2007'den Bugüne 92,262 Tavsiye, 28,210 Uzman ve 19,973 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!



Ego ve Terapi
MAKALE #12535 © Yazan Uzm.Psk.Bilge ÇAPOĞLU | Yayın Nisan 2014 | 7,996 Okuyucu
‘Ben’ Olmak ve Bencil Olmak

Yanlarında birileri olmadan, kendi kendileriyle uzun süre tek başına kalamayan insanlar, kendi kendilerini tanımayı, kendi kendileriyle yüzleşmeyi göze alamaz. Buna da, içlerindeki sahte benlikleri olan egoları, engel olur. Çünkü egonun en büyük korkusu, keşfedilmektir. Onun için sürekli kaçar, saklanır bizden. Tanınmamak için kendini hep maskelemek zorunda kalır.

Hiç kimse, temeldeki kendi ayrılık ve yalnızlığıyla yüzleşmeden ‘ben’ olamaz. Bu nedenle de, ‘ben’ olabilmek için ‘ego’muzla yüzleşmemiz, onunla hesaplaşarak onun tek tek bütün maskelerini düşürmemiz gerekir. Ama bu, o kadar kolay değil. Bin bir çeşit acı ve düş kırıklığı yaşamayı göze almadan, bunu başaramayız.
‘Biz’ olabilmek için de, önce ‘ben’ olmamız gerekiyor. Çünkü ‘ben’ olmadan ‘biz’ olmak, tehlikelidir. Bu, ‘ben’i sürüleştirir. O zaman da bir sürü insanı olur çıkarız. Sürü insanlarının kaderini de, o anda esen rüzgarların yönü belirler. Onlar, her türlü ideolojinin tutsağı ve karanlık yolların yolcusu olabilirler. Kişilik özelliklerine göre sömürür ya da sömürülürler. Tek olmayı beceremeyecekleri şey, içten, özgür ve özgün bir birey olmak, yani ‘kendi’/‘ben’ olmak.

Sağlıklı ve kaliteli ‘biz’, yalnız kaliteli ve sağlıklı ‘ben’ler ister. Hasta ‘biz’ ise, sağlıklı ‘ben’lerden hoşlanmaz. Çünkü hasta ‘biz’, daha çok koyun sürüleri ile kurt sürülerinden meydana gelir, yani ‘ego’lardan.

Biz Bilincinin İki Ayağı

İnsan, kendini kabul etmeden, kendisi ile bütünleşemez. Kendisi ile bütünleşmeden de, başkalarıyla sağlıklı birliktelikler geliştiremez.

O halde ‘biz bilinci’nin iki ayağı vardır:


İnsanın kendini kabul etmesi Kendisi ile bütünleşmesi

İnsanın kendini kabul etmesi, benlik bütünlüğüne kavuşmuş olmasına bağlı olduğu gibi, onun benlik bütünlüğüne kavuşabilmesi de, anne-babası tarafından koşulsuz olarak kabul edilmiş olmasına bağlıdır.
Kabul etme ise, beş özgürlüğü kapsar:

Sansürsüz Dilediği gibi İçinden geldiği Seçme Sınırsız algılama düşünme gibi hissetme özgürlüğü hayal kurma özgürlüğü özgürlüğü özgürlüğü özgürlüğü

Çocukken bu özgürlükleri tatmamıza izin verilmemişse, damak alışkanlığımız olmayan yemeklere karşı duyduğumuz isteksizlik gibi, bu özgürlüklere de, sonradan ihtiyaç duymamız oldukça zordur. Birey ve toplum olarak, özgürlüklere karşı mesafeli durmamızın nedeni budur. Çünkü zihinlerimizde bu temel beş özgürlüğe ilişkin geçmişten kalma hiçbir haz ve lezzet kaydı yoktur. Oysa büyümek ve olgunlaşmak demek, bu beş temel özgürlüğü kazanmak, kullanmak, başkalarına da aynı özgürlük haklarını tanımak demektir.

