2007'den Bugüne 92,259 Tavsiye, 28,210 Uzman ve 19,973 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!


Uzman Üyelerimizin Öykü ve Şiirleri

Site üyemiz uzmanlar tarafından yazılan şiir ve öyküleri tarih sırasında sırasına göre aşağıda bulabilirsiniz.

Yol
ÖYKÜ | © Yazan Salime YILMAZ ALTUNBAY | Yayın Ocak 2011
İstanbul’dan yola çıkış.Uzun bir otobüs yolculugu.
Sevgili Eylem’le ,
Yıl 2000 aylardan Agustos
Şehire girerken gri,keskin kayalar arasında yolumuz ilerliyordu.
Griyle bütünleşmiş panzerler vardı.Hani her bölgenin cografyası farklıdır ya insan gibi.Doğa sinmiştir insanın yapısına,kişiligine,kültürüne...
Su gibi ya sakin akar o insanlar.
Ya da hırçın,azgın akar
Ya merttir,güçlüdür
Ya sakin,içine kapanıktır.
Ya da cıvıl cıvıldır.Dünya umrunda degildir.
Ya bir nehirdir ya bir çağlayandır.
Grilik devam edecek mi acaba ?
Keskinlik,sarp kayalar gibi mi insanlar ?
Grişte karşılayan gri manzara şehrin içinde kendini yeşile bırakıyor.
Büyük bir nehir akıyor Munzur.
Gezebildikçe görüyorsunuz gözeleri,ovacıgı.
Baktıkça daglara gizem kaplıyor sizi.
Keşfedilmemiş,yaşamadığımız kanyonlar mı var acaba ?
Dağcıların doğa severlerin dikkatini çekebilecek yerler olmalı.
Bir gün bir minübüsle yola koyuluyoruz.Düzgün Baba’ya gidilecek.Adağı olanlar kurban kesecek.
Sarı,turuncu,bakır renginde kıvrıla kıvrıla çıkılan tepeler,topraklar.
Befor the rain – yagmurdan önce filminde gibi.Balkanların havası var burada da.
İnsanlar sıcak,samimi dostlar.
Minibüsten iniyoruz.Adak yerinde kalabalık,ilkokul-ortaokul çağında çocuklarla tanışıyoruz
Adları Sibel,Eda,Ufuk,Salime,Birgül,Serkan,Şahin,Sebahat.Ailelerinden okul dönemi ayrılıp,bölge okulunda okuyorlarmış.
Sohbet ettik.Ziyarete gidenleri beklerken onlardan resim yapmalarını istedim.Bana resimler çizdiler dağları,evlerini,yollarını,güneşi,çiçekleri,nehirdeki balıkları,agaçları.
Gönlümde saklarım hepsini.Şimdi büyümüş üniversiteli olmuşlardır.Belki bir gün karşılaşırız ne dersiniz.
Kıvrıla kıvrıla indik yollardan.
Zamanın neresindeydik, ışınlanmış mıydım buraya.Dönüşüm Erzincan üzerinden olacaktı.
Yüzdüğüm Munzur geride kaldı.Dağlar,çiçekler,insanlar.
Tunceli-Erzincan yolu minibüste uğurlanan yolcularlayım.
Sessiz,sakin in cin top oynar gibi yollar.Tedirgindik aralarda jandarma kimlik kontrolü.
Köprüler geçiyoruz.
Kendimi doğduğum şehirde Erzincanda buluyorum.Geride kalan şehir sanki kilometrelerce uzakta.
Yıllarca uzakta bir yer.Tanıma,havasını soluma şansı bulduğum topraklarımız tüm bölge topraklarımız gibi insanımız....
 
     1 Beğeni    
Parfüm Fendi
ÖYKÜ | © Yazan Ali Nurettin GÜRSES | Yayın Aralık 2010
(TV için kısa öykü - oyun, sinopsis)

Geceyarısı Sinderella'da yer alan "Parfüm Fendi" isimli öyküden oyunlaştırılmıştır.


KİŞİLER:

ADAM

KADIN

YAŞLI ADAM

SEKRETER KIZ

İŞÇİ TULUMLU ÜÇ GENÇ

YER:

Yatak odası.



Bir öğle sonrası...

Adam ve kadın günün yorgunluğuyla eve girer, odalarına çekilirler...

Kadın yatak odasının perdelerini kapatır.

Adam yatakta okumaya niyetlendiği dergiyi oda kararınca bırakır...

Kadın yatakta adama sokulur.

Adam, kadından ulaşan parfüm kokusunu hisseder.





KADIN: Sevdin mi bu kokuyu?



Adam gözlüklerini çıkarır, uyumaya niyetlidir, yarım yamalak yanıt verir.


ADAM: Evet.

Yatağın içinde adam kadına yönelir, belini kavrar.

Öpüşürler.

Ağır aksak, acelesiz sürer sevişmeleri.




Adam bir an irkilir.


ADAM: Pardon canım, bir şey mi dedin, duyamadım.



Kadın şaşırır.


KADIN: Bir şey demedim, neden durdun?



Adam ter içindedir.

Durur ve yataktan doğrulur.

Üzerindeki rahat giysileri de çıkarmak ister.

Adam her zamanki gibi özenle çıkardığı giysilerini yine özenle yatağın kenarına buruşturmadan koyar.

Kadın bu halini bildik bir gülümseme ile karşılar.




Bu kez kadın üzerindekileri inadına telaşla çıkarıp fırlatır, adama döner.


KADIN: Hadi bakalım, gel artık.

Adam kadının üzerine doğru uzanırken yine bir ses duyar.

(Bu özel bir efekt olabilir. Bir kontrbas ya da bir orkestranın konser öncesi akor sesi gibi bir ses...)




Adam ikinci kez irkilmiştir.

Bu kez odanın içini en ince ayrıntıyla kontrol eder.




Makyaj masasının hemen yanında sarı bezden yazlık bir koltuk, rejisör koltuğu takılır gözüne.




ADAM: (kendi kendine mırıldanır) Bu koltuk da arka balkondaydı, nerden girmiş içeri?



Tam o anda farkeder.

Koltuğun hemen yanında, koca suratlı, iri kıyım, bir amerikan buldogunu andıran suratıyla, YAŞLI ADAM durmaktadır.

Ayağında kalın tabanlı lofer tipi ayakkabı, üzerinde doğal keten rengi bol kesim pantolon, elinde havana purosu, koyu renk güneş gözlükleri vardır.


Yaşlı adam oldukça sert bir sesle uyarır.


YAŞLI ADAM: Olmuyor, olmuyor efendim, ne yazık ki olmuyor!



Kızgındır yaşlı adam, iki adım odanın içinde yürüyüp arkası dönük olarak küsmüşcesine bağırır:


YAŞLI ADAM: Hiç sürdürmeyin bu rezaleti, daha iyi!



Adam utanır.

Çıplaklığını, daha da çok kadının çıplaklığını örtmeye çalışır.




Kadın çok doğal bakmaktadır.

Yüzünde sanki yapılması gerekeni yapamamanın, başarısızlığın sıkıntısı vardır.




Adam kafası karmakarışık, hızla giyinmeye çalışır.

Gömleğini bile yanlış iliklemişken, giymeye çalıştığı pantolonun paçaları ayaklarına dolaşır, sendeler.




Kadın yataktan uzanarak adamın kolunu tutar.


KADIN: Bir kez daha denemeliyiz sevgilim, lütfen!



Yaşlı adam biraz yumuşamıştır.

Yapmacık bir yumuşaklıkla, koltuğa çöker, bekler.




Kadın yarı çıplak görüntüsü ile adamın sırtına yapışır.

Elini boynunda gezdirerek, kulağını öper ve fısıldar.


KADIN: Lütfen benim için bir kez daha çaba harcamalısın, lütfen!

Adam, makyaj masasındaki aynadan yaşlı adamın odanın orta yerine puro dumanı üfleyen umarsız bakışını yakalar.


ADAM: Peki bu adamın işi ne yatak odamızda?

Giderek öfkelenir.

Kadına fısıldar.


ADAM: Sen nasıl olur da bunu doğal karşılayabiliyorsun, bu adam ne zamandan beri bu odanın içinde ve ben niçin bunu bilmiyorum!!!



Yaşlı adamın purosundan sarkan küller yerdeki halıya dökülür.




Adam o an farkeder, balkonun kapısı da aralık kalmıştır.

İçeriye giren serinliği farkeder, bir üşüme gelir üzerine.




Kadınla fısıldaşarak konuşur:


ADAM: Odanın içinde bizi sevişirken seyrettiği yetmezmiş gibi, utanmadan, hem de yatak odamızda puro içiyor... Balkon kapısını sonuna dek aralamış... Daha yeni hastalıktan kurtuldum sayılır. Boynum hala tutuk!



Adam eski günleri düşünür... Sevişirken komik şeyler anlatır, bir tür oyalanırdı. Eski bir inanışa göre, birbirine tutkuyla sarılmış, sevgi içinde iki insan sevişirken odanın içi Cinlerle dolar ve odada Cinlerin kahkahaları yükselirmiş...

Kadın inanmaz, gülerek "Delisin!" derdi. Adam ısrar ederdi, "Ancak sevgiyle sevişen iki insan için Cinler doluşur. Sevginin olmadığı buluşmalar, her zaman Cinlerden yoksun kalır!" derdi.


ADAM (düşteki sesi): Duyuyor musun cinlerin kahkahalarını? Bugün ne çok kalabalıklar! Yine doluştular odanın içine!

Kadın adama iyice sokulur. Düşten çıkmışlardır.


KADIN: Düşünme şimdi adamı, doğal olmaya çalış, hadi gel, üzerindekileri çıkar da sevişelim... Sabrı tükenecek, kızacak şimdi, görmüyor musun; zaten zorla oturuyor koltukta.



Adam kırık, kırgın üzerindekileri isteksizce çıkarır.




