Adalet Duygusunun (İhtiyacının) İnsan Psikolojisi Üzerindeki Önemine Dair
Diyelimki başınıza hiç istenmeyen bir olay geldi. Örneğin çok sevdiğiniz bir yakınınızı kaybettiniz. Doğal olarak bir anda hayatınız altüst oldu. Artık eskisi gibi değilsiniz. Aşırı derecede üzgünsünüz, sürekli ağlıyorsunuz. Ayakta duracak takati kendinizde bulamıyor; oturmak, hatta yatmak, en çok da yalnız kalmak istiyorsunuz. Onsuz yaşayamayacağınızı düşünüyor, hayatın sizin için fazla bir anlamı kalmadığına inanıyorsunuz. Hiç arzu etmeseniz de eski günlere dair anılar canlanıyor gözünüzün önünde, adeta içinizi acıtıyor, yüreğinizi yakıyor. Yemeden - içmeden kesiliyor, uykuya dalmakta zorlanıyorsunuz. Sevilen kişi kaybı sonrasında yaşanılan ve daha da uzatabileceğimiz bu belirtiler hemen hepimizce malum olan bir durum. Burada dikkatimizi çeken şey, kişinin bütün bu sıkıntıları niçin yaşadığıdır.
Sizce yukarıda anlatılan kişi bütün bu ve benzeri nitelikteki sıkıntıları niçin yaşamaktadır? Eminim ki yüz kişinin yüzü de, “Sevdiğini kaybetti de ondan…” diyecektir. Sevdiğini kaybetmek… Kaybetmek, yani onu daha hiç görememek, onun artık yaşamında hiç bulunmayacak olması…
Yine hayal edelim: Bu süreçte çok gün görmüş, kamil bir amca geliyor ve kişiyi kolundan tutarak bir kenara çekiyor. Anılan kişiye bazı nasihatlar etmeye başlıyor. Yavrum diyerek giriyor söze. Ölümün hakikatini anlatıyor. “Bu sadece senin başına gelmiş istisnai bir olay değil. Herkes bir gün gelecek, mutlaka ölecek. Bunu sen de, biz de zaten biliyorduk, değil mi! Bildiğimiz şey, dolayısı ile de beklediğimiz şey geldi başımıza” diyor ve sözlerine bu minvalde devam edip gidiyor. Kısa bir süre sonra söz konusu kişi rahatlıyor. Üzerindeki iç karartan kasavet, ruhunu saran sis bulutu, üzerine çöken karabulut sanki bir anda dağılıveriyor.
Şimdi soruyorum:
Yaşlı amcamız yukarıdakileri ve daha bir sürü şeyi konuştu peki tamam da bunlarla yaman ölüm gerçeği değişmedi ki!
Ölen bu konuşma sonrasında dönüp de geri gelmedi ki!
Tahakkuk eden ayrılık ve sevilen kişiden yoksun bir yaşam sürülecek olunması gerçeği değişmedi ki!
Peki hal böyle olduğu halde kişi nasıl oldu da rahatladı?
Hani sözü edilen sıkıntıların nedeni ortada gün gibi duran sevilen kişinin kaybı gerçeğiydi?
Kayıp gerçeği hiç değişmediği halde kişinin bu gerçekliğe verdiği duygusal tepkiler ne oldu da böyle birden bire, adeta sihirli bir el değmişçesine değişiverdi?
