2007'den Bugüne 92,259 Tavsiye, 28,210 Uzman ve 19,973 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!


Uzman Üyelerimizin Öykü ve Şiirleri

Site üyemiz uzmanlar tarafından yazılan şiir ve öyküleri tarih sırasında sırasına göre aşağıda bulabilirsiniz.

İblis
ŞİİR | © Yazan İbrahim AKALAN | Yayın Haziran 2008
Sevgi en yüce duygu,
Aklına hiçbir şey gelmiyor insan sevince,
Hatta acıktığı susadığı bile.
Yalnız sevgiliyi düşünmek ne güzel şey
Hele o erişemiyeceğin kadar uzaklardaysa.

Gene İblis geldi karşıma,
Bana birşeyler anlatıyor senin hakkında.
Güya,sen gününü gün ediyormuşsun
Beni hiç düşünmüyormuşsun.
İnanmadım ona ama kalbim kırıldı.
İblis bile,böyle düşünmemeliydi senin hakkında.
 
     Beğenin    
Rüzgar
ŞİİR | © Yazan İbrahim AKALAN | Yayın Haziran 2008
Birgün bir rüzgar,eserde oralarda
Sana olan sevgimi,fısıldarsa kulağına.
Unutma!
Sende o rüzgarla bana,
Bir tutam sevgi yolla.
 
     Beğenin    
Geceler
ŞİİR | © Yazan İbrahim AKALAN | Yayın Haziran 2008
Geceler hiç bitmese,günler uzasa
Hep seni düşünsem yıllarca,
Saçlarım ağarsa,bedenimde güç kalmasa
Ölümüme çok az bir zaman kalsa
Hep seni seveceğim.
En acısı,beni sevmediğini bile bile öleceğim.
 
     1 Beğeni    
İmkansız Yok
ŞİİR | © Yazan Ahmet DOĞAN | Yayın Haziran 2008
Dün birileri bu yapılamaz diyordu.
Bugün birileri bunu yapıyor.
Bugün bazıları imkansız diyorsa.
Yarın bu imkansızlar,imkan olacaktır.
 
     5 Beğeni    
Manitalar Günü Yani Sevgililer Günü Tarihçesi
ÖYKÜ | © Yazan Ayavar Cem KEÇE | Yayın Mart 2008
MANİTALAR GÜNÜ yani SEVGİLİLER GÜNÜ TARİHÇESİ
"işte yeni bir anlamlı gün
aşk için
tüm aşıklar için
bütün sevdalıların
elele yürüdüğü
öpüşüp koklaştığı bir gün"

MANİTALAR GÜNÜ yani SEVGİLİLER GÜNÜ TARİHÇESİ

Bu yazı 14 Şubat'ın iflah olmaz romantiklerine adanmıştır.

14 Şubat Manitalar Günü'yle birlikte yine tatlı bir telaş başladı.

Manitalar Gününün Hikayesi Nedir?
Manitalar Günü'nün başlangıcına ilişkin çeşitli efsaneler ve hikâyeler var. Tarihi kitaplardan öğrendiğim kadarıyla, Hıristiyanlıktan önce yani İsa'dan önce 4.yüzyılda Roma'ya bir çok Tanrı ve Tanrıça hakimdir. Ve Yunan mitolojisindeki Zeus gibi Roma da tüm tanrıların ve tanrıçaların kraliçesi “Februata Juno” vardır. Fakat Tanrıça Juno aynı zamanda kadın haklarından sorumlu Devlet Bakanı gibi kadınların ve evliliklerin tanrıçasıdır.

Eski Roma takvimine göre baharın başlangıcı Şubat ortasıdır. Juno onuruna baharın başlamasından bir gün önce yani 14 Şubat'ta “Lupercalia Bayramı” veya “Kurt Bayramı” adıyla kutsama töreninin yapıldığı bir bayram düzenlenirdi. Ertesi gün ise bir yıl boyunca işlenen tüm günahlardan arınmak, insanların doğurganlığını arttırmak ve sürülerin tarlaların verimliliğini arttırmak amaçlarıyla, diğer iki Roma tanrısı olan, çobanların ve sürülerin Tanrısı Lupercus'un ve Yunan mitolojisindeki Pan'a benzeyen bir tanrı olan bereket Tanrısı Faunus'un onuruna “Lupercalia Festivali” adıyla bir aşk festivali düzenlenirdi. Lupercalia Festivali'nde geleneksel olarak hediyeler verilir ve Büyük Roma İmparatorluğu'nun kurucusu “Romulus” ve “Remus” kardeşlerin bir kurt tarafından evlat edinilip büyütüldüğüne inanılan Palatine Dağı'nda keçiler ve köpekler kurban edilirdi. Festival boyunca “luperci” adı verilen genç erkekler şehrin sokaklarında ellerinde “februa” denilen ve keçi derisinden yapıldığı söylenen kırbaçlarla dolaşırlar ve kendilerini bekleyen kadınların bir senelik günahlarının ve hatalarının Tanrılar tarafından affedileceği inancıyla, bu kırbaçlarla vururlardı. Kamçılama töreninin ayrıca kadınların doğurganlıklarının arttırdığına ve kolay doğum yapılmasını sağladığına da inanılırdı. Pagan inancına göre “arınma ayı” anlamına gelen “Şubat” yani Latince kökenli “February” kelimesi de işte bu februa kelimesinden türemiştir. Romalılar içinde Tanrı Kurt'un yaşadığı varsayılan bir mağranın önünde toplanıyorlar ve kuşların çiftleşme döneminin başlangıcı kabul edilen Şubat ayında festival günü genç kızlar isimlerini yazdıkları bir kağıdı büyük bir kaba koyuyorlardı ve genç erkekler de bu kaptan birer kağıt seçerek o günkü eşlerini belirliyorlardı. Akıllarından geçen her cinsel fantaziyi yaşamak ve uygulamakla serbest bırakılan gençler bu çekilişin sonucunda ilk kez cinsel ilişkiye girip o gün kendilerini Tanrıçaya sunar ve bir süre sonra da evleniyorlardı. Manitalar günü kartlarının ilk ortaya çıkışı da işte bu döneme rastlar.

Zamanla Roma Hıristiyan kilisesinin merkezi haline gelmeye başlar. En gaddar, aşırı savaş ve askerlik tutkunu Roma İmparatorlarından biri olan II.Cladius zamanında imparatorluk birçok cephede savaş halindedir. Evli erkekler karılarını ve çocuklarını bırakarak savaşa gitmek istemedikleri için II.Cladius ordusuna katılacak asker bulmakta güçlük çeker. Bu yüzden II.Cladius olağanüstü durum ilan eder ve evlenmeyi ikinci bir emre kadar erteler ve karşı gelenleri en ağır şekilde cezalandırır. Ve son olarak II.Cladius Romalılar'ın eskiden beri var olan yaklaşık 12 tane kendi putperest Tanrıya tapmalarını, uymayanların ve özellikle de Hıristiyanlar'la evlenen veya ilişkiye girenlerin de ölümle cezalandırılacaklarını emreder. Evliliklerin ertelenmesi nikahsız beraberliklerin artmasına yol açar ve zina da büyük bir günah olduğu için kiliseyi rahatsız eder. Ayrıca Roma kenti sayısı gittikçe artan ve uzak ülkelerde ölen kocalarının veya sevgililerinin ardından ağlayan kadınlar ve kızlarla dolmuştu. Kısacası aşk yasaklanmıştı. O dönemin en sevilen rahiplerinden biri olan “Rahip Valentine” tüm ülkeyi gezerek İmparator'un hatalı olduğunu anlatan dinsel vaazlar verir ve II.Cladius'un yasasını çiğneyerek evlenmek isteyen sevgilileri gizlice evlendirmeye başlar. Tabi gaddar II.Cladius'un bunu öğrenmesi uzun sürmez. Rahip Valentine taşa tutulur, sopa ile dövülür ve iyice hırpalandıktan sonra da Roma'nın en karanlık izbe zindanlarından birine atılır. Bir rahibin bu duruma düşmesine çok üzülen ve iyi bir Hıristiyan olan gardiyan, Valentinus'un anlattığı İsa ilgili öykülerin arasında körlerin gözlerinin açıldığını öğrenir ve Valentine'ıni zindan yemekleri yerine evdeki kız kardeşi Julia'nın sıcak yemekleriyle beslemiş. Böylece Valentine'ın son günlerinde günde üç kez uzun uzun sohbet edebileceği güzel ama kör bir ziyaretçisi olmuş. Julia çok güzel ve zeki bir kızdır. Bu ziyaretler sırasında kız Valentine'ınin sesine aşık olmuş. Tabi kendine çok yakın davranan kıza da Valentine de âşık olmuş. Günlerce Valentine aritmetiği, Roma tarihini, doğanın yapısını ve Tanrı'ya yönelmeyi kıza öğretir. Julia aydınlanır, güçlenir ve teselli bulur. İdam edileceği gün Valentine son yemeğini yemiş, gardiyandan kağıt ve kalem istemiş, güzel kızla son sohbetini etmiş ve idam edileceği saati beklemeye başlamış. Kağıda bir not yazmış ve gardiyana bu notun kız kardeşine iletilmesini istemiş. Notun altını "senin Valentine'ından" diye imzalamış. Başı kesilerek 14 Şubat 270 tarihinde Valentine idam edildikten sonra kendine ulaşan nota bakan kızın gözleri açılmış. Valentine sonradan Papa I. Julius tarafından Roma'da Praxedes Kilisesi yakınındaki “Porta Valentini” adı verilen bir kemer kapısının altındaki Hıristiyan şehitliğine gömülür. Julia mezarın yanına pembe çiçekler açan bir badem ağacı diker. Günümüzde sevginin ve dostluğun simgesinin badem ağacı olması buradan kaynaklanmaktadır. Valentine Hıristiyanlığın simgesi olan sevgi ve evlilik kuramı ile Roma'nın bereketlilik ve döllenme kutsamalarını kaynaştırmış, Hıristiyanlığın evlilik ve çoğalma ilkesi bütünleştirmiştir. Tanrısal aşkla dünyasal aşkı birleştirmiştir.