Bir düşün içinden sıyrılmak ister gibi gözlerini kapatır. Parmak uçlarıyla kadına gözleri kapalı dokunmaya çalışır. Parmaklarını kadının gövdesinde gezdirir, gerçek ile düşün ayırdında kalabilmek ister. Saçlarına dokunur. Parmak uçlarıyla gözlerini yoklar. Kadının gözleri de sımsıkı kapalıdır.


Her ikisinin sessizliği birbirine karışarak, kadın ve adam, bilinmedik bir dinin kutsanmışlığında dansedercesine sevişirler...

O sırada bir alkış sesi patlar odada.


Yaşlı adam iri yarı gövdesiyle ayağa kalkmış, yatağa doğru yürür. Yelek cebindeki saatine bakar.


YAŞLI ADAM: Kutlarım sizi! Herşey fazlasıyla doğaldı.

Ayağını yatağın ucuna dayayarak sürdürür.


YAŞLI ADAM: Başlangıçta hiç olmayacak gibiydi... Ama sonunda başardınız. Tebrikler, kutlarım ikinizi de!



Adam hemen yerinden fırlar. Acele giyinmeye başlar... Kadın başını yana çevirip gökkuşağı desenli yorganı burnuna dek çeker, uyumaya çalışır.




Yaşlı adam odadan çıkmıştır. Adam da peşi sıra yatak odasından çıkıp koridoru geçer ve salona ulaşır.




Salonda üzerlerinde kavuniçi işçi tulumları olan genç insanlar vardır. Üç genç, yatak odasından koridoru geçerek salona uzanan pembe renkte kalın tırtıllı bir plastik hortumu özenle katlayıp toplamaktadırlar...




Salondaki yuvarlak masanın üzerinde uçuk renkte bir alet seti durmaktadır. Makinenin başında yeşil gözlü, şuh bakışlı bir kadın gülerek selamlar adamı.




Yaşlı adam yine o sabırsız haliyle bağırır.




YAŞLI ADAM: Hadi artık toparlanın, fazlasıyla oyalandık. sallanmayın!



Adam salondaki yuvarlak masanın yanındaki sandalyeye sığınmışcasına çöker ve yalvarır bir sesle sekreter bayana sorar.


ADAM: Neler oluyor burda, bu kadar insanın evimde ne işi var, ne zamam oldu bütün bunlar, lütfen anlatır mısınız?!



Yeşil gözlü sekreter yeniden gülümser.




O sıra masaya yaklaşmış bulunan yaşlı adam, sekreterin omzuna yaslanır, kulak ardında bir parfüm kokusunu yeniden keşfetmiş gibi yaparak konuşur:


YAŞLI ADAM: Bazısına böyle binlerce kez anlatmak gerekiyor... Hem kendileri baştan kabul ederler, sonra da nasıl oluyor bir türlü akıl erdiremezler... Sen bir kez daha anlat güzelim, belki bu kez anlamaya başlayacaklardır.



Sekreter kız, bacak bacak üstüne atar. Yırtmacı iyice açılmıştır. Çorabının yanlarındaki puanlı desenler daha belirir.


SEKRETER KIZ: Bakın herşey çok basit. Firmamız gizli tuttuğu formülünde, sizin, yani insan soyunun, birlikte olurken, ilişki sırasında tabii ki, evet evet sevişirken çıkardığı ter, koku ve benzeri sekresyonları kullanıyor... Tekniğimiz o yönde geliştirilmiştir. Niçin bu formül? Bakın bunu da açıklamalıyım...



Adam şaşırmıştır.


ADAM: Lütfen açıklayın, niçin sevişirken, üstelik bizi gözetlerken!!



Sekreter kız, küçük bir şişeyi göstermektedir. (Burda görüntü bulanıklaşıp, parfüm reklamının o gizemli dünyası verilebilir.)




SEKRETER KIZ: Seven iki insanın çıkardığı sekresyon, yani salgılar, mutlak diğer koku ve terden farklı oluyor... Birbirini sevmeden sevişen çiftlerde aynı sonucu maalesef alamıyoruz! Diğer formüllerden üstünlüğümüz burda işte! Size defalarca doğal olun denilmesinin nedeni bu. Severek, içten, duygulu! Ancak o zaman bizim aradığımız sekresyonları çıkarıyorsunuz ve cihazlarımız onları topluyor. Sonuç tabii ki başarılı oluyor.



Adam yattığı yatakta başını hafif kaldırıp makyaj masasının üzerine göz atar. Eliyle uzanıp gözlüklerini takar. Şimdi daha dikkatle göz gezdirir makyaj masasının üzerine... İşte o an kadının parfümünü aynadaki aksiyle birlikte farkeder.




Burda ses efekti, baştaki özel efekt; bir kontrbas ya da bir orkestranın konser öncesi akor sesi gibi bir ses yeniden duyulabilir...




Sekreter kızın elinde tuttuğu küçük şişenin aynısıdır.




Adam şişeye ulaşabilmek için uzanır, o anda kadını hafif sarsmış ve kadının üzerine yüklenmiştir. Kadın irkilerek uyanır.




Kadın uyandırıldığı için söylenir.


KADIN: Hiç bırakmazsın, şurda yarım saatcik olsun uyuyalım.



Sevgiyle kadının alnından öper.
ADAM: Uyu uyu, gerçekten uyumalısın... Uyumalıyız.





Adam kadının parfüm kokusunu yeniden farketmiştir.


ADAM: (merakla sorar) Sahi neydi o kokunun adı?



Kadına bakar.

Kadın uyumaktadır.





Mayıs 1987, Ankara

Senaryo: 15/2/1999, İstanbul

ALİ NURETTİN GÜRSES
 
     Beğenin    
31 Numara - Saniye Hanım
ÖYKÜ | © Yazan Ali Nurettin GÜRSES | Yayın Aralık 2010
Saniye hanım, bir haftadır kendinde değil. Konsültasyona gelen nörolog doktorlar, “Beyin sapı tutuldu.” diyorlar.

31 numara - Saniye hanım, güzel kadın.

Saniye hanım hiç evlenmemiş.

Saniye hanımın yeğeni üniversite son sınıfta okuyor. Hiç ayrılmıyor yanından.

Her gün başörtülü yakınları, yaşlı kadınlar geliyor. Bütün gün dua okuyup üflüyorlar. Onlar da biliyorlar. Yapılabilecek pek bir şey yok. Her gün daha kötüye gidiyor, gidecek.

Saniye hanımın ağabeyi önemli bir yerde görevliymiş... Bir kez göründü. Çok şık bir adamdı. Yanında iki gençle birlikte geldi. O iki genç kapıda beklediler. Görüşme çok sürmemişti. Saniye hanımın ağabeyi, sanki başörtülü duacı kadınlardan ürkmüş gibi, fazla kalmadı odada. Yeğenini bir köşeye çekip sessiz bir şeyler anlattı, koluna girdi yeğeninin. Bir ara ceketinin cebinden cüzdanını çıkarttı, kart vizitini bıraktı. “Sabırlı olmak gerek!” dedi. En sabırsız günüydü adamın; koşar adım indi merdivenleri, yanında gelen o iki genç zor yetiştiler adama.



Duacı kadınlardan biri kalbinden rahatsızmış. “Hani” diyor, “buralara kadar gelmişken, bir de kendisine bakan olsa, ilaç filan...”



Saniye hanım 41 yaşında.



Bir sabah “Saniye hanım taburcu oldu mu?” diye soran bir telefon geldi. Şehirlerarasıydı. Hala yaşıyor muydu? Asıl bunu soruyordu telefonun öteki ucundaki ses. Ne isim, ne mesaj bıraktı. Sadece teşekkür etti.



Havalar ısındı, Saniye hanım hissetmedi bunu. Gerçek başını alıp gittiğinde, dışarıda kar vardı, karı seyrederdi penceresinden Saniye hanım.



Akşam üzerleri duacı kadınlar görevi birbirlerine devrediyorlar...



Doktorlar belki günde dört kez uğruyorlar. Her odaya girişlerinde özellikle Saniye hanımla göz göze gelmemeye çalışıyorlar. Saniye hanımın yüzüne değil de, başucundaki gözlem kağıdına bakıyorlar. Ürkerek nabzını tutuyorlar Saniye hanımın.



Yeğeni, duacı kadınların şaşkınlıklarına hiç aldırmadan, bir akşam üzeri küçük boy siyah - beyaz bir televizyon getirip, yerleştirdi yatağının ucuna. Yeğeni en çok televizyonda haberler okunurken, sesini biraz daha açıp, sanki bambaşka bir dünyada yaşıyormuş gibi duran Saniye hanımın tepkisiz yüzünü seyrediyordu.



Ne çok zaman geçti... Ya da nedense çok uzun süre geçmiş gibi oldu!



Bir boru soktular Saniye hanımın burnundan. Bunu bir türlü kabullenemedi. Bir serum vardı kolunda. Günlerce aç bırakılmıştı. Daha da sürecekti belki bu açlık. Yeğeni bin bir türlü zorluğu yenerek bulmuştu o se*rumları. Günde bir şişeydi hakkı. Içinde herşey vardı; protein, aminoasit, herşey.



Beş gün ardı ardına damardan ilaç verildi. Içindeki, en küçük sığınaklara gizlenmiş azgın hücrelere karşı, onları yok etmek için. Ama fazla sürmedi bu.



Bir tür zehir olan bu ilaçlara Saniye hanım yenik düştü. Kan hücreleri ne yazık ki bu zehiri yüklenecek sayıda değildi, azalmışlardı.



Kesildi ilaçlar. Kapıya yasaklar konuldu. Artık kimseler gelip göremeye*cekti Saniye hanımı. Doktorlar, sadece kapıdan başlarını uzatıp soruyorlardı. Saniye hanım sanki bir hücre mahkumu gibiydi, yaklaşmıyorlardı yanına.



