına giren anne çocuk etkileşimi, ‘sosyal biyolojik geribildirim’ kuramındaki çocuk gelişimi araştırmasının (Foangy vs., 2002) , ayrıca birlikte oluşan ikili sistemlerde interaktif düzenleme kuramının (Bebe & Lachmann, 1992) ve düşünce gelişimindeki ikili birimin rolünün (Hobson, 2002), yine duygu temelli zihinsel gelişim kuramının (Damasio, 1999) ve beynin ve erken gelişimiyle ilgili nörobiyolojik kuramların (Schore, 2003) temel noktası haline gelmiştir.

Çocuğun dış dünyayla ilişkisinde kendilik algısı edinmedeki gelişim süreci karmaşık, şaşırtıcı ama neyse ki anlaşılabilirdir. Genetik ve mizaca dair etkenler dikkate alındığında, çocuğun kişilik gelişiminin anne-çocuk ilişkisinden çıktığı ve yetişkin kişiliğinin bu erken ikili ilişkisinin bütününü yansıttığı artık bilinen bir gerçektir. Hayatta kalma ve güvenliğin ötesinde, bağlanmanın temel amacının, anneyle etkileşimli bir ilişki kurma yoluyla çocuğun zihinsel gelişimini elde etmesi olduğu (Fonagy vd., 2000) ve anne-çocuk bağlanmasının niteliğinin, yani güvenli, güvensiz ve düzensiz oluşunun, yetişkinin zihnine ve duygusal işleyişine çok büyük etkisi olduğu bilinmektedir (Masterson 1976).

Glişimsel olarak çocuğun ilk deneyimleri ve öğrendikleri sözlü değildir ya da Stern’in (1998) ifade ettiği gibi ‘örtülü ilişkisel bilgilerdir’. Beynin tüm fonksiyonu insanın tüm girişimleriyle ilgili olduğu halde, son nörobiyoloik araşırmalar, beynin sağ yarıküresinin gelişiminin örtülü öğrenme, sözlü olmayan süreçler ve anne-çocuk arasındaki duygusal etkileşimlerde daha etkin olduğunu göstermiştir (Schore, 2003). Daha açık bir ifadeyle anne-çocuk bağlanma işlevlerinde etkin olan beynin sağ ön kısmıdır. Bağlanmaya yönelik doğuştan gelen eğilim, anne ve çocuğun senkronizmiyle harekete geçer ve korunur. Hem anne hem de çocuk için bu senkronize (eşzamanlı) ilişkinin büyük bölümü örtülü deneyim aşamasında meydana gelir (Masterson, 2008, s.67,68).

Örtülü deneyimin bilinmesi hem gelişimsel hem de klinik açıdan önemlidir. Gelişimsel açıdan örtülü deneyim, duyuşsal ve fiziksel deneyimin biriktirilip ileride ortaya çıkacak öznellik için kaydedilmesidir. Ancak örtülü öğrenme sadece çocuğa ait değildir. Örtülü öğrenme hissedilen ve bilinenin sınırlarını birleştirdiğinden (Damasia, 1999) ileride sembolleştirme yeteneğinin oluşması için gerekli olan soyutlamanın oluştuğu merkezdir (Aragno, 1977)

Allan Schore (2000-2003) ve Daniel Siegel (1999) araştırma birikiminden’ örtülü belleğin doğası, işlevi ve açık bellekten farkı’konusuna değinmek gerekir.
Açık bellek gerilediğinde, kodlaması özel ilgi gerektirir ve ‘ben bir şey hatırlamıyorum’un öznel algısına sahiptir. Açık belleğin hem anlamsal vey agerçeğe dayalı hem de olaylara dayalı (epizodik) veya otobiyografik olmak üzere iki önemli biçimi vardır. Bunlardan ikincisinin, kendilik ve zaman algısı sağlamak gibi bir özelliği vardır. Beyin görüntüleme çalışmaları olaylara dayalı belleğin, bir sistem olarak ilk yılın sonuna kadar ortaya çıkmayan hipokampus gibi pek çok bölge tarafından yönetildiğini göstermiştir. Bunun ve prefrontal korteksin ilgili bölümlerinin olgunlaşması (sinaps oluşumu ve miyelinleme) okul öncesi yıllarda meydana gelir. Çocukluğun bu dönemi ve sonrası otobiyografik bellek ve kendiliğin farkındalığının nörobiyolojik temelini oluşturur.
Örtülü belleğin nörolojik alt tabakası doğumda vardır. Bağlantı kodlama için ne özel bir dikkat gerektirir ne de gerileme meydana geldiğinde ‘ben bir şey hatırlıyorum’ algısını sağlar. Örtülü bellek, deneyim halindeki kendiliğe taslaklar ve zihinsel modeller – anlamların kelme ve düşünce ötesi gerçekliğini – sağlar. (Masterson 2008, s.132)
İlk bakıcı deneyimi uygun bağlanma deneyimlerini sağlamadığında, çocuklar örtülü belleğin güçlenmesi ve beütünleşmesi sürecinde özellikle, aşırı duygusal uyarılmanın çözümünde sorun yaşayabilirler. Sonraki yıllarda bu bütünleşme eksikliği bireyi, kendiliği yansıtmaktan mahrum, duygusal açıdan yoğun ve değişmez hatta tepkiye yol açan durumlara karşı hassas yapabilir. Bu deneyimler ‘bu deneyim bireyin iç dünyasına ve kişlerarası ilişkilerine zara veren belleğin, gereksiz örtülü unsurları ve tutarsız anlatılar’ olarak tanımlanır. Başka bir deyişle örtülü bellek mevcut zamana girer ve onu belirler, şimdiyi belirleyen ve geçmişten gelen ‘gerçek’ anlam o denli zorlayıcıdır ki sorgulanması sözkonusu değildir.

