2007'den Bugüne 92,307 Tavsiye, 28,219 Uzman ve 19,976 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!


Dt.Ali Zeki OSMANAĞAOĞLU'nun Öykü ve Şiirleri
Dt.Ali Zeki OSMANAĞAOĞLU
  1. Bu Yolun Büyüklerini Sevenlerin Kalpleri O Kadar Kıymetlidir Ki, Allahü Teala Cevheri O Kalplere Koymuştur. ÖYKÜ | Eylül 2009
  2. Dünyada Pişmanlık Nimettir, Fakat Ahiretde Pişmanlık Felakettir. ÖYKÜ | Eylül 2009
  3. İstanbul Bir Gün Mutlaka Fethedilecektir. Onu Fetheden Kumandan Ne Güzel Kumandan, Onu Fetheden Asker Ne Güzel Asker. ÖYKÜ | Mayıs 2009
  4. Dünyada ve Ahirette Mekanların En Şereflisi, Allahü Tealadan Bahs Edenlerin Bulunduğu Yerdir. ÖYKÜ | Mayıs 2009
  5. Kim Olduğun Değil, Kiminle Olduğun Önemlidir! ÖYKÜ | Mayıs 2009
  6. Kim Allah İçinse Allahda Onun İçindir. İyi İnsanlar ile Beraber Bulunmak, Ahiretde Kurtulmaya Alamettir. ÖYKÜ | Mayıs 2009
  7. Kur'an-I Kerim Öyle Bir Kitab-I İlahidir Ki, Onun Her Harfinde Yüzbin Derde, Yüzbin Şifa Vardır. ÖYKÜ | Nisan 2009
  8. Başarı; Öldükten Sonra İşe Yarayandır, Rabbimizin Rızasıdır. ÖYKÜ | Nisan 2009
  9. Allah İçin Müminin Yüzüne Sevgi İle, Muhabbetle Bakanlar, Mahşerde Arşın Altında Gölgeleneceklerdir. ÖYKÜ | Nisan 2009
  10. 3 Nisan ÖYKÜ | Nisan 2009
  11. Pınardan Damlayanlar... ÖYKÜ | Mart 2009
  12. Pınardan Damlayanlar... ÖYKÜ | Mart 2009
  13. En Büyük Zarar, Sevaptan Mahrum Kalmaktır ÖYKÜ | Mart 2009
  14. Yol ÖYKÜ | Şubat 2009
  15. Samimiyet ÖYKÜ | Şubat 2009
Facebook'ta paylaş Twitter'da paylaş Linkin'de paylaş Pinterest'de paylaş Epostayla Paylaş
 Yazarla İletişim  


Bu Yolun Büyüklerini Sevenlerin Kalpleri O Kadar Kıymetlidir Ki, Allahü Teala Cevheri O Kalplere Koymuştur.
ÖYKÜ © | Yayın Eylül 2009
Bizim dinimizde, bağlamak, iple, parayla, mevki ile değildir. Bizim dinimizde bağlamak, sevgiyle olur. El mer’ü meâ men ehabbe buyuruluyor. Dünyada kim kimi severse, ahirette onunla beraber olacaktır. Buradaki meâ kelimesi, bağlamaktır. İşte bu bağlamak, sevgi demektir. Sevgiyle bağlananları kimse koparamaz. Menfaat ile bağlananlar, koparılır. Ama aşk sararsa dünya menfeati araya giremez,… onu ancak âşıklar anlar. Allahü teala bize o büyüklerin sevgisini nasip etsin inşallah.

Tam İlmihal Seadet-i Ebediyyenin son sözünde cehennemin ne olduğu anlatılıyor. Bunlar okunup, düşünülünce insanın ağzının tadı kaçıyor, insanın içine bir korku geliyor. Orada en üst tabakanın en hafif yer olduğu halde, dünya ateşinden yetmiş kat daha şiddetli olduğu yazıyor. Diğer tabakaları çok daha şiddetli.. İman etmeyenler sonsuz kalacak. (ihtimal bile olsa) nasıl buna razı olunur, oysaki gerçek.. Eğer insanlar yalnız sonsuz kelimesini bile bir düşünse, eli ayağı titrer, yemek yiyemez, ayağını uzatıp yatamaz.. Sonu yok!.. Azıp kurdurmanın zamanı değildir. Mahcup ve mahzun bir vaziyette, Allahü tealanın yardımına muhtacız.

Abdullah-ı Dehlevi hazretleri buyuruyorlar ki; Birgün beni cehennem ateşi korkusu sardı. Ya rabbi, bilerek veya bilmeyerek bir hata işlemişsem, orayı hak etmişsem, adaletinle beni oraya gönderirsen,… diye düşünürken, Cenab-ı Peygamber ‘aleyhissalatü vesselam’ efendimiz tecessüm etti. Peygamber efendimiz ‘sallallahü aleyhi ve sellem’ buyurdu ki; “Kimin kalbinde benim sevgim, benim ismim varsa, korkmasın, benim sevgim olan yeri ateş yakmaz”. Hiç olmazsa yüz defa salevat-ı şerife getirelim de, bir irtibat kurulsun.