Zamanla Roma, Hıristiyan kilisesinin merkezi haline geldikten sonra eski pagan törenleri ve başta halk arasındaki en popüler festivallerden biri olan Lupercalia Festivali yasaklanmaya başlanır. Romalı gençler I.S. 500'lü yıllara değin bu 2000 yıllık geleneği aşk ve şevk ile sürdürdüler. Ama gelen tepkiler üzerine M.S. 496 yılında “Papa Galasius” festivali yasaklamak yerine bir Hıristiyan festivaline çevirmek ister. Bu amaçla 200 yıl sonra festival tarihinde idam edilen Rahip Valentine'inin Aziz olduğunu ilan eder ve bu güne “Aziz Valentine Günü” adını verilir. Bundan böyle kilise festival günü yapılacak çekilişlerde genç erkekler genç kızların isimleri yerine Hıristiyan azizlerinin isimlerini çekmelerini ve bir yıl boyunca onlara rehberlik edeceklerine inandıkları azizlerin hayatını ve yaptıkları iyi şeyleri kendilerine örnek alarak yaşamalarını ister. Fakat gençler yine de bu günü “Manitalar Günü” adıyla aşkın ve sevginin günü olarak kutlamaya devam ederler ve kağıt dantellerden, incecik aynalardan ve parfüm keseciklerinden yapılan kartları birbirlerine verirler. Ayrıca aşkı simgeleyen en popüler hediyeler arasında eldiven, elbise, bir şişe şarap, altın harflerle el yazısıyla süslenen kağıt dantellere yazılan aşk şiirleri ve çorap bağı da çok yaygındı. Zamanında kurban edilen keçiler ve köpekler yerlerini kartlara ve güllere bırakmışlardır.

1969 yılında Aziz Valentine Günü Roma Kilisesi'nin özel günler listesinden çıkarılmıştır. Ancak anneler ve babalar gününün ticari başarısını gören yatırımcılar Manitalar Gününü de Roma'daki gibi sevenlerin birbirlerine sevgilerini Valentine'in son mesajında olduğu gibi küçük kartlar ve hediyelerle sunmaları şeklinde kalp şeklinde çikolatalar vb. üreterek bir tüketim çılgınlığı gününe dönüştürmüşlerdir. Ve bu sektör tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çok yaygınlaşmıştır.

Hepinizin manitalar gününü kutlarım…
 
     Beğenin    
Savrulan Hayat
ÖYKÜ | © Yazan Ayavar Cem KEÇE | Yayın Mart 2008
DENEME: SAVRULAN HAYAT

"Özledim seni. Ayrılık yüreğimi karıncalandırıyor nicedir. Beynimi uyuşturuyor özlemin. Çok sık birlikte olmasak bile benimle olduğunu bilmenin bunca zaman içimi nasıl ısıttığını yeni yeni anlıyorum..."
Can Yücel

O’nun sevgilisi yoktu. Sevgilisi olan birilerini görür ve aynı kişinin başka bir sevgilisi olduğunu da. Sevgilisi tamam da, peki diğeri nedir? Nisan yağmuru kadar kısa ömrümüzde ne anlam taşır? Anlaşılmaz, anlayamaz. Hayat bu ya O’nun da bir gün bir sevgilisi olur ve bir gün bir yerlerde bir sebeple yada sebepsiz bir tane daha sevgilisi olur. Artık birileri de onu anlamıyordur…

O’nun evli arkadaşları vardı. Bazen özenle bakardı o huzurlu sıcaklığa. Öyle ya en önemli kararını vermişlerdi hayatlarının, mutlu çiftlerdi. O da evlenmek ister. Çünkü evlilik güzeldir, huzurludur. Bir gün duyar ki adam sekreteriyle, Allahım hem de o kıçı kırık saçaklıyla yada o kel şişkoyla. Olacak şeymidir, aptalmıdır? Gül gibi karısı yada su gibi kocası vardır. Hangi akla hizmettir anlaşılmaz, anlayamaz. Bakar ki evlilik adına dünyanın tüm anlamlı sözcükleriyle düşünülen ne varsa, daha doğrusu düşünülemeyen akla sığmayan her şey başındadır artık…

O tüm unutulanları unutuldu sanmıştı. Nerededir ve nasıldır soruları rakısına çoktan meze olmuştu. Sadece son “yine söylenecek hiç bir şeyi söyleyemedim sanki sana” derken ki vedasını hatırladığı, ilk gördüğü gün içine aşkı düşen güneş yürekli adam yoktur artık. Ayrılmışlardır. Birbirlerinden çok uzağa düşmüşlerdir. Gitti ve doldu sanmıştır, zamanla, içinde ki kocaman boşluk…

O bekardı. Birini görür boşanmış. Oysa boşanan gençliğinde aklına hayran kaldığı bir dilberdir. Bilmez mi ne istediğini? Niye girer bu işe? Girdiyse niye bitirmez? Bilmez yaşamadan insan. Sevişiyorken bir gün sevişi-yorduğunu. Bilmez insan insanı ve gelecek olanı. Bilmez insan içine girmeden önce kendini ve karşısındakini çoğaltamadığında ne yapacağını. Ve hiç kimsenin değişmeyeceğini bilmez çünkü önceden bilinmez. Kör olmanın acısını anlamak için mutlaka birinin parmağını sokması gerekir yeşil gözlerine. Yoksa yüreğini ürpertmez yalnızca karanlığı hayal etmek…

O bazen anılarıyla teke tek oturur bir masaya. Bir şeyler uçuverir içinden. Biner hüzünlü geçmişinin köhne garından Ankara expresine. Güzel hatıralarla birlikte, o ilk acemi öpüşün yorgunluğunu hissederek, uçup gider benliği bir tren içini çizip geçerken geçmişe. Buz gibi oluverir içi. Hâlâ unutamadığını anladığında kocaman duvarlarla örülmüş geçmişine çarpar tren…

O’nun çocuğu oldu. Çok önemliydi. Nasıl bırakır insan bu aile ortamını? İşte hayatının en en önemli yanıt bekleyen denklemi: Ya yapmayacaktın ya da bırakmayacaksın. Ne komik değil mi? İdeal olanı bırakmamak. Ama ideal ne? Kim belirliyor? Neye göre ideal? Kimin başkasına bağışlanacak, başkası için vazgeçilecek bir hayatı var? O zaman sen karına bağışla bir başkası çocuğuna! Mesele film karesinin dışına çıkabilmekte. Oysa insan bilmez yaşamadan. Çocuklarınız sizin çocuklarınız değildir. Onlar hayatın kendi var oluş özlemi için doğan kızlar ve erkekleridir. Sizin vasıtanızla dünyaya gelirler fakat sizden bir hayat çalmaya gelmezler. Sizinle beraberdirler fakat sadece size ait değildirler. Onlara sevginizi verebilirsiniz hatta düşüncelerinizi de verebilirsiniz. Ama hayatınızı asla. Verebilecek düşüncenizin olması bile onlar için şanstır. Vücutlarını yanınızda tutabilirsiniz ruhlarını tutamazsınız. Ruhları yarın da yaşar onların yarınına gidemezsiniz. Onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama onları kendinize benzetemezsiniz çünkü hayat ileriye doğru yürür, dünde oyalanmaz. Siz yaysınızdır onlar geleceğe fırlatılmış ok. Okçu sonsuzda izi görür, okunun düzgün ve hızlı gitmesi için sizi bükebilir. Çünkü herkes en sonunda kendi vardığı noktayla ilgilenir.

Kısadan hisse: Kuşlarla uçmayı sonsuz gökyüzünde, yeşil çayırlarda yatmayı, çamura girip sürünmeyi, engin denizlerde temizlenip dalgalarla birlikte coşmayı, hem buz gibi suya girip hem ateş gibi yanmayı, gönlünü gül bahçesi yapmayı, bunları yaparken de bir bütün olarak sevginin ışığında yaşamayı becerebilmelidir insan. Çünkü arzuladığın cennet senin cennetindir. Ve mühim olan orda yada burada daima ve her şartta koşulsuz olan sevgidir...
 
     Beğenin    
Aldatma
ÖYKÜ | © Yazan Ayavar Cem KEÇE | Yayın Mart 2008
Aldatma toplumun yakından tanıdığı veya magazin dünyasının gözdeleri olan insanlar arasında yaşandığı zaman veya ünlü yazarlarımıza konu olduğu zaman gündemimize gelse de, yalnız cinselliğe dayalı bir birliktelik değil cinsellik barındırmayan duygusal bir ilişki de aldatmadır ve aldatmanın sadece kadın erkek ilişkileri bağlamında yaşanmadığı bir gerçektir. Aile, iş yaşamı, arkadaşlık ortamı ve sosyal yaşamda da aldatma veya aldatılma farklı biçimlerde karşımıza çıkar. Sonuçları açısından ilkine göre daha affedilir gibi görünse de tüm aldatmalar canımızı sıkar ve keyfimizi kaçırır.

ALDATMA

Aldatma daha çok duygusal boşluklar nedeniyle yaşanır.

Yasak aşklara özgü heyecanın tadının yanı sıra erkeklerin fiziksel yani cinsel açıdan değişik tecrübeler yaşamaya ihtiyaçlarından ve cinsel dürtülerini kontrol etmekte zorlandıkları için, kadınların ise duygusal gerekçelerle yani yaşadıkları umutsuzluk ve mutsuzluk nedeniyle aldatma yoluna gittikleri görülmektedir. Erkekler ile kadınların aldatmaları arasında başka farklılıklar olduğu da aşikardır. Yani kadın ve erkeğin aldatma nedenleri farklılık gösterir:

Konu aldatma olduğunda nedense önce erkekler potansiyel suçlu kabul edilir. Çünkü nikâh yüzüğünü takan erkeğin testosteronu düşmüştür ve kendini ispatlamak zorundadır. Aldatma duygusallığa dönüşmeden sadece cinselliğe dayalı yaşanırsa bu durum bazı erkekler için evliliklerini kurtarma şekli de olabilir. Erkek aldattığı zaman, duygularıyla toplumun baskısı arasındaki yaşanan sürtüşme, hakim ve güçlü olan erkek olduğu için büyük değildir. Erkekler aldattığında dikkatsizdir, kendisine daha fazla bakmaya başlar, yeni elbiseler alır, sık banyo yapar, yeni bir parfümler alır, rejim ya da egzersize başlar, akşam eve beklenmedik saatlerde gelip, işte sürekli bir toplantı hali yaşadıklarını ifade ederek hemen kendilerini ele verirler. Erkekler için gizli buluşmalar ve gün ortasındaki hızlı seks kaçamağı heyecan vericidir. “Yaşandı ve bitti hesapsızca” psikolojisi erkekler için çok yaygındır. Erkekler ilk adımı atıldıktan sonra kesin arkasını getirirler. Erkekler için aldatmak çok doğaldır ve genelde sarhoşturlar. Tesadüfen ayağına gelen bir şansı hiç bir erkek kolay kolay reddedemez. Aldatan erkek suçlu çocuk gibi bakar fakat bazen nedensiz yere eşinin bütün kusurlarını ortaya döküp kırıcı olabilir. Aldatan erkeğin seks yapma stilinde bir değişiklik olur ya da hiç seks yapmak istemez ve çocuklarına daha az zaman harcamak ister.