Bunlar, herkesin hem doğal güçleri, hem de mutlaka karşılanması gereken temel ihtiyaçlarıdır. Bu ihtiyaçların karşılanmadığı yerde ‘ben’ de, ‘biz’ de yoktur.
Bu özgürlüklerin yaşanmadığı yerde, birlik bilinci değil, yalnız ayrılık bilinci hükmeder. İşte ‘ego’lar da bu tür ortamlarda doğar, büyür, palazlanır. Özellikle yaşamının ilk yıllarında bu beş temel özgürlük ihtiyacı karşılanmamış bir kimse, gerçek bir benlik geliştirip sağlıklı bir ‘ben’ olamaz. Gerçek ‘ben’in olmadığı yerde ise, yalnız ‘ego’nun işbaşında olması kaçınılmazdır.


Çoğumuz gerçek benliklerin değil, sahte benliklerin egemenliği altında yaşıyoruz. Bizi özümüz yönetmiyor; kendini özbenlik diye tanıtan sahte benliklerimiz yönetiyor.
Yıllarımı bir düzenbaza mı kaptırmışım ben? Bunu bilmem çok önemli; mutluluğum da mutsuzluğum da buna bağlı çünkü. Önce bunu bana fark ettirebilecek bir bilince ihtiyacım var benim. Ben, içimdeki ‘ego’mdan, içimdeki sahtekârdan kurtulmadan, toplumla sağlıklı bir ilişki ve iletişim kuramam. O nedenle, bu bölümde öncelikle sahte benliğimiz olan ‘ego’ üzerinde ağırlıklı olarak durmak istiyorum.

Sahte benliğimden kurtulmak için önce, kendimin hangi benlik tarafından yönetildiğini bilmem gerek. Bunu anlamaksa, çok kolay.
Eğer siz;
Yaşadığınız hayattan bir doyum alamıyor, yaşamda bir anlam bulamıyorsanız,
Mutlu olduğunuzdan emin değilseniz,
Kendinizi, işinizi, insanları yeterince sevemiyorsanız,
Hiç kuşkunuz olmasın, siz, gerçek benliğinizle yaşamıyorsunuz. Siz, sahte bir benliğin tasallutu altındasınız.
Neler oldu?
Nasıl kaybettiniz gerçek benliğinizi?
İşte bu, ilginç ama acı veren bir öyküdür.