Bir hemşire öğrenci kız vardı, diğer büyükleri onu seçmişlerdi. O girip günde iki defa tansiyonunu ölçüp nabızını sayıyordu. Sevmişti onu. Saçlarını tarar, şekil verirdi. Bir keresinde de yatağınızda ıslak bezlerle yı*kamaya girişti. Bir çocuk bedeni gibi küçülmüş, ufalmıştı Saniye hanım.



Saniye hanım güzel, alımlı bir kadındı. Çilli yüzü, bir hüznü gizleyen gülümsemesi ve saçları... Ne güzeldi saçları Saniye hanımın. Hiç aklına gelir miydi onların da yavaş yavaş yaşamından uzaklaşacaklarına. Inadına aynalardan kaçar olmuştu.



Sonradan o da kabullenecekti. Yaşam sahte bir kimlik taşımaya baş-lamıştı bile! Saçlarınız da sahteydi, yapaydı, kendisine ait değildi ar*tık.



Ve bir ameliyat sonrası, narkozdan sıyrılıp yavaş yavaş uyanırken bilinç-dışı bir telaşla ilkin başındaki peruğuna uzandı elleri!



Işte o gün, yeni bir dönem başlıyordu yaşamında. Birkaç gün sonra aniden farkedecekti; bir boru çıkıyordu karnından, uzayıp yatağın ucunda bir siyah torbaya bağlanıyordu.



Burnundaki o lanet boru ise hala duruyordu.



Daha çok yakınları merak edip soruyorlardı, “Ne yiyecek, ne içecekti?”



Doktorlar şaşılası bir rahatlıkla “Herşey!” diyorlardı. “Herşey yiyebilir, herşey içebilirdi artık!”



Işte başlamıştı özgürlük! Ama ne özgürlük!



Ona zorla verilen bu yeni yapaylık, daha tanıdığı anda korkunç bir tutsaklığa dönüşecekti. Ne bir şey yiyebilir, ne de içebilir olmuştu. Ona verilen her özgürlük, başındaki peruk gibi, tüm yapaylığıyla, onu yaşam*dan yavaş yavaş koparmaya yetiyordu.



Mart ayının ortasında havalar birden soğudu. Kar yağdı. Birkaç gün yağan kar yüzünden o başı örtülü duacı kadınlar hastaneye gelemez oldular. Odanın kaloriferleri yanmıyordu, soğumuştu oda. Yeğeni bir battaniye bulup, üzerine örttü.



O sabah uyandığında şaşakaldı; karşı tepeler bembeyazdı, lekesiz pırıl pırıldı. Fakat korkunç bir ağırlık hissetti gövdesinde. Ayaklarını kıpır*datamıyordu. Hiç doğrulası gelmedi yatağından. Keyifsizdi. Kimseyle konuşmak gelmiyordu içinden. Yeğeni o sabah erkenden aşağıya inmiş, gazete almaya gitmişti. O sabah yatağı değiştirildi Saniye hanımın. Servis hemşireleri, kendi odalarına daha yakın olan, tek yataklı küçük odaya almışlardı.



Yeğeni elinde gazeteler, iki plastik su şişesi, bir demet çicekle geldi. Odanın boşaltılmış olduğunu farkettiğinde şaşkına döndü. Elindekileri fırlatıp, koridora haykırarak koştu. Hemşireler güçlükle sakinleştirdiler yeğeni.



Sonra yağmurlar başladı. Karlar eriyor, yollarda oluk oluk sular akıyordu. Bahar gelmişti işte. Geriye dönmek yoktu artık. Bahara ulaşılmıştı!



Bir telefon çaldı. Henüz geceyarısı olmamıştı. Koşar adım koridorları aşarak odasına ulaştı o gecenin nöbetçileri.



Diğer odadakiler ışıklarını söndürmüş, uykuya çoktan teslim olmuşlardı. Kat hemşiresi, yeni mezun kız, belki ilk kez böyle bir gece yaşıyordu, sesi titriyordu. Korkusunu gizlemeye çalışırken söyledikleri daha da anlaşılmaz oluyordu.



Aspiratör aleti açık kalmış, bir köy sinemasının jeneratörü gibi ilkel bir tempoda gürültüsünü sürdürüyor, hiç kimsenin aklına bu aleti susturmak gelmiyordu. Yeğeni yoktu odada. Hiç aklına gelir miydi, ne diye çıkıp gitmiş, o geceyi dışarıda geçirmişti.



Yapacak bir şey yoktu Saniye hanım. Kar yağmura yenik düşmüştü, yağmur da baharın sıcaklığına.



* * *



Yorgun bir öğle sonrası, tedavi odasında oturan doktorlar söyleşiyorlardı.



“Kongre ne zaman?” diye sordu biri.



“Yakında.” dedi öteki.



“Şu disgerminomu vak’asını, 31 numarayı eklemeyi unutmayın.” dedi en yaşlı olanları.



“Disgerminoma ait survi, bunu da ekledik mi literatüre yakın düşecek.” dedi gülümseyerek.



Siz bize öyle yakın düştünüz ki Saniye hanım.



Sizi hiç unutmadık.



Ali Nurettin GÜRSES
Nisan 1987 Ankara.





“Geceyarısı Sinderella” Sayfa 37. (1989, Eylül Yayınevi,Öykü)
 
     Beğenin    
Horoz Vakti Hikayecileri
ÖYKÜ | © Yazan Ali Nurettin GÜRSES | Yayın Aralık 2010
("GECEYARISI SİNDERELLA" | Kitaptan bir öykü)

HOROZ VAKTİ HİKAYECİLERİ

Tam odama çekilip yatacaktım ki aykırı bir şey oldu.

Tuhaf!

Her gece yaptığım gibi aynanın karşısına geçmiş dişimi fırçalıyordum. Akşamki şarabın kekremsi tadı gitmemiş, dilimin köküne yapışmıştı sanki.

İşte tam o anda ayrımsadım:

Aynada müthiş bir görüntü değişimi oldu. Alnıma düşen saçların yerinde yeller esiyordu!

Bir an alnım parladı aynada. Saçsız, dazlak biri beliriverdi. Göz kapaklarımın altları şişti. Alnımda kırış kırış izler!

Gözlerimi kısarak baktım. Sarı tel çerçeve gözlüklerin yerini, camları şişe camı gibi kalın, koyu kahverengi sellüloid bir gözlük çerçevesi almıştı.

İçkiyi fazla kaçırmıştım, düş görüyordum, kendi kendime bir oyun kurmuştum... Bunda şaşacak ne vardı.

Derken iç odadan hırıltılı bir kadın sesi yükseldi:

«Daha sürecek mi o allanın belası tuvalet keyfin!»

Yüzüme soğuk sular çarptım. Duymamaya, görme*meye çabaladım. Kötü bir oyundu bu benimki. Kendi kendime bir ızdırap. Başka bir şey olamaz!

Lavabonun yanındaki havluya başımı kaldırmadan uzandım. Niyetim aynayla göz göze gelmemek. Havluyu yüzüme kapatıp, kurulanarak iç odaya ilerledim. Bu düş artık bitsin istiyorum. Havluyla kurulandıkça ferahlıyorum. Bir çeşit mide spazmı gibi, beyin spazmı bu, gelip geçici. Gerçeği bîr ucundan şöyle bir yoklayan, sıradan bir beyin spazmı. Belki lavaboda uzun süre soğuk suyla oyalandım, başımı fazla eğik tuttum, beynime az kan gitti. Dedim ya; bir tür beyin spazmı, gelip geçecek tür*den bir karabasan!

Havluyu yüzümden çekip, odanın orta yerinde du*ran yatağıma bakınca beynimden vurulmuşa döndüm!

Yatağın üzerinde sereserpe bir kadın yatıyordu. Alabildiğine rahat, üstelik beni bile yok sayacak denli kendine dönük; bir elinde cımbız, iki kaşının arasındaki kılları yoluyordu aynada.

Benim okurum çok iyi bilecektir ki, bu Öykü daha önceleri yazıldı, biliniyor, yaşandı.

Böyle başlayan bir öykünün sonraki sayfalarında zor*lama düşselliği bırakmak ve asıl Öyküye girmek en iyisidir.

ASIL ÖYKÜ

Bir gece vakti, beş ve yedi yıl aralarla ölmüş İki ayrı yazarın, aynı öyküyü, farklı tarihlerde yayınlamış olduklarını ayrımsadım.

Belki bu gerçek değildi. Ama böyle bir gizin ayırdına varmış olmak, bende tanımı güç bir denge oluşturuyordu. Dengenin o doyumsuz hafifliğini yitirmek istemeyecektim.

Bende bir kibrit alevinin yanması gibi hemen, bir çırpıda parıldayan bu «iz sürme tutkusu» kolay terk edilecek türden olamazdı.

Varsayım da olsa, bunun öyküsünü kurmalıydım.

Yazar M. Renda, 19... yılında Yazın Dili dergisinde, beni yıllarca üzerinde düşündürecek, belki öyküyle hiç ilgisi olmayan düşler kurduracak ve giderek bana ilintisiz öyküler yazma heyecanı verecek bir öykü yayınlamıştı. Öykünün adını bunca yıl sonra anımsamam güç. Ama aradan geçen yılların da etkisi ile, o öyküyü yüzlerce kez yeniden ürettim. Öykü öylesine başkalaştı ki, o öyküyü anımsayan, bilen birini bulabilmek olanaksızlaştı.

Farklı dönemlerde ilgi duyduğum bir başka yazar; O. Ay, ne yazık ki öldükten sonra üzerinde durulan ki*taplarıyla ilgi çekebilmiştir. Yine o öldükten sonra sah*nelenen bir oyununda, baş oyuncunun seyirciye dönüp «Niye böyle yapıyorsun sevgili milletim!» repliği usumdan silinmez. Ne zaman, bir içki sohbeti «Halk niye böyle ya-par?»a gelse, ben bu repliği anımsatırım. Nedir ki kimse üzerinde durmaz bunun. Söz yalnız beni gülümsetir hüzünle, bunu bilirim.