Kadın aldattığı zaman, duygularıyla toplumun baskısı arasındaki yaşanan sürtüşme ve çatışma gerilimli bir süreçtir. Bu nedenle kadının aldatması daha zor, daha derinlikli, daha heyecanlı, daha edebi ve daha zengin bir malzemedir. Kadınlar aldattığında çok daha dikkatli davranırlar. Her ayrıntıyı düşünürler. Çünkü kadınlar için günü birlik bir ilişkiden çok, uzun süreli ve duygusal bağları kuvvetli bir ilişki yani aşk yaşamak çok daha önemlidir. Kadınlar seks yoluyla bulaşan hastalıklar konusunda çok duyarlıdırlar. Kadın aldatmayla birlikte sevgi, aşk, romantizm, heyecan ve sürpriz arar. Kadın bir yasak ilişki yaşadığında yüzünde bir parıltı belirir ve her bakımdan çok çekici olur. Suçluluk duygusuyla kadın eşine karşı daha sevecen davranır. Kadın parfümünü değiştirir, saçıyla ve makyajıyla daha fazla ilgilenir, evde özensizdir, dışarı çıkarken daha farklıdır.

Çocukluktan gelen iç çatışmaları olan erkeğin aldatma olasılığı çok yüksektir. Aslında erkeklerin aldatmak için çok önemli bir nedene de ihtiyaçları yoktur. Maksat heyecan olsun, skor olsun! Çünkü çok sayıda kadınla ilişkiye girmek arkadaş çevresinde bir taktir göstergesi olarak algılanmaktadır. Hatta artı puan toplamak uğruna bu konuda gerçek dışı hikayeler anlatan erkeklerin sayısı az da değildir. Ayrıca erkekler birlikte çalıştıkları güzel, anlayışlı, uyumlu ve başarılı kadınlara da sık sık aşık olurlar. Son olarak evli ve çocuklu olan erkekler kendilerinden yaşça küçük genç kadınlarla birlikte olarak hala güçlü bir erkek olduklarını kendilerine ve çevrelerine kanıtlamaya çalışırlar. Kısaca erkeklere göre aldatmanın nedenleri şu şekilde ifade bulur: “Her erkek yapar, heyecan olsun diye, arkadaşlarımı etkilemek için, başka bir kadına âşık oldum, sarhoş olduğum için, eşimle sorunlarımız var, ortam öyle gerektirdi, olaylar öyle geliştiği için, karım benimle ilgilenmiyor, O’na acıdığım için, istediğimi elde edebileceğimi kendime kanıtlamak istiyordum, canım seks istiyordu, O’nu öylece eve yollayamazdım, karım kendisine eskisi gibi bakmıyor, cinsel isteğim fazla vb.”

Mutsuz olan kadının aldatma olasılığı da çok yüksektir. Kadının eğitiminin artması ve iş yaşamında daha aktif rol alması, aldatma konusunda erkek egemenliğinin kırılmasına yol açmıştır. Kadınlar, kişilik yapısına göre aldatma konusunda farklı tutumlar göstermektedir. Bir grup kadın duracağı yeri bilirken, bir grup kadın ise belirli bir çizgide ilişkisini devam ettirebilir. Bu, tamamen ilişkinin gidişatı ve kadının ruh durumu ile bağlantılıdır. Kadın aşıksa ve aldatılmak çok avam ve aşağılayıcı şekilde gerçekleşmemiş ise çok daha az vicdan azabı duyar. Kısaca kadınlara göre aldatmanın nedenleri şu şekilde ifade bulur:”Mutsuzum, çok zekiydi, tatmin olamıyorum, bir filmdeki erotizminden etkilendim, aşık oldum, beni çok ihmal etti, yeniden bir erkeğe ihtiyaç duyduğum için, yakınlık ve şefkat özlemi çektiğim için, kendimi yalnız ve terkedilmiş hissettiğim için, aylardır seks yapmadığım için, O’nu kendime daha fazla bağlayabilmek için, baştan çıkarmanın zevkinden, çok uğraştı, peşinde koşulan nüfuzlu biri olduğu için, istediğimi elde edebileceğimi kendime kanıtlamak istiyordum, O’na aşık olduğum ve benimle ciddi olduğu için, kocam beni aldattığı için intikam almak istedim, cazibesi ve esprisi olduğu için, O’nun üzerinde güç ve söz sahibi olabilmek için, dünyanın en harika erkeği olduğu için, o anın romantizminden, çok sık iş gezisine çıkıp beni yalnız bıraktı, çok güzel olduğumu söylediği için, kıskanç kocam beni hep kendisini aldatmakla suçladığı için bu kez gerçekten yaptım, sonsuz parası olduğu için, sesi çok seksi olduğu için, kendimi tümüyle teslim etmek istediğimden, beni sekse zorladığı için, kariyer yapmamda bana yardımcı olsun diye vb.”

Kısaca her iki cins için de aldatma bildik mazeretler ile anlatılamaya çalışılır:"O oradaydı, çok hoşuma gitti, çok sarhoştum, beni etkiledi, nasıl olsa bitecekti, aldatmak mı çok doğal, macera yaşamayı seviyorum, çünkü farkına varmıyor vb." Ayrıca “yasak aşk inanılmazdır ve başka bir olayda asla bulunmayan bir duygu yaşatır” düşüncesini de yabana atmamak gerekir.

Bilimsel olarak en çok görülen aldatma nedenleri de sırasıyla:
*Duygusal anlamda yalnız bırakılma,
*Eş ile iletişim kuramama,
*Cinsel sorunlar yaşama,
*Aşık olma,
*Yasak aşklara özgü heyecanın dayanılmaz tadı,
*Karşı cinsin cazibesine kapılma,
*Sürekli aldatma eğilimi,
*Bir ilişkinin içine istemeden çekilme,
*Aldatan arkadaşları taklit etme isteği,
*Egonun tatmin edilme hissi,
*Korunmaya muhtaç, tehlikede veya zor durumdaki karşı cinse karşı gelişen hamilik hissinin zamanla birlikte olma isteğine dönüşmesi,
*Yaşamın diğer alanlarında başarı gösteremeyip seksüel başarılarla avunma isteği,
*40 yaş bunalımı,
*Hiperseksüel bir gen taşıma,
*Manik hasta olma,
*Çapkınlıkla sakinleşme isteği,
*Eşcinsel dürtüleri bastırma ve gizleme eğilimi,
*İş stersini yenme çabaları vb.

Aldatma konusu yazarların her zaman gündeminde olmuştur. Son günlerde en çok tartışılan ve gündem konusu haline gelmiş olan ünlü yazarımız Ahmet Altan’ın son kitabı "Aldatmak" olmak üzere, yerli veya yabancı kaynaklı denemelerde, romanlarda, hikayelerde ve şiirlerde bu konu farklı zamanlarda, dünyalarda ve mekanlarda yaşanmış olsa da sıklıkla ortaya konmuştur. Simyacı'daki, "eğer bir şeyi gerçekten istersen, bütün evren onun gerçekleşmesi için işbirliği yapar" ifadesi, daha önceleri yazdığım ve bir önceki yazımda yer alan “Aldatma Üzerine Bir Öykü: İnsan Bir Yerde Kendini Bırakmalı... hikayemin özünü anlatmaktadır.

Aslında sorunlu ilişkiler nedeniyle ikinci bir ilişki yaşama isteği başlangıçta aldatma değildir. Aldatma var olan ilişkiyi bırakmayıp ona takviye ilişki kurmakla başlar. Çağdaş insanın kendi kendini aldatması ve aldanması da burada başlar. Burada yasak ilişki, var olan ilişkiye yardım eden ilişkidir ve iki ilişki bir zaman sonra ortak bir ilişki haline gelir. Bu durumda aldatan kendisini de aldatır aslında. İlişki içindeyken var olan problemleri aldatma ile bastırmaya ve çözümsüzlüğe bırakmak her tarafı da aldatılan haline getirir.
 