Sahte Benliğin Ortaya Çıkış Süreci

Egomuz, kendini ‘ben’ sanan bizim hasta, yaralı ve mutsuz benliğimizdir. Onu;
Korkularımız,
Bağımlılıklarımız,
Çatışma ve savunmalarımız yaratmıştır.
Eğer gerçek benliğimizi, bedenimize benzetecek olursak, egomuzu da, bedenimizde oluşan kanserli tümörlere benzetebiliriz. İkisi de sessiz, sinsice büyür, metastaz yapar. İkisi de bizi çok haince vurur; biri, bedenimizi, diğeri de, gerçek benliğimiz/ruhumuzu öldürür.
Ama yine de arada bir fark var.
Siz bile bir dış kontrolle, bedeninizdeki tümörleri, geç de olsa fark eder, onlardan kurtulmak için doktora koşarsınız. Ama eğer kendinizi tanımıyorsanız, bütün benliğinizi yutmuş bile olsa, ego denen yapay benlikten kurtulmak için hiçbir şey yapmaz, yapma gereği duymazsınız..
O, kendisini, sizin halis özbeniniz olduğuna o kadar inandırmıştır. Oysa o, gerçek ‘ben’imizi oluşturan bütün insanî özelliklerimizin sahtelerinden oluşmuştur. Sahte düşünceler, sahte duygular, onun bünyesinin temel malzemesidir.
Ego, denetimden çıkmış, başına buyruk, illegal bir benliktir. Ama kendisinin, gerçek benliğin gerçek temsilcisi olduğunu iddia eden yalancı bir sahtekârdır. Kendi yalanına kendisini bile inandırmıştır. Bizi her yönden sömürür durur. O, bedeni saldırı, zevk ve gurur için kullanan bir fırsat düşkünüdür.
Bu niteliklerinden dolayı egoyu ‘kötü’ diye nitelendirebilirsiniz. Yine de egomuz bizim kötü benliğimiz değil, yaralı, sorunlu benliğimizdir. Aslında bu tanımlar bile, tam olarak onu anlatmaya yetmiyor.
Egomuzun ortaya çıkışı, uzun ve karmaşık bir süreç izlemiş olsa da, özeti şudur:
Gerçek benliğimiz zaman zaman çatışma ve sorunlarla karşılaşır. Ama bu çatışma ve sorunlarla başa çıkamaz. Çözümsüzlük onu bunaltır, ona acı verir. O, bu gerçek acılar ya da bu acıların gerçek nedenleriyle yüzleşmek istemez. Gerçek sorunlarıyla başa çıkmak için çabaya yönelik davranışlar sergilemekten kaçınır. Bunun yerine acılarıyla başa çıkmanın bir başka yöntemi olan savunmaya yönelik davranışlar göstermeye başlar.
Aslında ‘savunma mekanizmaları’ diye de isimlendirilen bu çözüm yöntemleri, onu geçici olarak rahatlatmanın yöntemleridir. Gerçekte ise, bu savunma stratejilerimiz, bizim gerçek benliğimizin acılarını uyuşturup, kendimizi bir süre için avutup kandırmaktan başka bir işe yaramaz. Belki zaman zaman bu yöntemlere başvurmak bir sorun yaratmayabilir. Ama asıl sorun yaratan şey, bu savunma düzeneklerinin bir çözüm yöntemi olarak kullanılmasının süreklilik kazanması ve bizi gerçek çözüm çabalarından uzaklaştırmasıdır.
Her sorun çıktığında, gerçek benliğimizin gerçek acılarıyla yüzleşerek çabaya dayanan gerçek çözümlere yöneleceğimize, hep tembellik ve korkaklığımız yüzünden, bir çocuk gibi kendimizi kandırarak yalancı çözümlere sığınmayı yeğliyor, hiç de gerekli değilken kendimize, tamamen savunmalardan oluşan böyle yapay ikinci bir benlik yaratıyoruz.
Bütün savunucu tutum ve davranışlarımız da, hep bu sahte benliklerimizi besleyip güçlendirmemiz, giderek daha da özerkleştirmemizden başka bir şeye hizmet etmiyor.
Aslında birer savunma faaliyeti olan bu savunucu tutumlarımızın sıklığı, bizi, onları benliğimizin özü ya da bir parçası olarak algılamak gibi bir yanılgıya düşürüyor. Oysa bu, tamamen bir illüzyondan başka bir şey değildir.
İşte ego dediğimiz sahte benlik de, aslında bir sahte benlik yanılsamasından başka bir şey değildir.
Gerçek benliğimizin gücü ve sesi zayıfladığı ölçüde bu sahte benlik, gerçek benliğin yerine geçer. Güçlülüğü ölçüsünde de, onu etkisiz ve işlevsiz hale getirerek onun iktidar koltuğuna oturur, bizi yönetmeye başlar. Bundan böyle gerçek benliğimiz, artık yabancı bir gücün işgaline uğramış, onun egemenliği altına girmiştir.
Paranız sahte çıksa, ne yaparsınız? Ya pasaportunuz, evliliğiniz sahte çıksa?
Tabii ki çok üzülseniz de, harekete geçer, gereğini yaparsınız. Peki, ya her şeyiniz demek olan benliğinizin sahte olduğunu anlarsanız, ne yaparsınız? İşte o zaman hiçbir şey yapmazsınız. Çünkü buna kesinlikle inanmaz, sadece gülüp geçersiniz.