M. Renda, sevgili O. Ay'ın ölümünden iki yıl sonra aramızdan ayrıldı. O, benim ne çalışma arkadaşımdı, ne de içki dostum. Hani aramızdan derken, edebiyat çevresinde ismini «ayrılanlar» bölümüne yazdırdı demek istiyorum.

Renda'nın düşsel kurgusu da, Ay'ın unutulmaz repliği de beni bırakmadı. Ama onların bende bıraktıkları anılar başkalarınca da paylaşılmadı.

Elime, geçende O. Ay'ın yeniden basılan bir kitabı geçti. Bende eski baskısı olmasına karşın aldım. Yeni baskının kapağı bile yeniden almama yetti. Üstelik kitabın arka kapağında bir not: «Bu kitapta, şimdiye dek hiç yayınlanmamış bir öyküsü de yer almaktadır; 'Horoz Vakti Hikayecileri'.»

İlkin en sondaki, hiç yayınlanmamı? olduğu belirtilen öyküyü okudum.

Ne oldu beğenirsiniz? Bu öykü, o benim yakamı bırakmayan düşsel kurgunun ta kendisi değil mi!

Nasıl şaşırmam. Ben bu öyküyü 19... da, üstelik o zamanlar O. Av'ı tanımazken, M. Renda imzası ile oku*madım mı! Okumakla da kalmayıp orda burada, içki masalarında anlatıp durmadım mı!

Belleğim besbelli oyun ediyor, hep yapar bunu.

Gecenin geç vakti, kilerdeki kitap kolilerini açmak, o yılların dergilerini bir bir elden geçirip Renda'mn «Horoz Vakti Hikayecilerini bir başka isimle yayınlanan o benzer öyküyü bulup çıkarmak isteği, içimi kemirmeye başladı.

Hangisi önce yazdı? O. Ay yazdı ise, o ilk çıkan kitabında, M. Renda'mn yaşadığı yıllarda yayımlanan kitapta bu öykü niye yer almadı?

Bu öykü M. Renda'nın değil, ve belleğim beni yanıltmıyorsa; o dönemde O. Ay'ın edebiyat çevrelerinde bulunmamasını nasıl açıklamak gerekir? Yoksa O. Ay henüz tanınmadığı bir dönemde, yazdığı bu öyküyü M. Renda'nın imzasıyla mı yayımladı? Peki Renda niçin karşı çıkıp bu öykü benim değil demedi? Aralarında böylesi bir anlaşma mı vardı? Hiçbiri doğru değildi de, ben, iki ayrı öykünün ortak düşselliklerinden kendim için yeni düşler mi üretmiştim bugüne dek.

Bakın şu işe ki, sonuçta iki öykücünün, iki ayrı öy*küsünde yer alan ayrıntı gelip gece vakti beni yakalayıveriyordu.

Şu an lavabonun başındayım, dişlerimi fırçalıyorum.

Ödüm kopuyor başımı kaldırıp aynaya bakmaya.

Bugünlerde, benzeri şeyler çok sık yaşanıyor olsa gevrek.

Bir öykü okudum: Yazar (birinci tekil) evine geliyor. Kapıda hizmetçi karşılıyor. «Nerde kaldınız hanımım?» diyor, «İçerde Şinasi bey sinir küpü oldu, çok gecikti-Yazarımız donup kalıyor: Şinasi bey de kim? Başını uzatıp bakıyor; adamın biri koltukta ayaklarını uzatmış, gazetesini okuyor. «Nerde kaldın karıcım, hani bu akşam Sinekli Bakkal filmine gidecektik.» diyor. Yıl 19—. Televizyon yok henüz. Vb. Vb.

Bir film izledim: Kadın banyoda saçlarını şampuanlıyor şampuanlıyor, derken gözüne kaçıyor, acı acı yanıyor gözleri. Gözlerini açıp bakıyor ki bir başka evde bir başka yaşamın orta yerinde, zibidi bir koca haykırıyor; «Yemek!» diyor, bir çocuk zırlıyor; «Kakam geldi!» Bir kaknem kocakarı dırlanıyor; «Hadi artık kıpırda biraz gelin olacak tembel!»

Öykünün tarihi malum. Filmin ortaya çıktığı zaman belli. Ne var bunda, rastlantı, ya da bir tür bilgisayar oyunu; kodlamalar aynı olunca çıkan denklem niye aynı olmasın!

Fakat benim usumu yoran şey başka.

M. Renda mı yazdı «Horoz Vakti Hikayecileri»ni, yoksa O. Ay mı yazıp uzun yıllar sakladı, ölünce karısı, yeniden basılan kitaba ekleyiverdi?

Şinasi bey, o şampuanlanan kadının gerçekten koca*sı mıydı, yoksa bizim öykücümüz kaynanasının dediği denli «gelin olacak tembel» kadının teki miydi? Ben su şırıltısını dinlerken duyar gibi olduğum o hırıltılı kadın sesini, yıllardır tek başıma yaşadığım evin içinden atamamıştım da; alnımın açılıp önleri kelleşen başımı hep görmezden mi geliyordum?

Bunların hangisi gerçekti?

Edebiyat tarihçileri belirlemeliydiler;

GERÇEK HOROZ VAKTÎ HİKAYECİLERİ KİMLERDİ?

Bu soru yanıtlandığında, inanıyorum ki, hak yemez bir tarihçi, uzunca tutacağı horoz vakti'cilerin listesinin sonlarına, ürkmeden, hiç de kararsızlık çekmeden, benim de adımı ekleyecektir.

Şubat, 1987, Ankara.
 
     1 Beğeni    
Özlemimin Sahibi
ŞİİR | © Yazan Hatice ERSAN | Yayın Eylül 2010
Özlemimin Sahibi

Herşeyden farklı bambaşka bir tat var şimdi dudaklarımda
Sensizlik değil içimdeki bu sessizlik
Nedensiz bir tufan ürpertisi
Kapkara bir alemin ışıldayan yüzü
Acabaların keşkelerin savunması değil
Binbir inat haketmeyen bir tazelikte değil
Limanlarımda başka gemilere demirlemek yasak
Herkesin kalabalık nefesi yüzümde
Aslına bakarsan seni hiç tanımadım
Görmeden tattım aşkı senle
Bir yerlerde olduğunu biliyorum
Uzanacak kadar yakın, dokunamayacak kadar uzak
Nerdesin özlemimin sahibi
Seni gördüğümde O olduğunu anlamam için sözcüklere gerek yok
İçimde beni ezen yalancı aşk yakıştırmaları artık canımı çok acıtıyor
Gel diyemiyorum sana
Ama karar verip yola çıktığında emin ol..
Ben hep burada seni bekliyor olacağaım....

Hatice Ersan
 
     Beğenin    
Zorun Cazibesi
ŞİİR | © Yazan Hatice ERSAN | Yayın Eylül 2010
Zorun Cazibesi

Kılı kırk yararak yürüyorum sana doğru
Severken yanlışlara odaklanmak ne denli zor bir bilsen
Okkalı bir tokat etkisi bana dokundurduğun her bakış
Tel örgülü bir çöldeyim zaten zor bir hayatta
Manasız gülücükler savuran kimsesizler var etrafımda
Bir tercih zorunluluğu sunuluyor bu yorgun felsefede
Ya el pençe divan duracaksın
Ya da önünde el pençe divan durulacak
Bir hak soluğu çok görülüyor yaşatmak için
Sen ne denli zor yudumları yutkunsanda
Kaçtığın herşey senden önce ulaşıyor varmak istediğine
Bu zincirin halkası giderek güçleniyor kırılacağına
Ve sen neyi nötürleme derdinde yanımda olacaksın
Sor bir sual daha cevap vereyim
Sen dur olduğun yerde incitmeden beni
Ben imekleyerek de olsa sana geleyim...

Hatice Ersan
 
     1 Beğeni    
Bir Soru Var Aklımda
ŞİİR | © Yazan Hatice ERSAN | Yayın Eylül 2010
Bir Soru Var Aklımda

Cevapsız bir soru var aklımda cevabından benim bile korktuğum
Aklımın köşelerini sürekli meşgul eden bir soru
Bir kağıt alevi değil bu algılayabiliyorum ya da hafif bir esinti
Her şeyi benim kendimde yaşamam başlangıcı benim sonu benim hak edende
Bir soru var aklımda cevabı çoktan verilmiş olsa da hala umut kırıntıları besleyen
Ve yaşam karelerimin her anını süsleyen bir soru
Birden cezp edici bir hal alıyor yada birden ayaklarımın altında
Yüklediğim anlamlar avuntum benim
Bir soru var aklımda gözyaşlarımla ıslanan
Ve ona doğru her bakışı delice kıskanan bir soru
Benim hayal dünyamın başkahramanı
İstemeyerek tebessümlerimin kaynağı
Yaradılışıma ve yaradılışına dua ettiren
Benim hınca hınç duygularımın sahibi
Ender gördüğüm erişmezliklerin en ucunda
Ne kadar zormuş bile bile yürümek ateşe
İçinin ezildiğini bilerek adımlarını sıklaştırmak
Bir soru var aklımda cevabı aşka eşdeğer
Acısı ondan daha beter bir soru…

Hatice Ersan
 
     Beğenin    
Gümüş Renkli Yapraklar
ŞİİR | © Yazan Hatice ERSAN | Yayın Eylül 2010
Gümüş Renkli Yapraklar

Tırnaklı yaralar kanar oldu gözlerinin ışığında
Sen terkedilmişliğin iki yüzlü aynasısın
Suçlamak ya da suçlanmak ne işe yarar sana dair
Bir okka mutluluk altında yaşamışsın

Tıkanmış her kare umut, bir avucun altında
Tutsaklık kırıntılarını sana hatıra bırakırken
Yalancı gün ışığını avunak edinmişsin
Gelen her kişinin sende arattığı yalnızlık
Kırılan kalemlerin gölgesinde toplanmış

Hadi artık gümüş renkli yapraklar geliyor
Olası ihtimaller kararsız kalmadan
Yaşadığın hayat ödülünü almadan
Sen yine tutun geşip giden zamana
Haksızlık zincirlenir biryerlerde sen farkında olmadan

Ayrıntılarda gizli değerler birbirinden farklı değil
Tek eksiği geçip giden saniyeler
Bak yine birileri herşeyin farkında
Suskunluk tılsım tılsım işlerken beynini
Kirli çığlıklar savunma değil

Senin aşk payını birileri kapma çabasındayken
Sen onsuzluğun nedenini bilmemektesin
Hani uçurtmanın ipi kaçar ya ellerinin arasından
Biri yine tutmuş senin için anıları
Seni bekliyor en yakınından yakında
Gümüş renkli yapraklarla süslü bir ağacın dalında...