Demekki yaşamda hiçbir şey görünen sığ yüzünden ibaret değil. Görüldüğü ve anlaşıldığı üzere kişiyi asıl rahatsız eden şey aslında ölüm ve onun doğal bir neticesi olan ayrılık değil; içine girilen “adaletsizlik” duygusu. Yani bu olayın sanki rastgele bir biçimde, pekçok kişi içinden gelip de tesadüfen kendisini bulduğuna dair bilinçaltında gerçekleşen “haksızlığa uğramışlık” hissi ve inancı…
İşte ortada:
Kişi sevdiğini kaybettiği için değil; daha çok bir haksızlığa uğradığı için etkilenmekte. Ölümün bir haksızlık olmadığını, herkesin başına bir gün mutlaka geleceğini, tarihte ölen ünlülerin şunlar şunlar olduğunu, bir kısım kişiler daha dün ölürken kalanların da yarın birgün ama mutlaka öleceklerini öğrenince (ya da hatırlayınca… Hatırlama da bir çeşit öğrenme sayılabilir) kişinin duyguları nasıl oluyor da böyle birden bire değişiveriyor! Çünkü kişi artık bilinç dışı olarak içine düştüğü, “Bir el geldi ve o kadar insanın içinden sadece benim sevdiğimi aldı” şeklindeki gizil adaletsizlik duygusundan kurtulmuş; son derece olağan, aslında herkes için geçerli olan bir olay benim başıma geldi diye düşünerek adilane bir yaşantıyla karşı karşıya olduğuna inanmaya başlamıştır. Böyle inandı diye belki sevdiği kişi geri gelmemiştir, gelmeyecektir de lakin bunun artık pek bir önemi yoktur. Hem bilinçaltının ıssız ve zifiri derinliklerindeki asıl sorun da bu değildi ki.
Bir başka örnek:
Bu sefer sevdiğiniz kişi çok şükür ki vefat etmedi, onunla sadece ayrıldınız diyelim. Çok seviyordunuz onu. Tam kaç seneyi birlikte, üstelik de dolu dolu paylaşmıştınız. Gün geldi, sevdiğiniz, onca fedakarlık ettiğiniz kişi sizi bir çırpıda terketti. Bunu öğrendiniz, gururunuz engin çıktı, “Herkes bize imrenirdi hocam” dediğiniz ilişkiye kimbilir belki de nazar değdi ve her şey ne kadar da kolay sona eriverdi. Bir anda yukarıda saydığım türden sıkıntılar geldi sizi de sardı, sarmaladı.
Bu üzüntünüzün, sıkıntılı ruhsal sürecinizin nedeni nedir peki?
Ayrılmak, artık onsuz bir yaşam sürmeye mecbur kalmak mı? Hemen, "Evet, tabiki..." demeyin.
Bu sefer yaşlı, ak sakallı kamil dedemiz değil belki ama (çünkü gençlerin artık bu gibi kişilerle fazla bir ilgisi yok. Zaten böyle kişiler de artık yok yaşamımızda! Hem gençler kendi kendilerine yetebiliyorlar!) belki ama bir arkadaş çıkıyor ortaya, giriyor anında devreye. Ayrıldığı kişinin bütün olumsuzluklarını, “Sen demiyormuydun ki o kişinin huyu aslında şöyle, hataları böyle…” diyerekten başlıyor anlatmaya. Gözünü budaktan esirgiyor belki ama lafını asla esirgemiyor. O yüzden yumuyor gözünü, açıyor ağzını ve aklına gelenleri tek tek sayıyor. Hepsini sıcağı sıcağına, bir bir hatırlatıyor can dostuna. “Bunları sana yapmamalıydı, çünkü sen bunları hiç ama hiç haketmedin” falan diyor.
“Seviyorum onu, onsuz asla yapamam” diyen sevdalı kişinin adım adım ruhu serinlemeye başlıyor. Ağlamaları azalıyor, hatta gülümsemeler başlıyor akabinde. Sonra da, “Aslında o beni kaybetti. Görecek o, ben daha çok mutlu olacağım.” gibisinden iddialı cümleler bile dökülüyor dilinden.
Peki ne oldu böyle?
Ayrılık mı sonlanıverdi birden?
Yoksa giden geri mi geldi?
Yahut gidenin geri geleceğine dair sürpriz bir haber alındı da bu kişi acılı arkadaşının kulağına bunu mu fısıldadı?