     1 Beğeni    
Ölüm Nasıl Dayanır Kapımıza
ÖYKÜ | © Yazan Ayavar Cem KEÇE | Yayın Mart 2008
“Ruhumu sonsuz alemlere gönderdim,
Dünyadan sonraki sırlara ersin diye;
Ve geri gelerek bana dedi ki,
Cennet de cehennem de kendi benliğindedir...”
Ömer HAYYAM

ÖLÜM NASIL DAYANIR KAPIMIZA

Gecenin ilerlemiş saatinde, hastane koridorlarının parlak ışıkları altında, derinlerden gelen ambulans sesini, benden önce duyan olmadı. Yanan kaloriferlerin de etkisiyle, yüzü yeni değiştirilmiş kanepelerde dinlenmeye çalışan ekip arkadaşlarımı aradım hemen. Acı bir frenle duran ambulanstan, genel durumu kötü, şuuru kapalı yaşlı bir adam indirdiler. Her yeri dağınık yaşlı bir hanım vardı yanında ve genzinden çıkan “kalp doktor bey” sözleri soğuk havanında etkisiyle gözleri açılan hemşirelerimin ve "Keke" lakablı doktor arkadaşımın yankılandı kulaklarında. Hastayı acil müdahale odasına alırken olanlardan ve söylediklerimden hiçbir şey anlamayan ve şaşkın gözlerle beni seyreden yaşlı hanımı, bezgin hasta bakıcımıza emanet ettim. Ekip arkadaşlarıma: "Nabız çok zayıf, solgun, vücutta herhangi bir yara bere yok. Hemen damar yolunu açın, ambu setini hazırlayın, hastayı entübe edeceğiz sanırım" dedim. Yaşlı adamın damar yolu açıldı, göğsüne elektrotlar yapıştırıldı, moniterize edildi. Elektrokardiyografisi ( EKG ) çekildi. "EKG de ne görünüyor" dedi Keke. "Durumu çok kötü, gitti gidiyor" dedim Keke’ye. Ne oluyordu! Anlamamız uzun sürmedi. Kalp kriziydi yaşanan. Ve hastayı kaybetmek üzereydik. Derken hasta fenalaştı, kalp fibrilasyana girdi ve ardından solunum durudu. Daha önce hazırlanan endotrakeal tüp ile entübe ettik. Damar ve hava yolundan ilaç tedavisini de verdik. Kalp masajı yaptık. Yanıt alınamayınca ve fibrilasyonda olduğu için 300 jull ile başladık defibrilasyona. Elektrik şoku ile yaşlı hastamızın bedeni gerildi ve birden büküldü. "Olmadı, yanıt yok" dedi Keke. "360’ı deneyeceğim" dedim. Ve defalarca denedik. Yaşlı ve ilk müdahalesi yapılmadan evden getirildiği için pek şansı yoktu, ama her türlü müdahaleyi yapmamız gerekiyordu. Yaptık da. Ama kaybettik hastayı. Ölüm tespitini yapıp, gözlerini kapadık ve üstüne de battaniye örttük.

Adli raporunu yazdıktan sonra sıra en zor olana işe gelmişti, nasıl söyleyecektim kırk yıllık eşine O’nu kaybettiğimizi? Savcı bakışlı yaşlı hanım ağzını açmıyor, korku dolu ve kimseye inanmaz gözlerle bana bakıyor, beni süzüyordu. Her mimik hareketimden anlamlar çıkarmaya çalışıyordu. Boğazım düğümleniyor, her tarafımın sırılsıklam olduğunu hissediyordum. "Kaybettik" dedim. Ne diyeceğini, ne demesi gerektiğini, nasıl davranacağını tamamen şaşırmıştı. Ağzı kurudu, yutkundu, boğazı düğümlendi, kalp çarpıntısı arttı ve çekingen bir tavırla: "Olamaz" diye inledi ve kendini kaybetti.

İnsan eninde sonunda kendi filmini yapar ve seyreder, gözlerini son kez kaparken hayata!

Geçip giden zamanda, bence, sorun filmin kısa metrajlı veya uzun metrajlı olmasıdır. İnsanı insan yapan bu filmin niteliğidir çünkü. İnsanın her adımı bu filmde bir karedir, renkli olması, tat vermesi elimizdedir.

Yinede şanslıyız, hayat filmi, ancak yaşayanların seyredebileceği bir film. Tersi en kötüsü, hiç doğmamak, hiç bilince ulaşamamak, insan olamamak.

Hayat dediğimiz nedir? Hayat acımasız, hayat güçlüden yana ve bu hep böyle olacak. Hayatla ölümün son dansı nasıldır? Ve hayatın sonunda var olduğu iddia edilen karanlık neden korkutur bizi? Ölüm gelince hayatın kapısını nasıl çalar? Nasıl dayanır ölüm kapımıza?

Mesleğim nedeniyle çok ölümler gördüm, çok can kurtardım, çok canda kaybettim. Meslekte geçen zamanın etkisiyle kazandığım tecrübeyle, ölümün geldiğini hisseder oldum. Önce bir serinlik hissettim, ürperdim, hastanın gözlerinde ölümü gördüm, anlamaya çalıştım, hüzünlendim, kendim için korktum, sonra bir umursamazlık ve yenilgi gördüm aynı gözlerde, son olarak huzur! Çünkü hayatı nasıl yaşarsa yaşasın, her insan ölünce huzura kavuşuyor bence. Sonsuz huzur, tam bir yüreklilik ve olgunluk ile elde ediliyor, ölüm kapıya dayanınca.

Ölüm huzurdur. Sonsuz bir ertelemedir ölüm. Ölüm, sürgün bittiği son noktadır. Yaşadığımız bütün endişeler, suçluluk, değersizlik duyguları, tüm korkular ve günaşırı intiharların bittiği yerdir ölüm. Bu nedenle, her yeni gün, hayat filmimizin karelerinin daha çok arttığı ve renklendiği, dolu dolu geçen, kabarık deniz dalgaları gibi heyecan veren, kazanılmış bir gün olmalı. Öyle yaşamalı ki insan, yıllar sonra, ömrü film şeridi gibi geçerken ve solgun yapraklar gibi hüzünlenirken, uzun ve renkli bir film seyretsin.En güzeli, en uzunu ve on iki dalda Oskar’lısı olsun seyrettiği filmlerin.
 
     Beğenin    
Kimse Yokluğunda Bu Kadar Sevilmedi
ÖYKÜ | © Yazan Ayavar Cem KEÇE | Yayın Mart 2008
KİMSE YOKLUĞUNDA BU KADAR SEVİLMEDİ

"Gel demeni bekleyemedim
Sana geldim
Gitme demeni bekledim
Gönderme beni diyemedim..."

Şaşırtıcı bir aşkın öyküsünü okumayan ve okuduktan sonra da kalabalığın arasında kendini bir an olsun Robenson gibi hissetmeyen ve bir aşk güzellemesinin kısa kesitlerinde hayatımıza dair yeni hayaller kurmayan yoktur. Gözlerimin altında oluşan torbalardan artık pek genç de olmayacağımı haykırırken aynalar, yatağımın altındaki eski gazetelere ve kitaplara takıldım bir süre. Tozlu bir kitap aldım elime, adı: Arkadaş Sevgili. Hayyam'ın değimiyle tutunamayanların öyküsü. Teori ve pratikte aslında bendim kahraman....

Okumaya başladım...

Gökyüzü pazen yıldız geceliğini soyunmuş, Ankara ile uyuşmayan bir şeylere isyan derecesinde yaparken protestosunu, şafağa doğru gecenin en can alıcı yeri, kış gecesi; otel odası gibi bölünmüş yüreklerden kaçıp, bir otel odasında, ellerine başka sevda değdirmeden, gözlerine göz baktırmadan ve en önemlisi sevebilen bir yürekleri yokmuş gibi davranıp gizli saklı birbirlerini bekleyen, bir kadın ve bir erkek arasında başlıyordu hikaye:
"Yetmez mi başlangıçlar?" diyordu erkek. "Yeter be erkeğim ama korkuyorum önce kendimden, sonra duygularımdan" diyordu kadın.
Erkek haykırıyordu:"Seviyorum seni diyorum, anlasana seviyorum."
"Yoksun, uzaksın ve olmayacaksın diye çok ahh çektim."
Kadın anlamışçasına başını eğiyor, "yanlış bir şeyler var" diyor ve susuyordu. Otel odası sessizleşiyordu.

Erkek çekiyordu gözlerini kadının dağınık saçlarından...

Dünya duruyordu sanki....

Şafağa yani toplumla birlikte yaşama savaşına kadar, siyah simsiyah gece ve en yakın dostu sessizlik; yavaş yavaş demlerlerken kafalarını, kadın kapandığı ve yüreğine taş bastığı odada yumdu gözünü, döne döne uçup giden bulutlar gibi uçtu gitti benliği. İlk öpüşmeleri gelmişti aklına. Nasıl da titremişti? Sıska bir dal gibiydi, kırılabilirdi hemen. Ne hayaller geçmişti kafasından o kısacık sürede. İlk öpüşmeleriydi ne de olsa, çatlak dudakları ilk kez yanıyordu, ilk kez arzu doluydu ve ilk kez paylaşıyordu karşıt sıcaklığını sevdalısının. Gözleri dolmaya başlamıştı, irkildi, fark edebilirdi erkek. Görsün istemiyordu. Gururluydu aptal olduğu kadar ve öylede kaldı...

Erkek başlamak istiyordu söze yeniden, konuşmak, bir şeyler daha söylemek istiyordu. Ama ne diyeceğini bilemiyordu. Öylesine kaldırdı kafasını, göz göze gelmekten korktuğu halde, baktı, rahatladı. Başı önündeydi kadının göremezdi O’nu. Bir süre seyretti kadını. Daldı kadın gibi. İlk buluştukları günü hatırladı. Yeşil bir gömlek giymişti kadın, üzeri beyaz dantelli, saçları salıktı, baharı andırıyordu gözleri, yeşil canlı ve sıcak bakıyordu. Ne çok sevmişti O’nu tanımadan henüz, belki gözleri kamaşmıştı, saçlarından güneş sızıyordu, ayrı bir mistizmi vardı o ilk anın, elini uzatmıştı, kavramıştı uzatılan eli sımsıkı. Ne sıcaktı, nelere gebeydi bu, elini veren kolunu verir misali. Dolaşmışlardı saatlerce hiç ayrılmadan elleri, sonra gece olmuştu, ayrılmışlardı, üzülmüştü, yine üzgümdü ve kendine geldi...

Özlemin buruk bir tadı vardır. Hele özlenen kişi "kimse yokluğunda bu kadar sevilmedi" diyebileceğimiz kadar tarif edilemez duygularla kazınmışsa kalbimize...

Erkek belleğinde garip bir boşluk, yine daldı. Kumsalda yalnız olduğu bir günü ve çıplak ayaklarını anımsadı, kuma gömülü duruşlarını, düzensiz dalgaların gelip gidişini. Kendince bir kehanete inanmıştı dalgalar parmak uçlarına değerse seviyordu O’nu kadın. Bir süre umutsuzluk ve yalnızlık içinde beklemişti. Yüzlerce dalga geçip gitmişti. Erkek ise kıpırdamadan durmuş, hayal kırıklığını denize göstermemeye çalışıyordu, ta ki beklediği olana kadar: Güneşin altında pırıl pırıl bir mavi dalga sahile çarparak beyaz köpükler halinde dökülmüştü, kumsal boyunca uzanarak bekleyen ayaklarına, oradan bileklerine ve dizlerini bulmuştu. Ayaklarının altında ıslak kumların çöktüğünü hissetmişti ve aynı anda hem paniğe hem de büyük bir sevince kapılmıştı. Deniz O’na, kadının O’nu sevdiğini söylemişti. Dünyalar O'nun olmuştu. Oysa şimdi yalandı her şey sevmiyordu....