Hatice Ersan
 
     1 Beğeni    
Kelebek Duası
ŞİİR | © Yazan Hatice ERSAN | Yayın Eylül 2010
Kelebek Duası

Her dünden bugüne bir salkım kelebek yeni bir gün daha dualarıyla uyanıyor
Hiçbir sebep aslında boşlukta yaşanmak için sunulmaz
Sen eğer hesaplasaydın yok saydığın zamanlarını
Binlerce kelebeğin duası kabul olurdu

Sen kaç yalnızlığının şikayeteni ölçtün
Yakınmaların zaman kaybından başka neye yaradı
Tatsız tuzsuz bir yemek bile bir açın gözünde zenginleşirken
Ve her saniye bi kelebek tarafından hesaplanırken
Ve yine sen ve hala gereksiz boğuşmalardasın

Dünya sürekli varoluş ve yokoluşların kollarında
Nedenler niçinler çaresiz kalıyor herşey için
Hangi savunmalar geri getirebiliyor zamanı
Sen elimine ettiğini sandığın ufkunun darağacında
Kaç kelebek asmakla meşgulsün gereksizlikler peşinde

Yer gök arasında her daim bir kargaşa
Sen yine bulunmazların arayışında sürüklenmektesin
Bir savaş düşün kazanmak ve tercih yok
Sen sonunun uzaklığıyla avunurken
Bir kelebek daha görenlere ispat peşinde...

Hatice Ersan
 
     Beğenin    
İnsancıklar!
ŞİİR | © Yazan Sevil ÖKSÜZ | Yayın Temmuz 2010
Adım attım, geri çekildiler
El uzattım, hayır dediler
Sen farklısın, git dediler
Olmaz dedim, direndiler
Sonunda ben kazandım
Onu da hazmedemediler.
 
     Beğenin    
Soğuk
ŞİİR | © Yazan Burçak DEMİRKAN | Yayın Haziran 2010
Bir adam gördüm bugün,
Ettik çalakalem
Bir kaç cümle
Aşinaydı
Pervazsız sözlerime.
İçine dokundum.
Dedi
Anlat bana, beni.
Dedim
Sanki birini istermişsin de
Başkasına mecbur etmişler seni.
O ağladı,
Ben sustum.
İçine baktı,
Dedi
Bir daha görmeyeceğim seni
Gel, kadınım ol
Dememek için.
O gitti,
Ben ağladım.

Sustuk,
Yine.
 
     Beğenin    
Kibrit
ŞİİR | © Yazan Burçak DEMİRKAN | Yayın Haziran 2010
Hayatımızın karanlığını,
Paramız yok diye,
Elektrik şirketinden gelen görevlinin
Elektriklerimizi kesmesine bağladık hep.
Döndük durduk o karanlık içinde,
Bir o yana, bir bu yana.
Duvarlara çarptık,
El yordamıyla bulmaya çalıştık köşeleri.
Eşyalar yerinde yok diye
Hayıflandık durduk...
Hayattaki en illet adam oldu o görevli,
Mühürledi beni
Bu kasvete
Diye...
Oysa ki o karanlığın içinde
Ne anılar vardı
Yaşanmış.
Ailelerimiz vardı her şeyden evvel,
Dostlarımız vardı,
Düşe kalka da olsa,
Evin içine girip de,
Her defasında bizimle
Yaralanmaya hazır.

Tüm bu yaralanmalar,
Perdeleri sıkı sıkı kapatıp
Kendimizi mutlak karanlığa hapsetmemizdendi.

Hiç birimizin,
Aklına gelmedi,
Etajerin üzerine iliştirdiğimiz muma,
Kibriti çakmak...
 
     Beğenin    
Biten Günün Ardından
ÖYKÜ | © Yazan Burçak DEMİRKAN | Yayın Haziran 2010
Ayrılanların günü müydü bugün? Neden böyle oldu ki?

Düşündüm, havalardandır dedim. Yutturamadım kendime bile, değil ki başkasına... Güzeldi, yazdan kalma bir gündü hatta. Dolaştık sokaklarda, alabildiğine arşınladık Taksim yollarını. Ne de güzeldi güneşin kışı ısıtması. El eleydi sokaktakiler. Ama ya benim içimdekiler, bendenler, bendekiler?

Vardı her sevdanın sonunda, ayrılıklar. Hoş, her son bir başlangıç ya. Başlıyor muydu gerçekten her sondan sonra insan? Yoksa her sondan sonra, biraz daha azalarak mı başlıyordu yeniliğe? Sanki artan değil de, azalan frekanstı her ayrılığın ardından gelen yeniler...

Yeniler demişken, aratıyor gelen gideni. Görmedim mi gidenin ardından artmayı? Onu da gördüm. Ama zor oldu. ''En içimdeki''nde gördüm, başlanan yeni mutluluğun da arttırdığını. Ama ne bileyim işte, ben artmadım ya, herhalde inançsızım.

İnançsızım tabii, yalan mı? İnanmak körü körüne bağlanmaktır diyen hep ben değil miydim? İnanmadım o nedenle bilmediklerime, görmediklerime, görüp de bağlanmadıklarıma; bağlanmayacaklarıma. Neden bunu yapayım ki? Nasılsa gitmeyecek mi? İnanmadıkça bağlanmadım; bağlanmadıkça bunaldım, bunaldıkça yine inanmadım. Haklı mıyım, haksız mıyım, zaman gösterecek bunu. Ama savımı sürdüreceğim sonuna kadar; inanmak körü körüne bağlanmaktır.

Her neyse, gelelim kitaplı günün ayrılıklarına. Kocaman kitaplar dünyası yarattım bugün kendime, esnafla dost oldum. Hatta her gittiğimde çay içseymişiz, güzel olurmuş. İşte bunlarla mutlu oluyorum ben. Hediye kitabım bile oldu. Ayırmadı beni esnaf kardeşim kitaplarımdan. Ama her okunanın sonu olduğu gibi geldi haberler bugün... Oysa şendi gün, aydınlıktı; çocuk bahçesinde geçecek günlerdendi. İzmir'de ol da kordonda yürü saatlerce, o kadar umutlu gündü... Hiç bitmeyecek sandıklarımız bitmişti...

Ve doğa, kendi kuralını bir kez daha aksatmadı. Güneş battı, hava yine soğudu.
Yani, zaten sonluydu herşey. Arşınladığımız Taksim yolları da bitti, çocuklar da bahçelerde alabildiğine sessizliğe gömüldüler.
Tek kalan annelerin sesi oldu karanlıkta çınlayan.'' Haydi eve gel artık, güneş gitti, üşüme''.
Yine anne şefkatiydi karanlık geceyi saran...
 
     1 Beğeni    
Döngünün Dönüşümü
ÖYKÜ | © Yazan Burçak DEMİRKAN | Yayın Haziran 2010
Yolların uzayıp gittiği, yağmurlu zamanlar vardır...

Farkındaydım bazı işler çevirdiklerini arkamdan. Meğer sabahlamışlar Taksim'de, ki bu benim tahmin edemeyeceğim bir şey değildi. Onlar için artık bir başka kadının yerimi tutacağını da biliyordum, ama hiç üstüme alınmak istemedim. Bir gece evvelinden taşıyordu içimde, neler neler. O zamana kadar sevmemişlerdi sanırım benden sonrakini, ya da sevmişlerdi de benim kadar değil, ya da benden daha fazla sevmişlerdi de; ben konduramadım bunu onlara. Ya da kendime konduramadım.

Telefonu uykulu açtığında, artık daha iyi anlamıştım, daha az sevdiğini beni. Evet, bir başka kadın benim yerimi almıştı. Hüzün tablosuydu sanki bu. Oysa ki ben bekliyordum, tam da o durakta; sözleşmiştik hani on iki için? Tam da gün ortası. Hay aksi. Belki gülüşü daha başkaydı, belki bira tutuşu, belki sözleri, belki de söz kıvrımları, kim bilir? Kalakaldım öylece giden otobüslerin ardından. Çokça numara geçiyordu da ben varamıyordum ayırdına onların, sanki her yol beni unuttukları yere gidiyordu, daha fazla sevilene...

''Gelmeyeceğim ben'' dedim öfkeyle; oysa bildiğim bir şeydi zararla oturmak. Neden yapıyordum bunu? Az sonra işiteceğimi bildiğim ''çok iyi kız, inan'' ve türevlerini işitmemek için sanki...

Sanki mi? Kandırma kendini dedim, güldüm. Bal gibi gerçek bu, kaçmanın anlamı yok. Bugün değilse, yarın duyacağın bu değil mi? İçinden olan söyler ya bunu, kırılmazmışsın gibi; sanki senin yerinde o olsa ve sen ''çok iyi kız'' dediğinde öfkelenmeyecekmiş gibi, o daha bir dokunur. Varsın dokunsun. Alışkın değil misin kırıklıklara, doğduğundan beri... Hep gideceklerdi zaten, ama gitmenin de adabı vardı. Birilerinin dediği gibi ''barbekü partisi''yapmanın da anlamı yoktu.