Bağlanma araştırması, bakıcının sözsüz bilgiden sözlü bilgiye geçiş aracı olduğunu öne sürer; çocuk ise benzer, bağımlı ve uyumlu deneyiminin sözlü ve duyggusal açıklaması için bakıcıyı gözetir.

KAYNAKÇA

BASS, A. (1997). The Problem of Concreteness. Psychoanalytic Quarteterly.
CAVELL, M. (2003). The Social Character of Thinking. Journal of the American Psychoanalytic Association.
DONALD, M. (2001). A Mind So Rare: The Evolution of Human Concsciousness. New York: Norton.
GEÇTAN, E. (2002). İnsan Olmak. İstanbul: METİS Yayınları.
HOBSON P. (2002). The Cradle of Thought: Explorations in the Origins of Thinking. New York: Macmillan.
MASTERSON, J. F. (1998). The Search of The Real Self. New York: Brunner/Mazel.
MASTERSON, J. F. (2008). Bağlanma Kuramı ve Nörobiyolojik Kendilik Gelişimi Açısından Kişilik Bozuklukları. İstanbul: LİTERA Yayınları.
MITCHELL, S. ve BLACK, M. (1996). Freud and Beyond: A History of Modern Psychoanalytic Thouht. New York: Basic Books.
ROSENFELD, I. (1992). The Strange, Familiar and Forgotten. New York: Knopf.
SCHORE, A. (2003). Affect Dysregulation and Disorders of the Self. New York: Norton.
SPERLING, M. ve BERGMAN, W.H. (1994). Attachment in Adults: Clinical and Development Perspectives. New York: Guilford.
SIEGEL, D.J. (1999). The developing Mind: Toward Neurobiology of Interpersonal Experience. New York: Guilford.
WINNICOTT, D.W. (2007). Oyun ve Gerçeklik. İstanbul: METİS Yayınları.
Yazan
Bu makaleden alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir:
"Kişilik ve Etkili İletişim" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Uzm.Psk.Meral AYDIN'e aittir ve makale, yazarı tarafından TavsiyeEdiyorum.com (http://www.tavsiyeediyorum.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.
Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak Uzm.Psk.Meral AYDIN'ın izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.
     Beğenin    
Facebook'ta paylaş Twitter'da paylaş Linkin'de paylaş Pinterest'de paylaş Epostayla Paylaş
Yazan Uzman
Meral AYDIN Fotoğraf
Uzm.Psk.Meral AYDIN
İstanbul
Uzman Psikolog
TavsiyeEdiyorum.com Üyesi18 kez tavsiye edildiİş Adresi Kayıtlı
Makale Kütüphanemizden
İlgili Makaleler Uzm.Psk.Meral AYDIN'ın Makaleleri
► Çocuklar ile Etkili İletişim ÇOK OKUNUYOR Psk.Damla KANKAYA
► Etkili İletişim- Ego ve Ego Geliştirici Dil Psk.Dnş.Filiz OKUŞ TEZEL
► Yönetimde Etkili İletişim Psk.Meral AYDIN
► Ergenle Etkili İletişim Kurma Psk.Nuray ŞAHİN
TavsiyeEdiyorum.com Bilimsel Makaleler Kütüphanemizdeki 19,976 uzman makalesi arasında 'Kişilik ve Etkili İletişim' başlığıyla benzeşen toplam 26 makaleden bu yazıyla en ilgili görülenleri yukarıda listelenmiştir.
► Sokak Çocuğu Olgusu Mayıs 2013
Sitemizde yer alan döküman ve yazılar uzman üyelerimiz tarafından hazırlanmış ve pek çoğu bilimsel düzeyde yapılmış çalışmalar olduğundan güvenilir mahiyette eserlerdir. Bununla birlikte TavsiyeEdiyorum.com sitesi ve çalışma sahipleri, yazıların içerdiği bilgilerin güvenilirliği veya güncelliği konusunda hukuki bir güvence vermezler. Sitemizde yayınlanan yazılar bilgi amaçlı kaleme alınmış ve profesyonellere yönelik olarak hazırlanmıştır. Site ziyaretçilerimizin o meslekle ilgili bir uzmanla görüşmeden, yazı içindeki bilgileri kendi başlarına kullanmamaları gerekmektedir. Yazıların telif hakkı tamamen yazarlarına aittir, eserler sahiplerinin muvaffakatı olmadan hiçbir suretle çoğaltılamaz, başka bir yerde kullanılamaz, kopyala yapıştır yöntemiyle başka mecralara aktarılamaz. Sitemizde yer alan herhangi bir yazı başkasına ait telif haklarını ihlal ediyor, intihal içeriyor veya yazarın mensubu bulunduğu mesleğin meslek için etik kurallarına aykırılıklar taşıyorsa, yazının kaldırılabilmesi için site yönetimimize bilgi verilmelidir.


20:53
Top