"Mutluyum demeyi öyle çok isterdim ki" dedi kadın...

Bir iki derken fazlasıyla kaçırdığım viskinin de tesiriyle ağırlaştı gözlerim. Kitabı okumaya ara verdim, kapı arkasında ki elbiselerime takıldı gözlerim, süzdüm onları, hepsi benim gibi birbirinden yorgun görünüyorlardı. Üstelik benim hayatımdan daha düzenli sayılırlardı askıdaki hayatları.
Daha sonra mı?
Boş verin...
 
     Beğenin    
Kaybolan Fotoğraflarıma Sor Beni
ŞİİR | © Yazan Ayavar Cem KEÇE | Yayın Mart 2008
KAYBOLAN FOTOĞRAFLARIMA SOR BENİ

madem bizler çamurdan halk edildik,
sebep ne ki; Hak tanısın eksik, gedik?
kusursuzsak neden bizi kırıp döker?
kusurluysak acep kimde bu eksiklik?!
Ömer Hayam

odamın penceresi açılıp
şehir tüm gürültüsüyle içeri girmeden önce
yeni uyanmaya başlamıştım
dişlerimi sıktığım için zonklayan çenem
dün geceden kaldığımın habercisi yanan midem
ve acıyan genzim
kötü bir günün habercisi gibiydi
karanlık bir geceden sonra
uyanılmayacak kadar bir kör dışarıyla
kötü bir sabahtı

önemsiz mutsuzluklar
gülüşler ve sövgüler
ve yeşil renkli göz yaşlarımla dolu
çok daha canlı olduğum gecenin aksine
kımıldamıyordum

"hiç bir şey istemiyorum
adını haykırmak
seni aramak
seni bulmak
yarım kalmış şiirlerimden birine daha başlamak
ve çürümeden gayrı
hepsi bu"

böyle dedim
yüzünden bir damla yaş düştü
yağmur bastırdı

”Fikret Kızılok gibi yana yana
Rumeli İşkembecisini aradığın
izmariti bol sokaklarında
evlerinde bu kentin
kaybettiğin yerde yani
ara beni” dedin

“Kuğulu Park’ta sokak lambasının altında şekillenen yamalı hayalime
kaybolan fotoğraflarıma sor beni” diye ekledin

ve gittin

derken kan ter içinde uyanmışım
 
     Beğenin    
Ayrılıklar Aşka Dairdir
ŞİİR | © Yazan Ayavar Cem KEÇE | Yayın Mart 2008
AYRILIKLAR AŞKA DAİRDİR…

”sevgili
seninle bir pergel gibiyiz
iki başımız var
bir tek bedenimiz
ne kadar dönersen döneyim çevrende
er geç baş başa verecek değil miyiz”
Ömer Hayam

AYRILIKLAR AŞKA DAİRDİR…

herkesin kendi kaderini kovalamakla meşgul olduğu bir zamandı
bütün şehir birbirine benzerdi
uzak diyarlardaydın
nisan yağmurlarıyla çıkıp gelmiştin
bir gül yaprağı gibiydi ipeksi tenin
yavaşça elini elime tutuşturmuştun
gözlerimi gözlerine hapsetmiştim
yüreğime işlemişti sesin soluğun
gözlerin gözlerimdeyken
gözlerine değil
o gözlerin gördüğüne vurulmuştum ben
Tanrısal olduğu söylenen olanca yalnızlığımla
senin hiç haberin olmadan
böylece başlamıştı
bir çocuk saflığında sevmiştim seni
aşk olmuştum kendimce dudaklarında
ve en güzel sevdaları
en büyük acıları bırakacaktın kollarıma
bilemezdin

hava erken kararmıştı
susmuştu ve akşamı beklemişti gözlerim
yorgun güneş çoktan kızıllaşmış
ve alacakaranlık basmıştı
kuru bir yaprağı dalından düşürecek esintili bir yaz akşamıydı
uzak seslerin geliyordu derinlerden
elimi uzatsam tutacak kadar yakındın
gözlerine bakmaya
gözlerinle konuşmaya hasrettim
sana dokunmak evreni avuçlarımın arasına almak gibi bir şeydi
yokluğun canımı acıtırdı
en büyük korkumdu sensizlik
ve korkularıyla yüzleşen cesur bir insan değildim
anlamıyordun

ay dolunaydı o gece
gökteki yıldızların meze yapıldığı
yeni konulmuş bir kadeh rakı kadehiydim dosthanelerde
bütün benliğimle sana delice aşık olduğum söylenirdi
ki öyleydim
dedim ya ilk gördüğümde sevmiştim seni
saçların fırtınadan dağınıktı
kıyametler kopmuştu yüreğimde
ve daha sonra bütün gece düşünmüştüm
benzersiz olduğun için mi güzeldin
yoksa güzel olduğun için mi benzersizdin
konuşmadan
dinlemeden
söylemeden
seni anlıyordum
biliyordun
 
     Beğenin    
Tırnak Arası Kelimeler
ŞİİR | © Yazan Ayavar Cem KEÇE | Yayın Mart 2008
ŞİİR: TIRNAK ARASI KELİMELER

“her şeyi geride bırakmak zorunda kalmak ne kadar acı
yine o akşam ki gidişinde olduğu gibi
kafeste kuş gibi
çarpmak istiyorum odanın duvarlarına kanatlarımı”

TIRNAK ARASI KELİMELER

yoksulluğun tam ortasında
“gel” demeni bekleyemeden
sana gelmiştim
söylemek çok zor olsa da
“kal” diye haykırmanı
“biraz daha kal”
“gitme” demeni beklemiştim
demedin oysa
hatta ardına bakıp kıyametler koparmanı da beklemiştim
gözlerin buğulu
susmakla konuşmak arası bir şekle bürünüp
“sevmeyi becerdiğim anlarda senin kadar sevemedim”
“her şey güzeldi”
“denedik başaramadık”
“ama...” dedin sadece
bu son cümle oldu dudaklarından dökülen
ama’dan sonrasını söylemek çok zordu
yutkunup kaldın
sustun bir zaman
devrildi bir dağ bir başka dağın sırtına
“keşke bitmese” dedim içimden
bakışmadan
konuşmadan
beni bana verdiklerini düşünmeden
çekip gittin
bu kolay olanıydı
bunu seçtin
söz vermiştin bana
verdiğin en büyük sözdü
ne olursa olsun yılmayacaktık
inanamadığım
inanmayı bir kez bile düşünmediğim bir çok şeye inandırmıştın beni
oysa yaptığın çekip gitmek oldu

“kal” demek neden bu kadar zordu
tek bir kelimenin ardında neden bu kadar ağır yük vardı
soruların anlamı yoktu artık o zaman diliminde
söylediğim her tırnak arası kelimeyi fırlatıp atarcasına boşluğa
öyle soğuk
öyle yalandın
öylece kala kaldım
gücüm olsaydı da sana aşkımı tekrar anlatabilseydim
çıkmaz yollara yöneldin
farklı mevsimlerin farklı zamanlarını seviyorduk sanki
bu kadar bize yabancı
bu kadar kolay olmamalıydı
duygularımızın bir anlamı olmalıydı
soyka yüreğimdeki gül bahçesinin bir anlamı olmalıydı
sağanak yağmalıydı
yanakların ıslanmalıydı
savaşmalıydık
savunmalıydık sevgimizi
o kocaman yüreğin dağları devirmeliydi
“vazgeçemem”
“vazgeçmem” demeliydin
işte duymayı en çok istediğim
ve en çok ihtiyacım olan kelimelerdi bunlar

senden gelecek tek bir haberi beklerken
yüreğim parçalanırcasına ağladım
bir hüzün adası olmuştu bedenim yüreğim
çok acı çektim
özlem şarkılarını ezberledim
her gece karanlığa dikip gözlerimi
kimini bağıra çağıra kimini fısıltıyla defalarca söyledim

“dudağında son bir türkü gül pembe
hala hep seni çağırır
hala hep seni söyler”

gidişin değil
belki bir umutla dönersin diye beklemek öldürdü beni
mevsimler bir bir değişti
senin özleminle sırılsıklamdım her mevsim
dökülen yaprakların yerini yeni yapraklar aldı
bir baştan bir başa sökülmüş yüreğimde ki hazan mevsimi hiç değişmedi
bekleyişimin öyküsünü kimselere anlatamadım
sağnak yağmurlar kesildi
sonunda içimi dağlayan gururuma yenik düştüm
doğru yada yanlış bir karar almalıydım
“ben sevdim”
“ben çok sevdim” dedim
“sevdamı kaybettim hükümsüzdür”
“bir masaldı yaşadıklarım”
“yaşamadın say” dedim
“gönderme beni” diyemedim
“beni bırakma” da diyemezdim
hakkım yoktu
tek kelime edemezdim
çok geç anladım

bencildin

her şeyi geride bırakmak zorunda kalmak ne kadar acıydı
yine o akşam ki gidişinde olduğu gibi
kafeste kuş gibi
çarpmak istedim odanın duvarlarına kanatlarımı

çok kanadım

başka bir yol olmadığını bilmek
ayrılığın kendisinden de çok acı vermişti bana
yüreğimdeki tüm gülleri soldurdun
susmuştum

yaşadıklarımızı anlatan
ve yüreğini kanatacak şiirimin sonunda
itiraf etmek gerekirse
“kal” deseydin
kalırdım

anlamadın

yordu beni bu şiir
kısaca
bir Mecnun'dum
ama Leyla'm yoktu
 
     Beğenin    
Uzun Yağmurlardan Sonra Bir Gün
ŞİİR | © Yazan Ayavar Cem KEÇE | Yayın Mart 2008
ŞİİR: UZUN YAĞMURLARDAN SONRA BİR GÜN
“Öyle ya bırakıp giden benim her zaman olduğu gibi şimdi de, “giderim” tehditlerini savurmama gerek kalmadan, ama gitmeyi de belki ilk defa istemeden yola koyulan. İşte korkunun alacakaranlığı çöküyor üzerime ve: Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum, çünkü o zaman yaşamak için bir sebebim olmayacak….”
Paulo Coelho - Simyacı