Elbette inanılır gibi değil. Ama bu, gerçek. Ne yazık ki, bu yapay, sahte benliğimizin ilk temelini, bizzat kendi anne babalarımızın iyi niyetli hataları atmıştır.
Onlar, sizi, fiziksel olarak olmasa da, psikolojik olarak terk ettiği zaman, kendi özbenliğiniz, bunun acısını hissetmemek için önce kendinden uzaklaşarak kendine yabancılaşır. Bu, dayanılmaz acıya karşı özbenliğin temel bir savunmasıdır.
Bizim kaderimizi sadece ne olduğumuz belirlemez, ne olacağımız da belirler. Ne olduğumuza yaratıcı güç, ne olacağımıza da kendi anne babamız karar verir. Çoğu zaman onların doğru-yanlış, bilinçli-bilinçsiz seçim ve tutumları, bizim kaderimizi tayin eder.
Yalnız ne biz, ne de onlar, kaderimiz üzerinde oynadıkları büyük rolün tam olarak bilincindeyiz. Gelişmekte olan insan bilimleri sayesinde daha yeni yeni öğreniyoruz bu rolün büyüklüğünü.
Tarlada bostan yetiştirmenin bile usulleri, kuralları vardır. Yanlış tarım kuralları uygulamanın bedeli, kalitesiz ürün ve verim düşüklüğü iken, çok hassas ve karmaşık bir yapıya sahip olan insanı yetiştirirken yapılan yanlışların bedeli, özünü kaybetmiş, ruhsal yönden sakat, mutsuz ve sorunlu insanlar.
Bu niteliklere sahip kişilerin yetiştireceği yeni nesiller de, aynı kaderi paylaşmaktan kurtulamayacak, belki uzun kuşaklar boyu bu kısır döngü, hep böyle sürüp gidecektir.
Yanlış kurallarla yetiştirilen çocukların başına gelen en büyük felaket ise, gerçek bir benlik geliştirme şansını kaybetmiş olmalarıdır. Çünkü zihinsel, duygusal ve ruhsal yönden sağlıklı kişiler, ancak sağlıklı ailelerde yetişir. Sağlıklı aileler ise, sağlıklı toplumlarda bulunur. Ne var ki, dünyada toplumların çoğu sağlıklı değildir. Kaldı ki aileler dışarıya kapalıdır büyük ölçüde. Ne yazık ki, yüksek duvarlar, kapalı kapılar ardında yaşanan dramlar, insanlığın geleceğini büyük bir risk altına sokmaktadır.
Hasta ailelerde büyük kötülük ve haksızlıklar yapılmakta, korkunç cinayetler işlenmektedir. Kansız, lekesiz, temiz cinayetler. Kimse kimseyi, suçlayamaz. Çünkü ortada kanıt yok, iz yok, suç delili yok. Burada herkesin eli kolu bağlı, herkes çaresiz. Vatandaş da, devlet de. Çünkü devletin ne yasası, ne de adaleti, ailenin kapısından içeri girebiliyor. O zavallı, çaresiz, korumasız çocukların yanında onları bu cinayetlere karşı koruyacak hiç kimse yok.
Sağlıksız ailelerde uygulanan yanlış aile kuralları, gerçek bir benlik gelişimine değil, ancak sahte bir benliğin oluşmasına izin vermektedir. Doğru diye uygulanan kuralların çoğu yanlış. Uygulanan doğru kuralların ise, genellikle uygulaması yanlış. Bu kadar yanlıştan doğru bir ürünün çıkması beklenebilir mi?
Ailede uygulanan zehirleyici pedagojinin yol açtığı sahte benlik gelişiminin ilk çekirdeğinin oluşmasından doğrudan yanlış anne baba tutumları sorumludur. Anne babanın aile içinde sergilediği tutum ve davranışların hedefinde çocuk olmasa da, onun karakter yapısının temeli olan duyguları, ailede olup biten her şeyden doğrudan etkilenmektedir. Örneğin, çocuğun tanığı olduğu her şiddet, doğrudan kendisine uygulanan şiddet kadar, ona zarar vermektedir. Çocuğun ilk temel duygularının niteliği, doğrudan veya dolaylı olarak ona karşı sergilenen tutum ve davranışların niteliği tarafından belirleniyor.
Onun bütün patojenik tutum ve davranışlara karşı tepkisi, terkedilmişlik duygusudur. Her terk edilişi çocuğun bilinçaltı bir ihanet olarak algılar. Bu da onda bir utanç çekirdeği oluşturur.
İhanete eşlik eden duygular, düş kırıklığı, yalnızlık, yalıtılmışlık, değersizlik ve çaresizlik gibi bir yığın olumsuz duygudur. Çocuk bütün bu duyguları son bir duygu ürünü olarak, yoğun bir utanç duygusu olarak yaşar. Utanç, benliğin benlik olarak yaşayabileceği en acı deneyimdir.
Utanç, çocuğun karakterini çok derinden etkiler. Utanç, terk edilme ihanetine uğramış çocuğun bir ömür boyu, bütün tutum ve davranışlarını biçimlendirmekle kalmaz, onun sahte benlik gelişiminin de ana çekirdeğini oluşturur.