Hayır!
Eee, o halde yakıcı acılar, ızdırap verici üzüntüler neden, nasıl, ne oldu da böyle birden bire azalıverdi?
Yoksa çoğumuzun zannettiği üzere ayrılık değil miydi kişiyi asıl kahreden şey?
Kişiyi asıl üzen şey aslında ayrılık değildi; haketmediğini düşündüğü bir muameleye muhatap kılınmasıydı. Diğer bir ifadeyle haksızlık duygusuydu; haksızlığa uğradığına ilişkin sorgusuz ve derin inancıydı yani. “O kaybetti, bunda senin rolün yokki, bu onun kişiliğiyle ilgili bir sorun” dendiği andan itibaren uğradığı haksızlığın bir parça da olsa giderildiğini gördü, düşündü, anladı. Dahası bunu hissetti. Çünkü sadece terkedilen kişi olan kendisi değil; terkeden de kaybetmişti. Üstelik arkadaşı da bunu diyordu, onaylıyordu kendisini. Aslında bu durumda kaybeden bırakıp gidendi. O kaybedince kendi kaybı telafi olmasa bile, sevdiği kişi daha geri dönmese bile bunun fazla bir ehemmiyeti yoktu. Adalet yerini bulmuştu ya! O yeterdi, yeterliydi!
Peki sevgiye ne oldu? (Galiba sevgililer yüzünden olan hep o güzel duyguya oluyor, ne dersiniz!)
…
“Sevginin, sevgilinin, sevdiğimizden ayrı kalmanın acısı” dediğimiz duygular adaletin yerini bulduğuna dair inancımızın kuvvetlenmesiyle, ayrıca hayatımızdan çıkan kişinin aslında öyle çok da büyük bir kayıp olmadığına ilişkin inancımızın pekişmesiyle orantılı bir biçimde (görün işte, “tertemizdi” dediğimiz sevginin kara bağrında yatan bencilliği) bakın nasıl da bir anda tuzla buz oluveriyor?
“Tamam o an bir rahatlama oluyor belki, fakat bu sıkıntılar daha sonra bir süre daha sürmüyor mu ki… Demekki yaşanılan acı bak sevgidenmiş…” diyenlere de verilecek bir cevabım var elbette. Bu kadarını yazan onu da düşünmüştür haliyle:
Bu anlar da aynı şekilde ayrılıktan duyulan bir acı değil; olsa olsa, “Arkadaşım böyle dedi ama ya adalet yerini bulmadıysa, ya bana yaşattıklarının karşılığı daha fazla olmalıysa; yahut da benim kaybettiğim hakikaten kaybedilmemesi gereken bir kişiyse…” şüphesinden (tam emin olamayıştan) kaynaklanan bir geçici inanç bulanıklığıdır, başka da bir şey değil. Kişi buna kamil manada inanabildiği gün ne ayrılık kalır ne de acısı.
O halde anladık ki adalet olgusu sadece mahkemlerde, salt hukuk sınırları içinde geçerli olan bir olgu değil. Devletin hukuk sistemi değil; insan doğası da bakın adalete nasıl tepkiler verebiliyor? Üstelik sevgiden, ölüm ve ayrılık gibi kayıpların yaşattıklarından bile çok daha fazla.