Uzun Yağmurlardan Sonra Bir Gün...

yağmurluydu.
yağmur dolu bir memleketti.
ağlamaklı bakardı hep gökyüzü…

uzun yağmurlardan sonra bir gün,
kızılcık şurubu kıvamında,
anıları ve yalnızlığıyla başbaşa,
yeryüzü sürgünü olduğunu anlamış
kır saçlı bir sevda mahkumu çıkar son yolculuğuna...

anlamıştır iflah olmaz biri olduğunu...

neresinden tutacağını bilemediği,
soru işaretleriyle dolu
hüzün dışında tüm misafirlerini kovduğu bir hayata küs,
yüzünde acı bir gülümseme,
yüreğinde sevdalısıyla bakışırlarken hiç göz kırpmama özlemi…
içinde ölüm duygusu...

uzun kirpikleri ıslak,
kış bakışlı serçe gözlerinde hüzünlü bir kaç damla yaş,
buz tutmuş sırça bıyığında gözyaşları kış.
dudaklarında sıradan sözcükler,
ardında son bir bakış,
ardında sonbaharın etkisiyle etraftaki kuru yaprakları dansettiren asi rüzgar,
ardında silinmeyen ayak izleri,
ardında birkaç dost,
ve sevdalısı...

”elveda” der sanki son kez.
canının “bunu her zaman söylemem gönderme beni” deyişini hatırlayarak.
”elveda” der ağaca tırmanan tırtıla, bahçede yeni açmaya çabalayan tomurcuk güle, büyümeye çalışan yeşil otlara, rüzgârla savrulan yaprağa, gökyüzünde dönen bulutlara...
elveda...

çeker geceler boyu eriyip kaybolduğu
eski günlerine dair hayat kırpıntılarıyla dolu evinin kapısını.
biraz daha tükenmiş,
biraz daha yorgun.
çaresizliğine kahreder.
kimseler görmeden,
“oy yüreğim!” diye inler,
hıçkırarak ağlar.
ve masum yüreğini suçlar…

sonsuza kadar kalacağı düşüncesiyle yapılan
fakat ertesi sabah eriyen sıradan bir kardan adam gibi hisseder kendini,
Nietzsche'nin deyişiyle maymunla üst insan arası bir insan.

kulaklarında “sayısız yol var burada, sayısız seçenek” diyen şairin çınlayan sesi,
son kez döner ardına,
ayaklar altına alınmış onuruyla
“sevmeyi öğretmiştim oysa” der gibi birkaç kelime dökülür dudaklarından...

kendini çepeçevre saran eski paltosuna biraz daha sarılarak
iki eli paltosunun yan çeplerinde,
ayaklarının altında sararmış yapraklarla bir başına yaptığı düşünceli yürüyüşüyle
karanlık
yitik
nemli
ve izbe zamanda kokusunu duyarak sevdalısının,
vedalaşmayı bile beceremeden,
mahkumiyetinin bilincinde,
düşer yollara...

bir çok “ama” lı cümlecikle dolu
derin bir yarayı kanatıp dururken zaman,
geçmişinin dökümünü yapar:
hoyratça çiğnenmiştir kalbi.
derin bir ahhhhhh çeker…

yaşamını her sorgulayışına aldığı cevap koca bir “hiç” ken
beyninin köşelerinde ödeşemediği,
silkeleyip bir çırpıda atamadığı geçmiş anılarıyla
her şey düzmece bir dinginliğe gömülür…

anlamıştır,
kalmamıştır kardelen ısrarı.
hayatın kıyısındadır.
hayatın elvedasındadır.
yalnızdır.
düşlerinde intihar tutkularıyla kendincedir artık...

bırakma vaktinde uçup giden hayaller ve umarsız kelimeler,
bırakmıştır.
vazgeçme vaktinde akla ziyan düşünceler ve kırgınlık,
vazgeçmiştir.
yılgınlık vaktinde ayrılık ve ölüm.
yılmıştır.

her taraf karanlıktır…

hoş gelir,
sefa gelir ölüm…

ölüm,
uzun yağmurlarda,
dinmeyen kışta,
sararıp solan yaprakta,
karanlık gecede,
apaydınlık günde,
sislerin içinde,
göğsünün son kez kabarmasından sonra,
ölüm heryerdedir.
ölüm masumdur.
ölüm hüzünlüdür.
ölüm hayata son bakıştır.
ölüm hatırlatıştır…
 
     Beğenin    
Kötü Rüya
ŞİİR | © Yazan Ayavar Cem KEÇE | Yayın Mart 2008
KÖTÜ RÜYA

yokluğunda
sana sevgimi göstermek için bir demet değil
sadece tek kırmızı gül verebildiğim gün gibi
yorgun ve gergindim
hayatımın en güzel anlarını yaşattığın bu şehrin arka sokaklarında
her zaman olduğu gibi
aklımdaydın

içimde derin bir boşluğu yaşatıyordum
büyütüyordum
ve en sevdiğin halimle
yani yalnızlığımla besliyordum onu
her geçen gün boşluk derinleşiyordu
gittikçe ağırlaşıyordum
asi ve örselenmiş ruhuma ve bedenime
yokluğunun acısı doluyordu sanki
karanlığın adamı deli eden ayazını yaşıyordum

her bir hücreme yalnızlığım el sallıyordu
elinden şekeri alınmış çocuk gibiydim
ne yeteri kadar dayanma gücüm
ne de sabır taşımın daha fazla yontulacak bir köşesi kalmıştı
ağlıyordum
göz yaşlarım hüzünlü yüzüme koruma kalkanı oluşturmuştu
kötülüklere karşı
gözlerimdeki pırıltı
hayat güneşim batmıştı
yeniden doğacak mı bilmiyordum
gözlerim hep buğulu kalacak diye korkuyordum
hep buğulu gözlerle yeni gelen güne merhaba diyordum

hayatımın anlamını
yani hayatımdaki en değerli şeyi yürütmüştün
alıp ve gitmiştin sadece

çürüyordum
zamanın çok yavaş ve acımasız ilerlemesi beni öldürüyordu
ve korktuğum karanlığa
yanılıp kaybettiğimi yüzüme haykıran karanlığa daha çok yaklaşıyordum
içimdeki karanlık kokuya bulanıyordum
ölüm çok yakındı
Tanrı'nın içimizdeki yokluğundan bile yakındı
okuduğun ve beynimin sahiline vuran bu şiir
kalbimden çıkan bu hüzünlü rüzgar
buğulu gözlerim
bir nehrin sonlandığı deniz gibi
bu karanlıktan geliyordu
ölüm gibi

artık gitme zamanı gülüm
her şey boş geride kalan
buğulu gözlerimi ve
bir insanı tutkuyla
beklentisiz
delice sevmenin ne anlama geldiğini bilen
yeni bir sevdayı yasakladığım soyka yüreğimi okşa
ve bitsin
bu kötü rüyadan uyanayım
 
     Beğenin    
Saçların Eskisi Gibi Parlamıyordu Artık
ŞİİR | © Yazan Ayavar Cem KEÇE | Yayın Mart 2008
ŞİİR: SAÇLARIN ESKİSİ GİBİ PARLAMIYORDU ARTIK

“hayatın ne anlamı var
yanımda sen olmayınca
yaşamın ne tadı var
yanımda sen olmayınca

aşkın hasret çölüyüm ben
bir gözyaşı gölüyüm ben
yaşayan bir ölüyüm ben
yanımda sen olmayınca

nasıl çekmem kadere ah
yazan yazsın bana günah
gecelerim hep simsiyah
gecelerim olmaz sabah
yanımda sen olmayınca

bence ölüm ayrılıktır
sensizliktir yalnızlıktır
her nefesim hıçkırıktır
yanımda sen olmayınca”

Zeki Müren

saçların eskisi gibi parlamıyordu artık…

Zeki Müren’den “yanımda sen olmayınca”yı dinlerken
Zahter’de gece yağıyor üzerime
hissediyorum
kanıma karışan rakı kadar
içime çöken karanlık hissi bundan olsa gerek
alkol beynimdeki kurtları öldürmüyor
hepsi başka bir hayatın giriş paragrafı olabilecek anılarımı sessizce karşılıyorum
iliklerime kadar
bir kişinin yüreğinde kaldıramayacağı kadar hüzün doluyorum
yüreğimin sol yanında varlığını seziyorum hatta
hatta hayalin perde gibi iniyor
güvercin niyetlerinden çekilmiş fotoğraflar gibi gözlerime
gözüm görmüyor
“ne kahredici bir gece bu içimdeki
ne unutulmaz bir sevda yüreğimdeki” diyorum
“yaşamın ölüme olan kesin yolculuğu yakın herhalde” diye de ekliyorum
neden olmasın
yaşlandım da üstelik
ellerim terliyor
usulca rakı kadehini bırakıyorum masaya
denizsiz bu kentte seni
denizin ortasında martı seslerini özlüyorum
yerine getirilmemiş sözlerimizi
müzikte sessizliği
dilde dönmeyişimizi
yakılan mektuplarımızı özlüyorum
yüzümü caddeye çeviriyorum
en yüksek dalına erkekliğimi astığım kavaklara
erkeklik sütüme benzeyen sütleriyle incir ağaçlarına bakıyorum
uzaklara
gerçekler ve yaşanmışlıkların birbirine karıştığı en uzaklara
uzakların da uzaklarına bakıyorum
hastaneye yatırılıp yatağa bağlanmak
ve sonsuz bir uykuya dalmayı istiyorum
elimi tekrar uzatıp rakı kadehine
haykırıyorum
şerefine