Terk Edilme ve Utanç

Çocuk, anne babasının bütün duygu ve düşüncelerini okur. Her tür sözlü ve sözsüz mesajlarını algılar ve onlara mutlaka bir tepki verir. Çocuk duygusal ya da fiziksel her çeşit terk edilmeyi bir utanç olarak algılar.
Anne babaların çocuklarda utanç oluşturan tutum ve davranışları:

Çocukları gerçekten fiziksel olarak terk etmek
Onların duygularını küçümsemek, alaya almak
Duygularına hiçbir tepki vermemek, duyarsız ve ilgisiz kalmak
Çocuklara hiçbir pozitif duygu mirası bırakmamak
Onları fiziksel, duygusal ve ruhsal açılardan istismar etmek
Kendi doyuma ulaşamamış ruhsal ihtiyaçları için onları kullanmak
Anne babaların, bütün yıkıcı, sakatlayıcı davranışlarına rağmen çocuklar, anne babalarını kendi ideal dünyalarından atmazlar, atamazlar. Onları, kendi dünyalarında her zaman müstesna bir yerde muhafaza ederler. Bununla da kalmaz, ne kadar kötü, istismarcı davranışlar sergilerse sergilesinler, onların her şeyini modeller, içselleştirir ve aynısını kendi çocuklarına uygulamak üzere, kendi davranış repertuarlarına ilave edeler.
Çocuğun anne babasının olumlu davranışlarını modellemesi, doğal ve anlaşılır bir şeydir. Ama onun, bizzat canını yakan, ona kan kusturan davranışların aynısını, kendi çocuklarına da sergilemesi çok kolay anlaşılır bir şey değildir. Bazı yazarlar, bunu, çocuğun ‘saldırgan’ ya da ‘güçlü’ bir figürle özdeşleşmesi savunması olarak açıklamaktadır.
Diğer taraftan çocuk anne babasının kötü olduğunu asla kabullenmek istemez. Kendisine karşı davranışları nasıl olursa olsun, onların kendi gözünde iyi olduklarına dair inancını değiştirmez. Belki de çaresizliği ya da onların kendisine karşı olumlu davranışlarının oransal çokluğu, bunda etkili olur. Bu nedenle de, anne babası kötü değilse, kendisi kötüdür. Bunun doğal bir sonucu olarak da, anne babası tarafından her türlü terk ediliş, onun iç dünyasında ‘sen kötüsün’ mesajı olarak yankılanır. Çocuk için bu ses haklıdır, haksız olan kendisidir. Bu, çocuğun kendi özbenliğine karşı olumsuz duygular geliştirmesine neden olur. Bundan böyle çocuk kendi gerçek benliğini küçümsemek ve bastırmak zorundadır.
Böylece çocuğun kişiliği derin bir yara almış, ruhunda ömür boyu hep doldurma çabası içinde olacağı, ama hiçbir zaman dolduramayacağı dipsiz bir boşluk açılmıştır. Artık onun için utanç bir duygu olmaktan çıkmış, bir varlık durumuna dönüşmüştür.
Kaç yaşına gelirse gelsin, o, içinde hep yalnız, terkedilmiş, utanca boğulmuş bir çocuk taşıyacaktır. Şimdi senaryosunu utancının yazdığı bir kader onu beklemektedir. Artık bundan böyle, varolduğu, dünyaya geldiği için onur değil, neredeyse herkesten özür dileme ihtiyacı duyacak kadar kendini, hep değersiz hissedecektir.