“Bir adaletsizliğe yangından çok daha önce müdahale ediniz.” (Heraklit)
“Bir insana yapılan adaletsizlik, bütün bir topluma yönelmiş en ciddi tehdittir.” ( ? )
Psk. İzzet Güllü
Sizce yukarıda anlatılan kişi bütün bu ve benzeri nitelikteki sıkıntıları niçin yaşamaktadır? Eminim ki yüz kişinin yüzü de, “Sevdiğini kaybetti de ondan…” diyecektir. Sevdiğini kaybetmek… Kaybetmek, yani onu daha hiç görememek, onun artık yaşamında hiç bulunmayacak olması…
Yine hayal edelim: Bu süreçte çok gün görmüş, kamil bir amca geliyor ve kişiyi kolundan tutarak bir kenara çekiyor. Anılan kişiye bazı nasihatlar etmeye başlıyor. Yavrum diyerek giriyor söze. Ölümün hakikatini anlatıyor. “Bu sadece senin başına gelmiş istisnai bir olay değil. Herkes bir gün gelecek, mutlaka ölecek. Bunu sen de, biz de zaten biliyorduk, değil mi! Bildiğimiz şey, dolayısı ile de beklediğimiz şey geldi başımıza” diyor ve sözlerine bu minvalde devam edip gidiyor. Kısa bir süre sonra söz konusu kişi rahatlıyor. Üzerindeki iç karartan kasavet, ruhunu saran sis bulutu, üzerine çöken karabulut sanki bir anda dağılıveriyor.
Şimdi soruyorum:
Yaşlı amcamız yukarıdakileri ve daha bir sürü şeyi konuştu peki tamam da bunlarla yaman ölüm gerçeği değişmedi ki!
Ölen bu konuşma sonrasında dönüp de geri gelmedi ki!
Tahakkuk eden ayrılık ve sevilen kişiden yoksun bir yaşam sürülecek olunması gerçeği değişmedi ki!
Peki hal böyle olduğu halde kişi nasıl oldu da rahatladı?
Hani sözü edilen sıkıntıların nedeni ortada gün gibi duran sevilen kişinin kaybı gerçeğiydi?
Kayıp gerçeği hiç değişmediği halde kişinin bu gerçekliğe verdiği duygusal tepkiler ne oldu da böyle birden bire, adeta sihirli bir el değmişçesine değişiverdi?
Demekki yaşamda hiçbir şey görünen sığ yüzünden ibaret değil. Görüldüğü ve anlaşıldığı üzere kişiyi asıl rahatsız eden şey aslında ölüm ve onun doğal bir neticesi olan ayrılık değil; içine girilen “adaletsizlik” duygusu. Yani bu olayın sanki rastgele bir biçimde, pekçok kişi içinden gelip de tesadüfen kendisini bulduğuna dair bilinçaltında gerçekleşen “haksızlığa uğramışlık” hissi ve inancı…
İşte ortada:
Kişi sevdiğini kaybettiği için değil; daha çok bir haksızlığa uğradığı için etkilenmekte. Ölümün bir haksızlık olmadığını, herkesin başına bir gün mutlaka geleceğini, tarihte ölen ünlülerin şunlar şunlar olduğunu, bir kısım kişiler daha dün ölürken kalanların da yarın birgün ama mutlaka öleceklerini öğrenince (ya da hatırlayınca… Hatırlama da bir çeşit öğrenme sayılabilir) kişinin duyguları nasıl oluyor da böyle birden bire değişiveriyor! Çünkü kişi artık bilinç dışı olarak içine düştüğü, “Bir el geldi ve o kadar insanın içinden sadece benim sevdiğimi aldı” şeklindeki gizil adaletsizlik duygusundan kurtulmuş; son derece olağan, aslında herkes için geçerli olan bir olay benim başıma geldi diye düşünerek adilane bir yaşantıyla karşı karşıya olduğuna inanmaya başlamıştır. Böyle inandı diye belki sevdiği kişi geri gelmemiştir, gelmeyecektir de lakin bunun artık pek bir önemi yoktur. Hem bilinçaltının ıssız ve zifiri derinliklerindeki asıl sorun da bu değildi ki.