Birgün birisi rüyasında, Peygamber efendimiz ‘sallallahü aleyhi ve sellem’ Eshab-ı kiramla beraber otururlarken görmüş. Kendiside orada misafirmiş. Melekler gelmiş, başta Peygamber efendimiz olmak üzere, hepsine su döküp, abdest aldırmışlar. Bu misafire sıra gelince, yüzüne bile bakmamışlar ve gitmişler. Misafir, Peygamberimize gelmiş, ya Resulallah, ben de müslümanım, ben de senin ümmetindenim. Elime döksünler diye su istedim, bırakıp gittiler demiş. Peygamber efendimiz; Sen kimsin, buyurmuşlar. Aman efendim, ben filan oğlu filanım, demiş. Peygamber efendimiz; Ben seni tanımıyorum. Günde kaç defa bana salevat-ı şerife getiriyorsun ki, ben seni tanıyayım. Benimle ne irtibat kuruyorsun, buyurmuşlar.

Birgün Resulullah efendimizin huzuruna iki şahitle bir yahudi gelmiş. Ya Muhammed, ‘aleyhissalatü vesselam’ senin ümmetinden filan kişi gece geldi, ahırdan devemi çaldı. Şimdi deve onda, demiş. Deveyle beraber çağırın, buyurmuşlar. Deveyle beraber gelmiş. Yahudiye, şahidin var mı, buyurmuşlar. İki şahit varmış. (Bizim dinimizde itiraf ve şahit çok önemlidir). Şahitlere, bu deve kime aitti, buyurmuşlar. Şahitler de, yahudinin demişler. Müslümana dönüp, bu gece ahıra girip bu deveyi çaldın mı, buyurmuşlar. Efendim, vallahi billahi yapmadım, aklımdan bile geçmez demiş. Peki şahidin var mı, buyurmuşlar. Ya Resulallah, şahidim yok, demiş. Din hükmüne göre, şahitlerin verdiği bilgiye göre, deve yahudiye aittir ve fakat hırsızın da cezası verilecektir. (O mübarek zât kalbinden düşünmüşki; “Ya rabbi, her gece Peygamberimize ‘aleyhissalatü vesselam’ yatmadan, uyumadan evvel, on salevat-ı şerife okurum. Eğer bu kabul edilmişse, bu deve konuşsun”.) Tam hüküm verilirken, deve, ben de konuşabilir miyim, demiş. Deve konuştuğu anda, yahudi titremeğe başlamış. Deve; “Ya Resulallah, bunlar yalan söylüyorlar. Ben bu müslümanın devesiyim” demiş. Sonra yahudiler kaçmışlar. Bu sefer Cenab-ı Peygamber buyurmuş ki; Bana günde on defa salevat-ı şerife getireni, Allahü teala dünyada bu sıkıntıdan kurtardığı gibi, ahirette de inşallah daha büyük sıkıntılardan kurtarır.

Güneşin karşısına bir ayna konsa, aynanın karşısına başka bir ayna konsa, bu aynadaki görüntü, öbür aynada da görünür. Bir başka ayna konsa, güneş orada da görünür. Taa ki, aynalar devam ettiği müddetçe.. Ama arada ayna olmazsa, görüntü biter. İşte güneşin görüntüsü, böyle aynadan aynaya intikal ettiği gibi, Peygamber efendimiz de ‘aleyhissalatü vesselam’ manevi bir güneştir, dünyadaki bütün müslümanların hepsine gelen rüşd ve hidayetin, vilayetin kaynağıdır. O, bir güneştir. Aynanın karşısında aynalar vardır, Onlar da Eshab-ı kiramdır. O güneş evvela Eshab-ı kiramın aynalarına yansıdı. O aynalardan da, müteselsilen dünyadaki bütün müslümanlara intikal etti. Peygamberimiz ‘aleyhissalatü vesselam’, kalbimde ne varsa Ebu Bekr-i Sıddıkın kalbine aktardım, buyurmuştur. Ebu Bekr-i Sıddık da, kalbinde olanları Selman-ı Farisiye aktardı, müteselsilen her asırdaki büyükler talebelerine bu güneşi aktararak ayna olmuşlardır. Hep aynadan aynaya intikal ettiği için, Cenab-ı Peygamberin kalbinden çıkan nur neyse, o nura son aynaya bakanlarda kavuşur. Bu nur, kavuşanlara, inşallah hem dünyada, hem kabirde, her yerde yeter ve yetişir. Çünki O nur bir cevherdir, Allahü teala o nuru çöplüğe koymaz. Bu yolun büyüklerini sevenlerin kalpleri o kadar kıymetlidir ki, Allahü teala bu cevheri o kalplere koymuştur.