İşte zehirleyici aile kuralları tarafından yetiştirilen çocuklara, asla hak etmedikleri böyle talihsiz bir yaşam hazırlanmıştır. Elbette hiçbir anne baba, çocuğuna bilerek böyle acı bir gelecek hazırlamak istemez. Ama ne yazık ki, iyi niyetle de olsa, bilmeden tam olarak yaptıkları budur.
Bu nedenle anne-babanın yaşam çizgisi ile çocukların yaşam çizgisi genellikle bir paralellik gösterir. Biri, diğerinin devamı gibidir. Bunda anne- babanın hem bizzat kendileri, hem de çocukları hakkındaki duygu ve düşüncelerinin büyük payı vardır. Örneğin, utanç içindeki anne baba, çocuğuna sadece utanç modeli olur. Böyle bir çocuk, kendini de başkalarını da kabul edemez, değerli bulup sevemez.
Bir çocuk kendine ne kadar değer verir? Anne babası ona ne kadar değer veriyorsa, o kadar.
Kendini ne kadar kabul eder? Anne babası onu ne kadar kabul ediyorsa, o kadar.
Ne kadar sever, ne kadar saygı duyar kendine? Anne babası onu ne kadar seviyor, ona ne kadar saygı duyuyorsa, o kadar.
Çocuk yalnız kendine karşı değil, yaşama karşı da temel tavrını büyük ölçüde kendi anne-babasından öğrenir, sonra da bu tavrını, dünyaya, insanlara karşı geneller. O da, dışlana dışlana dışlamayı, terk edile terk edile de, terk etmeyi öğrenir.
Böyle bir duyguyla hep kendini de, dünyayı da terk etmek, bırakıp gitmek gelir içinden. Kendine ve dünyaya karşı beslediği başat duygusu budur.
Bu, tipik bir ayrılıkçı bilinçtir. Çektiği bütün acıları kendisine yaşattığı için kendi öz benliğine karşı bile öfke duyar; onu bile sorumlu tutar acılarından. O nedenle de belki kendisinden kurtulmakla acılarından kurtulacağı düşüncesiyle önce kendi özbenliğiyle vedalaşıp onu terk eder. Ama onun yerine ya duyarsız, acımasız, öfkeli, saldırgan bir benlik, ya da sözde herkesi seven, herkes için iyilik düşünen, bütün güzel insanlık değerleri ile donanmış ideal bir benlik koymak ister. Bilmez ki, gerçek benliğin bıraktığı boşluğu, hiçbir zaman hiçbir şeyle dolduramayacağımız gibi, onun yerine koyacağımız her şey de kısa sürede sahte ikinci bir benliğe malzeme olmaktan başka bir amaca hizmet etmez..
O halde gerçek benliğe veda, yaşama, mutluluğa vedadır; yaşama sevincine, yaşamın o sımsıcak canlılığına vedadır. Benliğe veda, aynı zamanda içtenliğe, dürüstlüğe, gerçekliğe de vedadır.
Bedenin ölümü kısa sürer, ama bir anlamda ruhun ölümü demek olan gerçek benliğin ölümü, zor bir ölümdür, uzun zaman alabilir. O nedenle gerçek benliğimizin ölüm öyküsü, çok acılı ve çok acıklı bir öyküdür.