Bir başka örnek:
Bu sefer sevdiğiniz kişi çok şükür ki vefat etmedi, onunla sadece ayrıldınız diyelim. Çok seviyordunuz onu. Tam kaç seneyi birlikte, üstelik de dolu dolu paylaşmıştınız. Gün geldi, sevdiğiniz, onca fedakarlık ettiğiniz kişi sizi bir çırpıda terketti. Bunu öğrendiniz, gururunuz engin çıktı, “Herkes bize imrenirdi hocam” dediğiniz ilişkiye kimbilir belki de nazar değdi ve her şey ne kadar da kolay sona eriverdi. Bir anda yukarıda saydığım türden sıkıntılar geldi sizi de sardı, sarmaladı.
Bu üzüntünüzün, sıkıntılı ruhsal sürecinizin nedeni nedir peki?
Ayrılmak, artık onsuz bir yaşam sürmeye mecbur kalmak mı? Hemen, "Evet, tabiki..." demeyin.
Bu sefer yaşlı, ak sakallı kamil dedemiz değil belki ama (çünkü gençlerin artık bu gibi kişilerle fazla bir ilgisi yok. Zaten böyle kişiler de artık yok yaşamımızda! Hem gençler kendi kendilerine yetebiliyorlar!) belki ama bir arkadaş çıkıyor ortaya, giriyor anında devreye. Ayrıldığı kişinin bütün olumsuzluklarını, “Sen demiyormuydun ki o kişinin huyu aslında şöyle, hataları böyle…” diyerekten başlıyor anlatmaya. Gözünü budaktan esirgiyor belki ama lafını asla esirgemiyor. O yüzden yumuyor gözünü, açıyor ağzını ve aklına gelenleri tek tek sayıyor. Hepsini sıcağı sıcağına, bir bir hatırlatıyor can dostuna. “Bunları sana yapmamalıydı, çünkü sen bunları hiç ama hiç haketmedin” falan diyor.
“Seviyorum onu, onsuz asla yapamam” diyen sevdalı kişinin adım adım ruhu serinlemeye başlıyor. Ağlamaları azalıyor, hatta gülümsemeler başlıyor akabinde. Sonra da, “Aslında o beni kaybetti. Görecek o, ben daha çok mutlu olacağım.” gibisinden iddialı cümleler bile dökülüyor dilinden.
Peki ne oldu böyle?
Ayrılık mı sonlanıverdi birden?
Yoksa giden geri mi geldi?
Yahut gidenin geri geleceğine dair sürpriz bir haber alındı da bu kişi acılı arkadaşının kulağına bunu mu fısıldadı?
Hayır!
Eee, o halde yakıcı acılar, ızdırap verici üzüntüler neden, nasıl, ne oldu da böyle birden bire azalıverdi?
Yoksa çoğumuzun zannettiği üzere ayrılık değil miydi kişiyi asıl kahreden şey?
Kişiyi asıl üzen şey aslında ayrılık değildi; haketmediğini düşündüğü bir muameleye muhatap kılınmasıydı. Diğer bir ifadeyle haksızlık duygusuydu; haksızlığa uğradığına ilişkin sorgusuz ve derin inancıydı yani. “O kaybetti, bunda senin rolün yokki, bu onun kişiliğiyle ilgili bir sorun” dendiği andan itibaren uğradığı haksızlığın bir parça da olsa giderildiğini gördü, düşündü, anladı. Dahası bunu hissetti. Çünkü sadece terkedilen kişi olan kendisi değil; terkeden de kaybetmişti. Üstelik arkadaşı da bunu diyordu, onaylıyordu kendisini. Aslında bu durumda kaybeden bırakıp gidendi. O kaybedince kendi kaybı telafi olmasa bile, sevdiği kişi daha geri dönmese bile bunun fazla bir ehemmiyeti yoktu. Adalet yerini bulmuştu ya! O yeterdi, yeterliydi!
Peki sevgiye ne oldu? (Galiba sevgililer yüzünden olan hep o güzel duyguya oluyor, ne dersiniz!)