şimdi dinle

son gördüğümde seni
İstanbul’da yani
gözlerin eskisi gibi bakmıyordu
kendine olan inancını çoktan yitirmiş gibiydi
gözlerin cansızdı
saçların eskisi gibi parlamıyordu artık
yaşam çok ağır geliyordu
dudakların olur olmaz her şeye bir şeyler ekliyordu
konuşması gereken yerlerde ise susuyordu sanki
bir yerinden tutunmuştun soyka hayata
ikizlerinin ilk günleri gibi tutunduğun yer elini acıtıyordu
kanatıyordu zaman zaman
umurundaydı geçen yıllar
“bir şeyler yapmak gerek” diyordun
yeryüzündeki zavallı varlığını sona erdirmeye cesaretinin olmayışı gibi
bir şeyler yapacak gücün de yoktu
tüm kanamaların ve acıların da bu yüzdendi
kimi zaman geçmişine asıldığında ellerin
beni çok özlediğinde ve yanımda olamayınca yüreğin
hayat kavgasında ezilenleri gördüğünde gözlerin
uykusuz geceler yatağında düşündüğünde beni başın kanıyordu
kimseye bir şey söylemiyordun
kimseyle paylaşamıyordun içindeki derin yalnızlığı
kendimden nefret ediyor
dönüştüğün şeyi yok etmek
öldürmek istiyordun
gözle görünen acılarından çok
ruhundaki fırtınalar
ve rahmetli Cem Karaca’nın “hep kahır hep kahır” deyişi yıpratıyordu seni
bunları da benimle paylaşamadığın için kanıyordun işte durmaksızın

“gidiyor musun” diye sordum
“gidiyorum” demiştin bana
sabahlarımızdan birinde
Cumhuriyet’in pazar bulmacasını çözmemiştik daha
sözsüz bir anlaşma gibiydi bakışın
sustuk
terk edilişler hep bir bahaneyle süslenirdi
bahanesiz ama sevgi dolu bir ayrılıktı bizimkisi
sessiz oldu
bizim kentte ölüm sessizdi
yaşamın uzunluğu ve hayatın çeşitliliği ne şaşırtıcı
tek bir kötü söz söyleyemeden
tek bir cevap alamadan
işte böyle rakı kadehi gibi
en güzel gecelere saklanan Fransız şarabı gibi
bitmişti her şey
görmeyecektim
duymayacaktım
hissetmeyecektim
dokunamayacaktım
tadamayacaktım
ağlayamayacaktım
evet ağlayamayacaktım
dahası inanmayacaktım
hayatla tekrar göz göze gelecek
yaşadıkça aklımdan
ve yüreğimden çıkaramayacaktım
öpemeyecektim
acıları yüreğimden beynime
kanıma
damarlarıma
parmak uçlarıma akıtıp dönüştüremeyecektim
başkasını senin gibi sevemeyecektim
yaşama sevinci denen şeye hiç sahip olmayacaktım
yüreğim sızladığında
seni uyurken seyretmek için gece sessizce odana giremeyecek
gözlerim ağlamaklı kapına gelemeyecektim
beni neden bıraktığını hiçbir zaman anlayamayacak
senin bana her zaman gösterdiğin anlayışı gösteremeyecektim
her günahımın ardından bir bahane aramayacak
bu kahrolası nevrotik dünyada
topluca tüm günahlarımı sana adayacaktım
ve pişmanlığı bile yaşayamayacaktım
o pişmanlığın geberten sancısıyla kıvranmayacaktım
çünkü ben yokluğunda bir hiçtim
terk edişinin anlamı buydu işte
okyanus dalgalarıyla ufalanan kayalar gibi
hiç olmak
zamanla anlamları değişen
manasızlaşan sözcükler gibi
toprak altında çürüyen bir canlı bedeni gibi
yok olmak

sadece düşünerek ölünmeyeceğini çok önceleri keşfetmiştim
işte benim kanamalarım da bu keşifle başlayacaktı
hiçbir sarılışımız
hiçbir öpüşümüz bir başlangıç olamamıştı
hepsi birer vedaydı
ağlamak ise gelenekti
ama nicedir ağlamıyorum
ağlayamıyorum
belki unuttum
belki sertleştim

“dönüştüğün şeyi yok etmenin tek yolu bumuydu” diye sordum
“neden” dedim
“etrafımda olan bitenden bir şey anlamadan evlendim” dedin
“benim nedenim kesinlikle bu değildi
kendi huzursuzluğumu azaltacak birini aramıyordum
birini bile aramıyordum
sadece evlendim” dedin
“kendime biçtiğim tek ölüm buydu” dedin
“evet biz kadınlar böyle akıl almaz şeyler yaparız” diye de ekledin

şimdi son olarak
bir kadın ve erkekten çok
birbirlerinin yaralarını salyalarıyla iyileştirmeye çalışan
yaralı
iki hayvan gibi sevişmek istiyorum seninle
söyleniyorum
sızlanıyorum
susuyorum
her dokunuşta eski bir yarayı kanatmaktan
“seni hala seviyorum” demekten korkuyorum
korkularımı hep bildim

sessizlik
 
     Beğenin    
Kırçiçeği
ŞİİR | © Yazan Ayavar Cem KEÇE | Yayın Mart 2008
KIRÇİÇEĞİ

dağ başında bir çınardım
yalnızdım
ömrüm hep birilerini beklemekle geçiyordu
bazen kuşlar gelir konar
sohbet ederdik
fakat uzun sürmezdi mutluluğum
hemen uçup giderlerdi
uzaklara
bilinmeyen ellere
“ah“ derdim
“benim de kanatlarım olsa“
“bende uçabilsem o diyarlara“
“mesela bir ormana“
“yalnız kalmasam“
yalnızlık
acımasız yalnızlık
benim yalnızlığım

günler birbirini kovalıyordu
uzun bir gece olmuştu
sabaha karşı dalmıştım
uyumuştum
şafak kızıllığında açtım gözlerimi
yeni bir umutla
ve de özlemle
bir de gördüm ki
yanımda bir kır çiçeği açmış
“merhaba” dedi bana
“merhaba” dedim
birlikte güneşin doğuşunu seyrettik
o ilk defa gördüğü güneşi izlerken hayranlıkla
ben de O’nun güzelliğine bakıyordum
aynı hayranlıkla
çok güzeldi
rengarenkti
gençti
tazeydi
görse Sultan Süleyman bile kıskanırdı
konuşmaya başladık
O’na çevreyi anlattım
uzun sürmedi
zaten anlatacak pek bir şey yoktu
ben de O’na hayallerimi anlatmaya başladım
beğendi
“hayallerine tercüman olduğumu” söyledi
mutlu oldum

sıcak bir günün bitimine doğru
serin esiveren bir yeldi benim için
sevmeye başlamıştım O’nu
bazı geceler düşünürdüm
“O’da beni seviyor mu“ diye
artık yalnız değildim
mutluydum
seviyordum

bir gün O’na
“seni seviyorum” dedim
“bu sevgi benim mutluluğum” dedim
“bunu hissettiğim sürece seveceğim” dedim
“ben de sevdim seni” dedi
başımızı kaldırdık güneşe
ortak oldu mutluluğumuza

ne güzeldi sevmek
ne güzeldi yalnız gecelerin kabuslarından sonra
paylaşmak bir şeyleri
karşılık beklemeden sevmek
vermek herşeyini
zaten sevgi de bu değil miydi

yine bir kızıllık vaktiydi
akşam kızıllığıydı
sevmezdim akşamları
aldı götürdü bir hain rüzgar
gitti kır çiçeğim
sevmeye doyamadan
öpemeden
doyasıya koklayamadan
gitti
koyup gitti beni uzaklara
bilinmeyen ellere
ağladım
kimsesiz kalmıştım
yine yalnızdım
yine korku
ve çığlıklar hakim olmuştu gecelerime
özlüyordum
yaralıydı yüreğim
yanıyordu
sağnak yağmurlar söndüremedi ateşimi
kuruyordum
soldum
ölümün soluğunu hissediyordum
ama korkmuyordum ölümden
yaşamın çağıltılarına kulak asmıyordum
unutamadığım güzelliği
ağlamaktan şişmiş gözlerimin önünden gitmiyordu
gidemezdi

sevmiştim O’nu
Ferhat gibi sevmiştim
Mecnun gibi sevmiştim
ölümüne sevmiştim
etimle tırnağımla sevmiştim
ve öldüm
ve hoş geldi ölüm
dilden dile dolaşacaksa türkülerimiz
sefa geldi ölüm
 
     Beğenin    
Düş Güçü İradenin Gerçeğini Yener
ÖYKÜ | © Yazan Abdullah TOPAL | Yayın Mart 2008
Düş güçü gerçeği yener…



Bütün davranışların atası düşüncelerimizde gizlidir. Koskoca bir çınarı var eden nasıl bir çınar nüvesi ise ve nasıl bir çınar tohumu olmadan oluşmazsa, düşüncelerimizde oluşmadan davranışlarımız oluşmaz. Çünkü her şeyin özünü oluşturan bir olgu vardır. Bu olgu pozitif olduğunda oluşan sonuçta pozitif olabiliyor.


Düşüncelerimiz duygularımızı, duygularımız davranışlarımızı ve davranışlarımız da hayatımızı oluşturur. Hayatımızın iyi olmasını işitiyorsak İnançlarımızı pozitif tutmalıyız.


Nasıl bir bilgisayar ekranında görülen programın yansıması ise yaşamda görülen ve asıl olan sadece düşüncelerimizin yansıması olmaktadır. Ayna sadece kendine yansıyanı gösterebiliyor. Biz aynaya nasıl bakarsak onu görebiliyoruz. Çünkü bu gün yaşadıklarımız dükü düşüncelerimizin eseridir.


Yarın yaşayacaklarımız da bu gün düşündüklerimiz ve yaptıklarımızın toplamı olacaktır. Asıl olan zaman şu an yaşanan zamandır. Dün ve yarın sanal zamanlardır. Sanal zamanlara ise yapılan her müdahale başarısızlıkla sonuçlanmaktadır.O halde neden kendimiz için pozitif düşünmeyelim ki…


1950’li yıllarda bir İngiliz şilebi Portekiz’den aldığı Madura şaraplarını İskoçya’ya götürür. Demir attığı limanda yükünü boşalttıktan sonra şilepte çalışan denizcilerden biri unutulan şarap kolisi kaldı mı diye denetlemek üzere soğuk hava deposuna girer. Onun içerde olduğunu fark etmeyen başka bir denizci ise kapıyı dışardan kilitler. Soğuk hava deposundan mahsur kalan denizci var gücüyle bağırır, çelik duvarları yumruklar, ama sesini kimseye duyuramaz. Çakısıyla içerden açmaya çalışır kapıyı, mümkün değildir. Boş şilep yeni yükünü almak üzere Portekiz’e doğru yola çıkar.