Egonun Savunma Katları Ve Terapisi
Bütün sorunların sorunu egodur. O halde bütün sorunların çözümü de, egonun terapisi ya da onun varlığının ortadan kaldırılmasıdır. Ama bu da, çözümlerin en zor olanıdır.
Ego, savunmaların çocuğudur. Bir soğanın üst üste katlardan oluşması gibi, ego da bir yığın savunma katlarından oluşmuştur. Bu katların işlevi, aslında benliğimizin merkezine yerleştirdiğimiz utancı örtmektir. Çünkü egomuz, benliğimizin merkezindeki utancı örtmek için bir yığın savunma katmanı oluşturmuştur. Egosal benliğimizden kurtulmak ve kendi iç çocuğumuza ulaşmak için bütün bu savunma katmanlarını bir bir çökertmemiz gerekir.
Benliğimizin merkezindeki utancı, oradan söküp atmanın bir yolu da, içimizdeki çocuğu büyütmekten geçer. Çünkü utanç, içimizdeki büyüyememiş çocuğun içindedir. Filmi başa sararak geçmişi yeni baştan yaşamanın da bir imkanı yok. O zaman tek seçeneğimiz, kendi anne babamızın büyütmeyi başaramadığı kendi iç çocuğumuza bizim sahip çıkmamız, onu bizzat bizim büyütmemizdir.
Bu, insanın kendi kaderine, yine kendisinin el koyması anlamına geliyor. Çünkü, bu hayat bizim hayatımız. Bizim hayatımızla da hiç kimse bizim kadar ciddi ilgilenmez, ilgilenemez; üstelik bizzat ilgilenmek zorunda olduğu kendi hayatı varken.
Bütün belâ ve kahırlarına karşın tek bırakıp gidemeyeceğim yaşam, benim yaşamımdır. Bütün acılarıyla birlikte başucunda beklemek zorunda kalacağım tek yaşam. İşte yalnız ben, benim için bu kadar önemliyim.
Egomuz, bir çok savunma katından oluşuyor demiştik. Onun savunma katları ise, genellikle savunma amaçlı üretilmiş, yaralı duygulardan oluşuyor. Gerçek niteliğini kaybetmiş bozulmuş, kirlenmiş duygulardan. Bu tür duygular da, kendilerini daha çok belirli sosyal rollere bürünerek ifade etmek isterler.
Özellikle sağlıklı olmayan ailelerde, çocuk ve yetişkinlerin üstlendikleri roller daha çok savunma amaçlıdır. Onlar bilinçdışı olarak içlerindeki çocuğu utançtan kurtarmak için kendi kişiliklerine uygun uslu çocuk, günah keçisi, kahraman gibi belirli savunucu rolleri gönüllü olarak değil, zorunlu olarak üstlenirler.
Her rolün ardında, kişiyi utanca karşı koruyan, onun gururunu okşayarak onore eden birincil duygulardan dönüştürülmüş, yaralı ikincil duygular vardır. Esasen egolarımız da, bu tür yaralı, hasta duygulardan ya da bu tür duyguların ifadesi olan belirli savunucu rollerden oluşmaktadır.
O nedenle egonun terapisi demek; daha çok onun kendisine malzeme yaptığı bu yaralı duygulara sahip çıkmak, onları tek tek tanıyıp ilgilenmek, her birinin yaralarını sarmak demektir. Onlara sevgi, şefkat göndermek, onları tek tek sevgi, ilgi ile sağlığına kavuşturmak demektir.
Kendimizi sevmek iki anlama gelir: Biri, kendimizi gerçekten tanımak, bütün iç yüzümüze, bütün iç, dış maskelerimizin her birine doğrudan bakabilme, kendimize kendimizi saklamadan, kendimizi olduğumuz gibi görmeyi göze alabilme cesaret ve dürüstlüğüdür.
Diğeri, önce kendimizi koşulsuz, olduğumuz gibi kabul etmek, ardından sahip olduğumuz malzeme üzerine çalışmaya koyularak, kendimizi geliştirebileceğimiz en son yere kadar geliştirmeyi, kendimize bir yaşam amacı olarak seçmektir.
Eğer birini seviyorsanız, ona asla zarar vermez, onu gözünüz gibi korur, sürekli iyiliği için çaba sarf edersiniz. Hele hele onu asla, asla aldatmazsınız.
Kendinizi aldatmamanın koşulu, kendinize karşı her zaman dürüst olmaktır. Bu da, kendinizi olduğunuz gibi tanımayı gerektirir.