Ama yapılmıştı. Halay başı, halay başı olalı, böyle hüzünlü bir mendil sallayışa tanık olmadı. Unutulanın mendil sallayışı idi bu... Allı pullu unutuldum iletimi. Tam da böyle birşey değil miydi zaten unutulmak? Önce oynarsın davullu zurnalı, ardından susar tüm sesler. Uyurken pencerinin dibinde davul çalan ramazan davulcusunun sesi kadar irite edicidir, bundan sonra kulağına gelen tüm sesler...

Dakikalar geçmek bilmedi, o en bildiğim yollardan geçerken. Bildim ben duyacaklarımı. Belleğimin ön hatıraları gibiydi duyacaklarım. Yankılanıyordu zihnimde, kadının iyiliği, ne kadar süreceği belli olmayan. Düşündüm, bir insan ne kadar süreceği belli olmayan bir iyilik haline bu kadar öfkelenir mi diye; beceremedim. Uymadı ruhum beynime. Bertaraf ettim. Uzadıkça uzadı. Şeritler daha da beyazlamıştı sanki. Yeni bir duraktaydım artık.

O geldi; bekleneni anlattı; evet dedi o çok iyi. Şaşılacak şey değildi ki. Beklenen değil miydi? Bir insanı, beklediği şey ancak bu kadar yıkıma uğratabilirdi. Ne günler geçti aklımdan yol dümdüz ilerlerken bilinmeze... O ise farkında bile değildi, limbik sistemimdeki faaliyetin. Oluruna anlatıyordu. Olduğunca... Ben ise olabildiğince sakin kalmaya çalışarak dinledim anılarımı, kendimi...

Sevmemiştim oysa ki O'nu bu kadar...

''...Sorumsuzsunuz, evlenseniz çoluk çocuğa karışırsınız da aklınız fikriniz tozmalarda...'' dedim. Ya evlerine benden önce gidecekse o, tedirginliğiyle. Olamaz mı? Olabilir...

Üniversite önünde çizdiğimiz daireler, sanki hayatın döngüsü gibi yine aynı noktaya döndürüyordu bizi. Her dakika, daha da soğutan ve ıslaktı...

Derinim, erkeğini görünce daha bir mutlandı. Huysuzluğum ise son sürat devam ediyordu, nedeni yazmaya başladıktan sonra daha iyi anlaşılmaya başlanan biçimde.

O esnada, sıcaklığıyla sardı beni İstanbul'dan çıkmış olmanın keyfi. Orada öyle başkaydı ki sıcaklık. Kahvenin dayanılmaz kokusuyla gelen, dumanının iç yakması gibi. Kapının önünde kar vardı halbuki? Nerede şimdi?

Unutturlar tüm kederimi. Bilinçaltımı kilitledim de, bilinç düzeyimde yaşamaya karar verdim bir anda...

Ve o küçük kızın saç buklelerindeydi hayat. Tıpkı halay gibi, tıpkı o dönüp durduğumuz çember gibi, tıpkı her zıplayışında buklelerinin de ışıldaması da ve kıpırtıları gibi; ince, narin ve doğal.

Dönüş yolunda daha tanıdıktı otobüs numaraları... Daha anlaşılırdı yanımda oturup, uyuyan adam.

Ve bariyerlerden atlayarak etekle, aştık engellerini, Haliç Köprüsü yolunda bile. Etek bile engel tanımadı, açtı kendini.

Anladım ki; evlerine, o kadın benden önce giremeyecek, girse de benim kadar sevilmeyecek.
 
     Beğenin    
Yeni Başlayanlara İthafen
ŞİİR | © Yazan Burçak DEMİRKAN | Yayın Haziran 2010
''En yeniler'' bağımlılarından değilim, Bestseller'i incelemeye bile çoğu zaman tenezzül etmem. Biraz eskimeye yüz tutsun isterim, öyle bağlanayım. Sadece Issız Adam'ı izlemişliğim vardır vaktiyle, tam zamanında. Onun hikayesi de başkadır: Aldatılmışlığımın hüznüne ağlamamamın personasıydı. Görünen yüzü. Tıpkı yeniler gibi, sıradan, yüzeysel, aldatıcı, ve post-modern hayatın geçirgenliğinde eriyip gitmeyi çağrıştıran...


Eski tozludur belki, ama üfleyince aydınlanıverir, ya da küçücük ışık tutmaya bakar aralananı aydınlatmak. Ve bilir en eski, karanlığı nasıl aydınlatacağını, tozu eliyle almanın usulünü de, acıtmadan, kanırtmadan yapar bunu, usulcacık yapar. Ya yeni? Bilmez, tozunu dumanını, zamanında ne fırtınalarla kaplanmıştır bulutların, bilmez. Hoyratça savurur rüzgarlarını haykırışlarıyla. Poyraz sertliği vardır O'nda, lodosun hızlı esmesine karşın yumuşağı ve sıcaklığı yoktur. Her sözünde, her anına dokunuşunda daha bir aralamaya çalışır; kaçmak istersin , sırtını dönüp arkandan essin istersin lakin ne fayda, aralanır bulutlar, kendini her saniyesinde daha karalarsın da, O bilmez; göstermek istemezsin. Sana yabancı olana, neden savurtasın kendini?


Zordur yeniyle, bir balo salonunda, ellerinde uzun dantel eldivenlerle dans... Ne nereye elini koyacağını bilirsin, ne o anda ne söyleyeceğini ya da söylemeyeceğini. Ayağına basma korkusuyla dolusundur da bir de dantel eldivenlerin batışı... Tenin değmez birbirine, dokunmaktan kaçarsın. Bitsin istersin bir an evvel, makyajın da akmış olabilir bilhassa, ya saçların? Muhtemelen dağınıktır. Aynalara koşmak istersin de, bitmesini beklersin.


Bir gün, alelade bir meyhanede dansa kaldırır biri. Ne müzik vardır, ne yabancılık. Ne maskesi vardır, ne masken. Eldivenlerin yoktur, batmaz, acıtmaz. Ne sen yadırgarsın bu yakınlığı, ne masandakiler ne de müzik çığırtkanlık yapar, bu sessiz sözleşmeye. Huzurlusundur, ellerin rahat ayakların uyumludur. Hem ayağına basacağım korkusu olmadan, ne kadar kolaymış diye düşünürsün hem de bassan ne fark eder zaten, bunu umursayacak mı ki? Makyajın mı akmış, böyle de iyi duruyor, saçların mı dağılmış; toplayamıyorsan, bırak dağınık kalsın!


O'dur ki, dansından sonra sohbetinin derin derin, usul usul deva ettiği. Anlatır kendisini sakınmadan, o anlatır, dinlersin en büyük değerinle. ''Uzun zamandır böyle bir insan tanımamıştım, iyi ki seni tanımışım...'' der. Birkaç gece sonra buluşmaya sözleşirsin de, bilemezsin ahenk devam edecek mi? Acaba ayağına bassan bu kez kızar mı?


O, tanımaya başladığın olur...


18:45, ''Yanınıza gelmek isterim ben de'' der, bu sözündelik şaşırtır. Neden şaşırırsın? Sanki, sadece aptalların şaşırdığını bilmezmişsin gibi. Oysa o an farkına varırsın ki, o kadar uzun zamandır bunu, bu sözündeliği yaşamamışsındır. O an '' Uzun zamandır böyle bir insan tanımamıştım'' diye düşünürsün... ''İyi ki '' demek için erken, diye düşünürsün.


O, tanıdık olur.


22.00 ''Haydi hala neredesin? Kapıdayım, açtım kollarımı bekliyorum, gelmezsen ilk gelene sarılacağım bak ona göre'' der, '' Sakın, deneme bile'' diyecek kadar, aralamışsındır sen de kollarını.


O, arkadaş olur...


02.00, sonunda ''..'' olan bir mesaj yazarsın telefonuna, 2 nokta kadar uzağındayken. Yanında bitiverir, dumanın içinde. Üstelik buna bu kez sadece sen şaşırmazsın da, en yakınındaki de şaşırır. Demek ki, tek aptal ben değilmişim. İşte o an farkedersin ki, O, iki noktanın ne demek olduğunu çözmüş de öteye bile geçmiş. Gözlerine bile bakmasına gerek yoktur. Hızla çekip alır seni, olduğun yerden, ''haydi'' demeden.


O, ağabey olur...


02.30, ''kete'' en değerlimizken, Marmara ağabey ile sohbet koyulaşır. '' Sizin yaşınızdayken ben... Yetim büyüdük biz. Yoktu anamız. Siz keteyi falan boşverin de, bu saatte açık market bulursanız gidin alışveriş yapın, eve gidin, yeyin. Biz anamızın yokluğunda böyle yapardık.'' demesiyle, ana olursun da, ağlamak istersin. Tuvalete kaçarsın, gözyaşlarını görmesinler diye. Gözünün yaşında, gözünün saklı yeşilini görecek kadar yakının olmadığını düşünürsün de; döndükten sonra ''gel kız buraya, kete var'' deyince anlarsın ki...


O, dost olur...


03.30, tavlada 4-0 yenilirsin de, bir nebze sinirlenmezsin. Nasıl olur da bir kadın bir adama yenilir? Kızamazsın işte, hırslanmazsın da üstelik.


O, yakının olur...


05.00 ''Keşke daha önce tanışsaydık '' der. Keşke demek için erken mi, diye düşünürsün...


06.45, kahvaltıda, haftaya yapılacakların planları yapılır. Rumeli Hisarı özlemi vardır serde... Hala düşünmektesindir, sinemanın ilk matinesini izleyip de, eve öyle dönmeyi...


07.00, şarkı mırıldanırsın. '' Sesin ne kadar güzelmiş'' der, o kadar sigaranın üstüne mırıldandıklarınla... Yalan mı ne? ''Ama ben seni özleyeceğim'' dersin. Sarılırsınız. Sarılmak herkesin harcı değildir. Bütün harcını karıp da sarılabilense, ''gerçektir''.