Mahsur denizci depoda açlıktan ölmeyecek kadar yiyecek bulur. Ama deponun dondurucu soğuğuna fazla dayanamayacağının bilincindedir. Kapıyı açamayan çakısıyla çelik duvarlara kendisini bekleyen ölüm sürecini yazmaya daha doğrusu kazımaya başlar. Gün be gün adeta bilimsel bir titizlikle soğuğun vücuduna önce uyuşturucu sonra yavaş yavaş öldürücü etkilerini el ve ayaklarının nasıl duyarsızlaştığını donan burnunu ve buz gibi havanın dayanılmaz yakıcılığını anlatır.


Şilep Lizbon’a demir attığında soğuk hava deposunun kapısını açan kaptan zavallı denizcinin cesediyle karşılaşır. Duvarlara kazıdığı acılı sonu okur ve kendisi de hayretten dona kalır. Çünkü soğuk hava deposunun derecesi 19’dur.İskoçya’ya götürdükleri Madura şarapları 18 derecede taşınmayı gerektirmiştir. Şilep yükünü boşalttıktan sonra soğutma sistemi kapatıldığından deponun sıcaklığı 1 derece de yükselmiştir.


Sonuçta denizci donarak ölmemiş, donacağını düşündüğü için ölmüştür.


Düşüncelerimiz hayatımızın gidişatını belirlemektedir. Aslında neye inanırsak oyuz.


Sağlık ve sıhhatli düşünceler dileğiyle….






Sevgi ile kalınız…






Abdullah TOPAL


Psikolojik Danışman


Psikoterapist-Hipnoterapist
www.mersinterapi.com
sitesinde daha ömce yayınlanmıştır.
 
     Beğenin    
Dilek
ŞİİR | © Yazan Hasan KUL | Yayın Mart 2008
Hayat sunsun gözlerin
Bakışlar seni aradığında
Bir yerlerde vardı ya
Bırakmıştın ya bir kenara
Umudu, sevdaları, hayalleri hatırla
Kuşan bir zırh gibi erdemlerini
Cesurca yürü zayıf insanlar arasında
Ve sen, bütün güzelliklerin
Büyüttüğü çocuk ol!
 
     Beğenin    
Yaşam Ertelenmeye Gelmez Bu Gün Değilse Ne Zaman!
ÖYKÜ | © Yazan Abdullah TOPAL | Yayın Mart 2008
Yaşam Ertelenmeye gelmez bu gün değilse ne zaman!

Dün bir rüya(düş) gördüm ya da gördüğümü sandım ve uyanınca sizlerle paylaşmak istedim.

“TIK, TIK, TIK...

-KIM O?

-HAZIRLAN GIDIYORUZ.
-SEN KIMSIN?

NEREYE GIDIYORUZ?

-SIRAN GELDI.

GERÇEK EVINE GIDIYORUZ.

-GERÇEK ten MI? SEN!
YOKSA! ( AZRAİL Mİ)

-EVET. HADI GIDELIM.

-DUR BIR DAKIKA..BIR SURU YARIM ISIM VAR.

-IS YARIM KALMAZ. BIRILERI TAMAMLAR. OYALANMA ARTIK.

—COCUKLAR, ONLAR DAHA COK KUÇUK, BARI VEDALASSAYDIM.

—SEN OLMADAN DA BUYURLER, HADI BEKLIYORLAR.

—BEKLIYORLAR MI? ONLAR DA KIM?

—GIDINCE GORURSUN.

—ANLADIM. ANLADIM AMA KALBINI KIRIP, GONLUNU ALAMADIKLARIM,
IYILIGINI GORUP, KARSILIK VEREMEDIKLERIM VAR. ANLAYACAGIN BORCLU
GITMEK ISTEMIYORUM.

—BUNU ZAMANINDA DUSUNSEYDI
-ZAMANINDA MI? IYI DE BEN DAHA ZAMANIM VAR SANIYORDUM.

—HEPINIZ AYNISINIZ. ZAMAN DEDIGIN, IÇINDE BULUNDUGUN AN. BUNUN
OTESI YOK.

—KESKE, KESKE.

—DEVAM ETME. BUGUNU YASARKEN HEP YARIN VAR GIBI DAVRANDIN.
USTUNDEKI UNIFORMANIN SORUMLULUKLARI VAR. YERINE GETIRMEDIN.
BU SANA BIR UYARIYDI. SIMDI GITMIYORUZ... AMA HER AN GIDEBILIRIZ.
BIR DAHA GELDIGIMDE ONUNDE UMUT, ARKANDA PISMANLIK OLMASIN !”

Mutlu yaşamın sırı içimizde gizli ve bu gizem o kadar basit ve sade ki bunu algılayabilmek için bilge olmaya, alim olmaya, çok eğitime, çok da paraya gerek yok sanırım. Ancak ısrar ile mutlu olmak için çok çabalamak gerekliliğine inanırsanız yine haklı çıkarsınız. Çünkü bilinçaltınız inandığınızı gerçekleştirme eğilimdedir. İnandığınızı gerçekleştirebilmek sizi haklı çıkarır. Ne yapıp edip size mutlaka gerekçeler bulmaya çalışır.
Mutlu olmak için bu günde, şimdi ve burada olmak gerekir.Çünkü asıl olan bu gün ve şuan olmakla birlikte ne dün ne de yarın aslında gerçek değildir.Dün ve yarın aslında sanal olan andır .Sanal olan odaklandığımızda bu günü yaşamamakta ve dolayısıyla da yarına da ipotekli girmek durumunda kalmaktayız.Bu günü yaşamak için yaşadığımız ana mutlaka pozitif bakabilmek için o kadar çok nedenimiz var ki….
En azında nefes alıyoruz ve de yaşıyoruz. Soluk almak yaşadığımızı hissetmek bile mutlu olabilmek için hatta şükür edebilmek için yetebilir. Bu günde olabilirsek bu günü tam anlamıyla yaşayabilirsek, şükür edebilirsek, değiştiremeyeceklerimiz içinde bunu koşulsuz bir kabul içinde olabilirsek, her şeye rağmen kendimizi aff edebilecek kadar cesur olduğumuzda mutluluk kendisi yakamızdan düşemeyecektir.
Abartısızca bu günde olmak, günü ötelemeden, ertelemeden bu günü algılamak ve yapılması gerekenleri yapıyor olmak bizi mutlu edecektir.
Ötelenmemiş ve ertelenmemiş anları yaşaybilmeniz dileğiyle...
Her şey gönlünüzce olsun...

Abdullah TOPAL
PSİKOTERAPİST-HİPNOTERAPİST
www.mersinterapi.com
 
     Beğenin    
Kestane Saçlı Kadın
ÖYKÜ | © Yazan Dilek YÖRÜK | Yayın Mart 2008
Yalnızca saç rengi değil,ruh rengi varsa eğer oda kestanedir herhalde...Kendisine çok yakışan bu rengi herkes bu güzellikte taşır mı,yoksa eski arkadaşıma biraz torpil yapan gözlerle mi bakıyorum bilemem ancak,insanlar bir yiyecek olsaydı,onun kestane olduğundan eminim.
Kestanenin dikenli dış kabuğunu yumuşatmak için,iki ay kadar toprağa gömülüp çamurda bekletilir.Hayat onun savunmalarını,dik başlılığını törpülemek için öyle çok çamura batırıp çıkardı ki...Bazen düşünürdüm hayat niye bu kadar hırpalıyor bu kadını diye.Aslında bir cevabım var,hayatın bütün yere çalmalarına rağmen gülünce bütün hücreleriyle güler.kestane saçları güler,elleri ayakları vücudu güler.Hayata güler herşeye inat,bir kedinin hayatı duyumsayıp haz alması,sonbaharda güneş kırıntılarını sonuna kadar içine çekip,bütün kaslarıyla gerinmesi esnemesi gibi...Hayatın zevklerini içine alır da alır,hayat da bu zevkleri geri almak için vurur da vurur kabuğuna...
Geçenlerde bana soruyordu ben mi kavga ediyorum,hayat mı kavgacı diye.Herhalde ikiside var.Formül basit:etki tepki.Yalnız ilk kavgayı hayatın başlattığı gerçek.Yoruldum artık kavga etmekten demişti.Ben de her zamanki gibi o anda cevap verememiştim ancak duygu tonunu ve sorusunu işleme almıştım.
Bence hayata galip gelen yok.Parça bütünü yenemez.Bırak dikenlerini alsın.Hayatın gizli ellerinin bir bildiği var.Yumuşatsın dış kabuğunu ve seni sevenler közde pişmiş kestane kebabın vazgeçilmez lezzeti ve kokusunu daha sık duysun.Belki de hayatın yapmak istediği seni sevenlerine dikensiz olarak sunmaktır.Yanmak acıdır ama yanan egoysa bu iyidir.Kırılan kabuğun altından çıkan öz bu dünya hayatından gelip geçerken görmek herkese nasip olamayacak kadar kıymetlidir.Hayatın verdiği acı da tatlı da bizi büyütür.
Hayatın seni bu kadar çok çamura yatırması da kestane renginin sana çok yakıştığını bilmesinden olmasın sakın?
 
     1 Beğeni    

Bu sayfada yayınlanan öykü ve şiirlerin tüm hakları yazarlarına aittir ve üye yazarlarımız tarafından TavsiyeEdiyorum.com Öykü ve Şiirler kütüphanesinde yayınlanmak üzere gönderilmiştir. Burada yer alan eserler yazarlarından önceden izin alınmaksınız başka platformlarda yayınlamaz, sadece kaynak gösterilerek ve yazar ismi zikredilerek KISA ALINTILAR yapılabilir. Aksine davranış Fikir ve Sanat Eserleri yasasına aykırılık teşkil edecektir.

14:08
Top