Bu tanımanın sonucunda eğer siz, kendinizin hiç de iyi durumda olmadığınızı, örneğin, akrep ve yılanlarla dolu bir evde yaşadığınızı öğrenir de, harekete geçmez, hiçbir şey yapmaz, yine de kendinizi sevdiğinizi söylerseniz, aslında siz büyük bir yalancısınız.
Yalanlarımızı, büyük yapan şey, verdiği zarar ya da yarattığı düş kırıklığının büyüklüğüdür. Ne yazık ki, bu iki kötülüğü de, yalnız kendimize söylediğimiz yalanlar barındırır.
İçimizdeki büyük yalancı, egomuzdur. O, bize de başkalarına da sürekli yalan söyler.
Kendimizi gerçekten sevdiğimizin ilk samimi göstergesi, işte içimizdeki bu büyük yalancıyla hesaplaşmaktır. Bundan kaçan kişi, kendine karşı da, başkalarına karşı da dürüst olamaz.
Dürüst olmanın ve egomuzla hesaplaşmanın yolu ise, gerçeği araştırmaktan geçer. Gerçeği öğrenmeden egonuzdan kurtulamazsınız. O gerçek size neye mal olursa olsun, size ne tür düş kırıklıkları yaşatırsa yaşatsın, onu öğrenmeyi, hem de bütün çıplaklığıyla öğrenmeyi göze alabiliyorsanız, bir kuşkunuz olmasın, içinizdeki yalancıdan eninde sonunda kurtulursunuz.
İşte samimi ve dürüst olmanın, koşulu da, ödülü de budur.
Yazan
Bu makaleden alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir:
"Ego ve Terapi" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Uzm.Psk.Bilge ÇAPOĞLU'e aittir ve makale, yazarı tarafından TavsiyeEdiyorum.com (http://www.tavsiyeediyorum.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.
Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak Uzm.Psk.Bilge ÇAPOĞLU'nun izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.
     8 Beğeni    
Facebook'ta paylaş Twitter'da paylaş Linkin'de paylaş Pinterest'de paylaş Epostayla Paylaş
Yazan Uzman
Bilge ÇAPOĞLU Fotoğraf
Uzm.Psk.Bilge ÇAPOĞLU
İstanbul
Uzman Psikolog
TavsiyeEdiyorum.com Üyesi48 kez tavsiye edildiİş Adresi Kayıtlı
Makale Kütüphanemizden
İlgili Makaleler Uzm.Psk.Bilge ÇAPOĞLU'nun Makaleleri
TavsiyeEdiyorum.com Bilimsel Makaleler Kütüphanemizdeki 19,973 uzman makalesi arasında 'Ego ve Terapi' başlığıyla benzeşen toplam 28 makaleden bu yazıyla en ilgili görülenleri yukarıda listelenmiştir.
► Panik Atak ve Emdr Haziran 2014
► Kendimiz Olmak Nisan 2014
► Yardım Etmenin Düzenleri Aralık 2013
► Eşim Beni Hiç Anlamıyor Ağustos 2013
Sitemizde yer alan döküman ve yazılar uzman üyelerimiz tarafından hazırlanmış ve pek çoğu bilimsel düzeyde yapılmış çalışmalar olduğundan güvenilir mahiyette eserlerdir. Bununla birlikte TavsiyeEdiyorum.com sitesi ve çalışma sahipleri, yazıların içerdiği bilgilerin güvenilirliği veya güncelliği konusunda hukuki bir güvence vermezler. Sitemizde yayınlanan yazılar bilgi amaçlı kaleme alınmış ve profesyonellere yönelik olarak hazırlanmıştır. Site ziyaretçilerimizin o meslekle ilgili bir uzmanla görüşmeden, yazı içindeki bilgileri kendi başlarına kullanmamaları gerekmektedir. Yazıların telif hakkı tamamen yazarlarına aittir, eserler sahiplerinin muvaffakatı olmadan hiçbir suretle çoğaltılamaz, başka bir yerde kullanılamaz, kopyala yapıştır yöntemiyle başka mecralara aktarılamaz. Sitemizde yer alan herhangi bir yazı başkasına ait telif haklarını ihlal ediyor, intihal içeriyor veya yazarın mensubu bulunduğu mesleğin meslek için etik kurallarına aykırılıklar taşıyorsa, yazının kaldırılabilmesi için site yönetimimize bilgi verilmelidir.


16:11
Top