O, can olur...


Şimdi düşünüyorum da; sevmenin, güvenmenin evrimleşmesi için sadece zaman mı gerekmiş? Bugün bu tezimi yalanlıyorum. Hayır.


12 saatten daha kısa bir zaman da, bir insan size '' İyi ki'' dedirtebiliyorsa, ki bu olasıymış, işte o insan; tanımaya başladığın, tanıdığın, arkadaşın, ağabeyin, dostun, yakının, canın olabilirmiş.


İyi ki seni tanımışım.
Keşke daha önce tanışsaymışız.


Bunun olmayacağına hala inanmayanlara...
Yeni başlayanlara ithafen...
 
     Beğenin    
Ne Kadar Bağlı, O Kadar Özgür
ÖYKÜ | © Yazan Burçak DEMİRKAN | Yayın Haziran 2010
Herşeyin sonlu olduğunu öğrenmedik mi, rahme düştüğümüz ilk andan itibaren? İlk ve öncelikli kopuşumuz, o kesikle gelen özgürleşme olmadı mı? Doğuşumuz, ayrılık demekti, bir mucize 9 ayda gerçekleşti. Sıcacık sudan kopup üşümek, daracık tünelden geçmek ise sıkıntıdır, kabul...

İlk adımlar sonra, nasıl da büyük bir özgürlük! Yine koptuk, en yakınlarımızın elinden, hem de ne kopuş! Dünyaları ben yarattım kopuşu idi o. Ne büyük bir özgüven, ''tek başıma ayaktayım ben, bakın bana'' adımları...

İlkokulun ilk günü, çöker ayrılık hüznü, bir süre sonra alışır bizim ufaklık. Arkadaşları, oyunları, büyüklerine övgüyle anlatacağı yeni öğrendikleriyle, emsalsiz bir işe imza atmaktadır.

Geçirilen on üç, on dört yılın sonunda, özgürleşme adımları en hızlı halini almıştır, kendini koşarak uzaklaşırken bulur bizimki. Yalpalar, düşer kalkar, büyüyen ayaklarıyla en sakarı ise yine o. Başkaldırmaları ve özgürlük mücadelesi dillere destandır, kuş uçmaz kervan geçmez yollarda bir başına olmak ister. Odasına birini sokmaması da bundan hep işte! Kim dahil olabilir oraya? Yatağı tek kişilik üstelik...

İlk aşk, ilk aşık. Bütün özgürleşme çabaları gitti mi boşa? Onca yıl çalış, didin, kazan özgürlüğünü de, karşındaki alıversin senden senin olanı, olacak iş mi? Evet, olacak iş. Özgürlükten geçmenin, ilk istemli olanı... Peşinden koşma, sadece ona ait olmak isteme, onun da kendisine ait olmasını... Bencillik mi? Neden olsun? Günler geceler boyu sadece O'nu düşünüp acı çekmedin mi sanki? Sonu olmayacağını bile bile gitmedin mi peşi sıra? Gittin. Ben de gittim. Şarkılar tutmadın mı sadece O ve kendin için? Tuttun. Ve şiirler yazmadın mı, yazdın. Ben de yazdım. Odanın içine ilk kez birini soktun; düşlerinde, şiirlerinde, şarkılarında. Vazgeçtin tek kişilik odandan, paylaşmayı öğrendin onunla. İlk kez bencil değilsin! İlk kez O'nun için sarhoş oldun. Rezilliği de cabası! Yok muydu zaten içinde mide bulantısı da? Varsın olsun...

İşine gücüne atıldın sonra da, unutuverdin çevrendekileri, geçilmedi havandan bir süre. Paran var ya, dünya senin! Aldın, yedin, içtin, gezdin... Sefan olsun! Hakkındır...

İşte ''dünya evi'' ! Kurulmasının sürekli öngörüldüğü yeni evine hoşgeldin! Cicili eşyalarınla ve evinde her daim yanında olacak olan ''eş'' inle, ne de güzel bir yuva burası. Sıcacık. Evet, o insanı bulmak için yıllarca aradın, o evi kurmak için yıllarca para kazanıp, biriktirdin. Şimdi sıra küçük bebeğinizi kucağınıza almada. Ne de güzel, minicik elleri, saçları, gözleri. Büyüğünün yaptığı herşeyi yapabilen, minik organizma. Artık onunlasınız...

Küçük bebeğiniz de, artık sizin aşamalarınızdan geçmesinin vakti gelmedi mi sanıyorsunuz? Geldi de geçiyor bile. ''O kendi hayatını yaşayadursun, bunca zaman çok sıkıntı çektik, ama herkesin kendine ait bir hayatı var, biz vazifemizi tamamladık artık '' dersiniz de, hayatınıza kaldığınız yerden devam edersiniz. Ara vermiştiniz nasılsa, görev tamam!

Artık eşiniz yok, ziyaretinize gelen çocuklarınız ve torunlarınız var, yalnızsınız. En büyük sevinç kaynağınız, yıllar boyu çalıştınız didindiniz, onlardan hiçbir şeyi esirgemediniz. Şimdi sıra onların sizi koruyup kollamasında. Öyle değil mi?

Ve bir gün, ansızın çıkagelir, beklenen talihsiz son, yatağında, bir başınayken... Kendinle başbaşasındır sadece...


Rahme düştün, annene bağlandın; doğduğun an özgürleştin...

İlk adımlarını atmadan, bulduğunun eline yapıştın; ilk adımını attın, ''ben buyum'' dedin...

İlk kez okula gittiğin günlerde ağladın; ilk arkadaşlarınla ve öğrendiklerinle ''ben oldum'' dedin...

İlk kez aşık oldun, ona bağlandın; ayrıldıktan sonra ''bana başkası mı yok?'' dedin...

İşe başladın, geceni gündüzüne kattın, ''kendim kazandım, istediğim gibi harcarım '' dedin...

Evlendin, ''eş''ine, çocuğuna bağlandın; sevginle yükselttin, sevgileriyle yükseldin...

Çocuğun evden ayrıldı; gitmesine üzüldün; hayatına kaldığın yerden devam ettin...

Yıllar boyu çırpınıp didindin çocukların için; ''onların da kendilerine göre bir hayatı var'' dedin zaman zaman...

Ömrünce verdiğin tüm emeklere sıkı sıkıya bağlandın, tekrar kavuştun hürriyetine...


Önce bağlandık, sonra özgürleştik; her dönemde bu böyle olmadı mı? Bağlanmadan özgürleşmek? Varsa o kadar yürekli ve becerikli olan, buyursun çıksın.

Giden acıtır derler... İnanmadım... Bağlandınız ve ardından, yine aynı düzende, olması gerektiği biçimde özgürleştiniz.

Böyle işliyor bu süreç. Ne kadar bağlanıyorsan o kadar özgürsün, ne kadar özgürsen bir o kadar bağlı...


Bir yaşıma daha giriyorum! Az kaldı! Acımıyorum gidene, yaşıma... Ve bu bir sene içinde gidenlerime de. Onlarla bağlandım, onlarla özgürleştim. Aileme daha çok bağlandım, eşsiz sevgileriyle daha fazla özgürleştim. Eski dostlarıma yine, yeniden bağlandım; beni yanıltmamalarıyla ve dost ''çıkışlarıyla'', her zaman yanımda olmalarıyla hürriyetimi pekiştirdiler. Yeni arkadaşlar edindim, yaşadıklarımızla bağlandık, yaşadığımız kadar bir o kadar yaşamadıklarımızda özzgürleştik. Mesleğime bağlandım, en sıkı sıkıya sarıldığım yıldı, emek verdim, bağlandım, benim hür fikrimdi.

Ve hayata bir kez daha bağlandım, bana bu kadar özgür olma fırsatını tanıdığı için.
 
     Beğenin    
Eskiyenlere
ÖYKÜ | © Yazan Burçak DEMİRKAN | Yayın Haziran 2010
Hiyerarşimizin en üst basamağıydı, ihtiyacımız.

Evet, hiyerarşiktik, ve eşit değildi ihtiyaçlarımız; değil başkalarının gereksinimleri ile, kendimizinkiler bile eşit değildi...

Tabakalaşmıştık, katman katmandı içimiz. Belki de bu kaçak katlardandı yaşadıklarımızın artık içimize işlememesi ve katları çıkmamızın suçluluğu. Harçlarını kendimiz kardık da kardık. Biraz su, fazlaca çimento, kardık. Huzursuzluğumuz yıllar geçtikçe arttı, su almamız azaldı, çimentoyu artırdık, katılaştık. Ve kaçak katlarımız ne kadar fazla ise, o kadar yüklendik.

Duvarlarımızı kendimiz ördük. Çivilerimizi kendimiz çaktık. Tablolar astık duvarlarımıza, diye. Kendi yansımamızdı o tablolar. Yakınlarımız, beğendiklerimiz, renklerini, biçimlerini ve hikayelerini en sevdiklerimiz. Kendi duvarlarımızda sadece bizden olanlar vardı. Ben en fazla ekspresyonistleri ve sürrealistleri sevdim, onların tablolarını. İstedim ki, vursunlar düşünmeden fırçalarını içlerinden geldikleri gibi, çarpsın dilediğince, belki de arsızca tuvaline. Ve ben istedim ki, bana anlatmasa da ne olduğunu, darbelerinden ve renginden anlayabileyim nelerle yaşadığını. Bazen sarı olsun hayatı, sarısından tanıyayım hüznünü; kiminde yeşili olsun huzurumuz, gözüme aynalasın yeşilini. Kıskansın rengimizi, bu yeni bahar. İstedim ki, içimden olsun onlar, dostlar evimde görmesin sadece, duvarlarımı renkli ve görkemli göstermesinler kalabalıkları ile, zengin göstermesinler, duvarlarımın çatlaklarını kapatmasınlar. Görkemli çerçevlere sahip olmasınlar, kendi çizdikleri kopyaları olsunlar kendilerinin. Yapraklarını da duvarlarımın çatlaklarından döksünler, en renkli çiçeklerini açsınlar ve zıtlıklarında nihai rezilliklerini de eskiliğin içinde püskürtsünler istedim.