…
“Sevginin, sevgilinin, sevdiğimizden ayrı kalmanın acısı” dediğimiz duygular adaletin yerini bulduğuna dair inancımızın kuvvetlenmesiyle, ayrıca hayatımızdan çıkan kişinin aslında öyle çok da büyük bir kayıp olmadığına ilişkin inancımızın pekişmesiyle orantılı bir biçimde (görün işte, “tertemizdi” dediğimiz sevginin kara bağrında yatan bencilliği) bakın nasıl da bir anda tuzla buz oluveriyor?
“Tamam o an bir rahatlama oluyor belki, fakat bu sıkıntılar daha sonra bir süre daha sürmüyor mu ki… Demekki yaşanılan acı bak sevgidenmiş…” diyenlere de verilecek bir cevabım var elbette. Bu kadarını yazan onu da düşünmüştür haliyle:
Bu anlar da aynı şekilde ayrılıktan duyulan bir acı değil; olsa olsa, “Arkadaşım böyle dedi ama ya adalet yerini bulmadıysa, ya bana yaşattıklarının karşılığı daha fazla olmalıysa; yahut da benim kaybettiğim hakikaten kaybedilmemesi gereken bir kişiyse…” şüphesinden (tam emin olamayıştan) kaynaklanan bir geçici inanç bulanıklığıdır, başka da bir şey değil. Kişi buna kamil manada inanabildiği gün ne ayrılık kalır ne de acısı.
O halde anladık ki adalet olgusu sadece mahkemlerde, salt hukuk sınırları içinde geçerli olan bir olgu değil. Devletin hukuk sistemi değil; insan doğası da bakın adalete nasıl tepkiler verebiliyor? Üstelik sevgiden, ölüm ve ayrılık gibi kayıpların yaşattıklarından bile çok daha fazla.
“Bir adaletsizliğe yangından çok daha önce müdahale ediniz.” (Heraklit)
“Bir insana yapılan adaletsizlik, bütün bir topluma yönelmiş en ciddi tehdittir.” ( ? )
Psk. İzzet Güllü
Yazan
|
Bu makaleden alıntı yapmak
için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir: "Adalet Duygusunun (İhtiyacının) İnsan Psikolojisi Üzerindeki Önemine Dair" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Psk.İzzet GÜLLÜ'e aittir ve makale, yazarı tarafından TavsiyeEdiyorum.com (http://www.tavsiyeediyorum.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır. Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak Psk.İzzet GÜLLÜ'nün izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz. |
12 Beğeni
Yazan Uzman
|
adalet, adalet duygusu, adalet ihtiyacı, adil, adaletli, adalete ihtiyaç, adalet psikolojisi, hukuk, hukuk ihtiyacı
Sitemizde yer alan döküman ve yazılar uzman üyelerimiz tarafından hazırlanmış ve pek çoğu bilimsel düzeyde yapılmış çalışmalar olduğundan güvenilir mahiyette eserlerdir. Bununla birlikte TavsiyeEdiyorum.com sitesi ve çalışma sahipleri, yazıların içerdiği bilgilerin güvenilirliği veya güncelliği konusunda hukuki bir güvence vermezler. Sitemizde yayınlanan yazılar bilgi amaçlı kaleme alınmış ve profesyonellere yönelik olarak
hazırlanmıştır. Site ziyaretçilerimizin o meslekle ilgili bir uzmanla görüşmeden, yazı içindeki bilgileri kendi başlarına kullanmamaları gerekmektedir. Yazıların telif hakkı tamamen yazarlarına aittir, eserler sahiplerinin muvaffakatı olmadan hiçbir suretle çoğaltılamaz, başka bir
yerde kullanılamaz, kopyala yapıştır yöntemiyle başka mecralara aktarılamaz. Sitemizde yer alan herhangi bir yazı başkasına ait telif haklarını ihlal ediyor, intihal içeriyor veya yazarın mensubu bulunduğu mesleğin meslek için etik kurallarına aykırılıklar taşıyorsa, yazının kaldırılabilmesi için site yönetimimize bilgi verilmelidir.