Bu oldu! En canlı çiçekler de gözlerimin önünde açıldı, birbirimizle an azılı kavgaları da diğer tabloları ters çevirerek ettik, ateşlerimizi püskürttük. Renklerimizi birbirimizle karıştırdık, öyle sıcak renklerdi ki karışanlar, tonlara tonlar ekledik. Yaratmanın mutluluğunu kendi çizgilerimizle yaşadık, hazzı tattık.

Evet yarattık.

Emek verdik biz eserimize. Yıllarca, noktalarla katıştık birbirimize. ''İçindekiler'' kısmımızda, hep birbirimizden vardı. Belki de ilk çizgilerimiz birbirine benzerdi de, onun için diğerimizin renk darbelerine ses etmedik.

Kışın yağmurlar ıslattı üzerimizi, kendimizi korumak için az mı didindik? Diğerimiz üzerimizi örttü hemen kollarıyla, en fırtınalı gecelerde. Üşütmedi. Siyahın arasına, kırmızı serpmek, en zor olanıydı.

Yazın en güzel tatillere beraber çıkıldı, tuzlu su hepimizi taktı, güneş hepimizi ısıttı. Gecesinde hırkalar paylaşıldı, içkinin ve sessizlikle mehtabın tadının en güzeli birlikte yaşandı.

En büyük gülüşler, en içten gelen yaşlar beraber paylaşıldı.

Duvarlar örmek yerine, duvarlar yıkıldı..

En güzel gözü çapaklı kahvaltılar, tavla oynamalar, sarhoşluklar, ağlamalar, kahkahalar birbirimiz için ve biririmizle yaşandı.

Hiyerarşi, birbirimize sökmedi, biz birbirimizin en güzel sosyalistleri olduk, çıktık. Zaman zaman kaktüsler gibi olduk, ama yılda en az bir kez güneş aldık.

En iyi günümüzde değil, en kötü günlerimizde birbirimizle olmayı marifet saydık. Yemeğimizi, sigaramızın dumanını paylaştık. Ama paramız olsa da olmasa da hep mutlu kaldık.

Bazen yorulduk, bazen kıırldık, bazen en şiddetli kavgaları birbirimizle yaşadık ama en içten sarılmaları da başkasından görmedik.

İçinde hiç yalan yoktu...

Bugün 23 oldu kat. Çok çiviler var duvarlarımda, örülü olan çok duvarlar var. Ama Onların sarı çizgileri hiç yok. Sarı sınırları çoktan geçtiler. Biz söyledik : ''lütfen sarı çizgiyi geç''

Dün bir kez daha düşündüm. Yeni olan, en mutlu gününde bile yanında yoksa, en kötü gününde yanında olacak mıydı? Hiç sanmıyorum...

En eski en bilen, en anlayan, en tanıyan. Seni konuşman için yormayan, gözüne bakıp anlayan...

Arkandan ''tuhaf bayan'' diye bağırıp, ''deli bu'' diyenlere; kahkahalarla güldüğün, ''evet haklı'' diye İstiklal'i inlettiğin eskiler...

Ve iyi ki eskimişiz...
 
     Beğenin    
Çingene Çocuğum
ŞİİR | © Yazan Burçak DEMİRKAN | Yayın Haziran 2010
Haykırmak ister insan bazen
Çekip gidesim var, çantamı alııp gideyim diye
Sessizce.
Boş vaatlerle avutur kendini.
Seviyorum bu şehri dersin
Bu şehrin ışıklarını
İnsanlarını
Gecesini
Gündüzünü
Harabelerini
Çingene çocuklarının parlayan gözlerini
Çığlık çığlığa bağıran vapur düdüklerini
Ve
Gece sessizliğinde odanı çınlatan martı seslerini.
Böyle gecelerde vazgeçtim gitmekten herkesten, herşeyden,
Gündüz akıp gitti
Kaptanlar ise hiç tanımadı beni...
Tek tanığım,
Altınboynuz'a serzenen sigara dumanımın grisindeki
Acı çığlıklar oldu.
Korkardım oysa geceyi delip geçen o çığlıklardan çocukluğumda.
Zamanla anladım ki,
Gecenin sesi o kahkahalardı.
''Git, neyi bırakıyorsun ardında?'' ritmik gülüşleri.
Çocukluk korkuma inat,
Gitmem bu şehirden.
Gülün derim, gülün
Tutukluyum ben bu şehre!
Gece karası katar da dumanımı kendine,
Birlikte şakırız biz...

Buğusu bir başka bu şehrin,
Hüznümü de, sevincimi de ifade etmeyi
Onda öğrendim ben.
Tanışmalarımla çınlattım en geniş caddelerini,
Ve ayrılıklarımla tekrar yıktım
Yıkık harebelerini.
Beni aldatmadı hiçbiri.
Tanıdıklarımla her gün tekrar buluşturdu beni, en işleklerim
Benimle güldü
Ve ayrılıklarımı sarmaladı yıkıntılarım,
Harbinin koynuna aldı.
Kim bilir?
Belki de
Gidenlerin de ısınmaya ihtiyacı vardı...

En çok istiklalimi yaşadığım yerini sevdim
Öyle özgürdüm ki,
En şiddetli kavgalarımı da orada ettim,
En güzel birlikte doğuşları da.
Her yenide,
Yeniden doğdum.
Tabelalarana bakmadan,
Hürriyetime koştum
Ezberden.
En güzel sarhoşluklarımı da tattım,
Sabah olmasın istediğim,
Gecelerini de.
Ve bir gece,
Bir kara gözlü çocuğun bakışlarında buldum gidemeyişimi.
Bir parçamı verdim ona,
En kakaolusunu,
Isırışında
Gitme dedi,
Gitme...
Nerede kaldı hürriyetimin caddesi
Dedim.
Sessizce,
Ağzımda kalsın şekerlemenin tadı
Dedi
Ürperten simsiyah kirpiklerinin altından.

Üşüyordu taşın üzerinde
Bildim.
Aldım, sardım koynuma.
Kokusunu içime çektim.
Altınboynuz'a serzenen sigaramın gri dumanıydı kokusu
Işıklarımla yanımda olan,
Ve martılara inat,
Kal diye
Kahkahalar atan...

Unutmayacağım seni
İki yaşındaki
Suratına sümükleri bulaşan
Ama hayatım boyunca o mis kokuyu duyamayacağım
Kara gözlü çingene çocuğum...
 
     Beğenin    
Yağmur
ŞİİR | © Yazan Burçak DEMİRKAN | Yayın Haziran 2010
Yağmurumdu,
Ellerin.

Sadece damlamadığında bile,
Nemiyle boğulduğum,
Derin iç çekişlerimde,
Yaşamımı
soluyamadığım...

Geleceğini bildiğim,
Zamanını bilmediğim
olduğunu hatırladığım..
Damlaması değil,
Çağlaması yetenim...
Öyle bir bereket ki,
En fazla,
Burnumdan
Ve saç uçlarından
Süzülmesini sevdiğim...

Dinişinde,
Ansızın çekilişiyle
Ürperten,
Soğutan,
Bedenimi toprak kokusuyla saran,
Varlığın yok oluşuna
Mecbur bırakan...
 
     Beğenin    
Can A
ŞİİR | © Yazan Tuğba DEMİRÖZ | Yayın Haziran 2010
Paydos.

Yuvaya dönme vakti
.
Çok da dönesim yok hani
.
.
Başım ağrıyor

Ateşim var hafiften
“Yürü” diyor arkadaşım “Yürü”
“İyice ateşin yükselmeden tut evin yolunu”
.
.
.
Çanta ağır

Sırtımda
Kaplumbağa tadında
.
Koşturuyorum eve

Bacaklar tazı gibi Vatana kadar


Vatan kırmızı

O an fark ediyorum tazıdan hızlı gittiğimi
.
.
Dinleniyorum
.
.
.
“Yavaşla” diyorum kendime “Yavaşla”
Evde bir bekleyen yok seni
.
.
Karnım aç
“Boş ver” diyorum “Tek başına ne anlamı var yemek yemenin”

Bari bir çikolata al kendine diyen sesle geri duruyor
İki çikolata alıyorum

İstemeye istemeye yürüyorum
“Eve gitmesem mi?”

Gücüm yok
Başım ağrıyor
Hala ateşim var

“Ha gayret” diyorum “Ha gayret az kaldı merdivenlerden sonra evdesin”

Kapının önünde o da ne?
“Merhaba” diyorum
Hoş geldin
Can mısın sen?
Bal mısın?
Çok mu tatlısın?

Işık sönene kadar sevişiyoruz

Ayaklarıma dolanıyor

Gülümsüyor(um)
Kapıyı açıyorum
Ben evvel giriyor eve


Canmış adı
Çok meraklı
Çok tatlı
Çok candan
Uzun tırnaklı
Severken elimi kanattı

Can hoş geldin
Can iyi ki geldin
Neşe getirdin

Beklediğini bilmiyordum
Bilsem bekletmezdim
Hoş geldin CAN
Hoş geldin


Tuğba Demiröz
 
     Beğenin    

Bu sayfada yayınlanan öykü ve şiirlerin tüm hakları yazarlarına aittir ve üye yazarlarımız tarafından TavsiyeEdiyorum.com Öykü ve Şiirler kütüphanesinde yayınlanmak üzere gönderilmiştir. Burada yer alan eserler yazarlarından önceden izin alınmaksınız başka platformlarda yayınlamaz, sadece kaynak gösterilerek ve yazar ismi zikredilerek KISA ALINTILAR yapılabilir. Aksine davranış Fikir ve Sanat Eserleri yasasına aykırılık teşkil edecektir.

14:59
Top