Şimdi böyle büyükleri bulabilmek çok zor.. fakat kendileri buyuruyorlarki; Bizi bulmak isteyenler kitaplarımızın satırlarının arasında bulsunlar. Onun için, ehlisünnet itikadını anlatan kitaplara sahip çıkmak, bunları okumak, okutmak, yaymak en kıymetli ibadetdir. Bir insanın dünyası için yardımcı olmak bile çok kıymetlidir, yanan bir evden bir insanı kurtarmak nekadar büyük hizmettir, kaldıki bu bir dünya ateşidir. Ya ahiret ateşinden kurtarmak… hiçbirşeyle kıyaslanamaz. Bir insanın dünyası için iyilik yapmak kıymetlidir, fakat ahreti için iyilik yapmak elbette çok farklıdır. İnsanın karnını doyurmak güzeldir ama kalbini doyurmak başkadır. Karnını doyurursanız geçici kısa bir zaman faydası olacaktır, kalbini doyurursanız ebedî ateşten kurtulur. Cenab-ı Hakkın dinine hizmet etmek için helal lokma önemlidir. Helal lokmayla beslenen vücudun en iyi istifadesi, kalbin nurlanmasıdır. Çünki kalp çok hassastır. Kalp, bir havuzdur, ama madde değildir, bir kuvvettir. İnsan vücudunda onun bulunabileceği organ, yürektir. Nasıl ki, ampulün içinden ceryan geçince o ince teller ışık veriyorlar.. Nefis de, akıl da öyledir. İnsanın kabine gelenler, iki kaynaktan gelir. Büyükler buyuruyorlar ki; İnsanlar başlangıçta aldıkları zevkin nefisten mi geldiğini, kalpten mi geldiğini, ayıramazlar. Halbuki nefisten gelen zevk ile kalpten gelen zevk, çok farklı şeylerdir. Biri cennete, biri cehenneme götürür. Bunları ayırmak çok zordur. Fakat insanlar zamanla ibadet yapmak, Allahü tealanın ismini çok zikr etmek suretiyle, kalp yavaş yavaş nefsin tesirinden ayrıldıkça, kendi zevkini bulmaya başlar. Ötekisi zaten kendi zevkine devam ediyor. Ama kalp kendi zevkinden bihaber iken, o yaptığı ibadetler sebebiyle, Kur’an-ı kerim okumanın, namaz kılmanın, sohbetin çok zevkli olduğunu, hele hele konuşan birisi güler yüzlü-tatlı dilli ise, çok tatlı olduğunu anlar. İşte bu zevkler ayrıldığı zaman, hak ile batıl ayrılır. Başlangıçta, hepsi beraberdi, karışıktı. İşte büyükler buyuruyorlar ki; Kalbin bu zevkleri ayırabilmesi için, onun güçlenmesi, kuvvetlenmesi lazımdır. Onun gücü ve kuvveti, ibadetlerdedir, haramlardan sakınmaktadır. Ama en kıymetli, en güçlü ilaç da, gene sohbettedir.(O büyükleri sohbeti bulunmadığı zaman, kitablarını okumak da, onların sohbetinde bulunmaktır). Büyükler buyuruyorlar ki; Hiçbir üstünlük, hiçbir şifa, sohbetinki kadar olamaz. Çünki insanın bütün organlarına hitap eder. Sonra büyüklerden bahs edildiği için de, Onların ruhaniyetleri bahsedildiği yere gelir. Biz bilsek de, bilmesek de, anlasak da, anlamasak da, karpuzun güneşin enerjisini anlamadan olgunlaştığı gibi, insan o ruhlardan istifade eder. Bilmek şart değildir. Karpuz güneşten aldığı enerji ile olgunlaştığını bilmediği bibi.. İşte Onlardan çok bahs edince veya bahs edilen yerlere gidince, insanın kalbi yavaş yavaş kendine gelir, kendini tanımaya başlar ve doğru ile eğriyi ayırmağa başlar. Birgün birisi büyük bir zâta, efendim siz çok hocanızdan bahs ediyorsunuz. Neler öğrendiniz ki, bu kadar seviyorsunuz, bu kadar çok şeyler anlatıyorsunuz, diye sormuş. Buyurmuşlar ki; Efendim, ben önceleri kim sevilir kim sevilmez, bilmiyordum. Hangisi eğri, hangisi doğru, bilmiyordum. Bu mübarek zât, bana bu sevilir bu sevilmez, bu iyi bu kötü diye anlattı, ondan sonra öğrendim, buyurmuşlar. Bu büyükleri tanımayan insanlar, her şey benim olsun, ben şöyle yapayım, böyle olayım diye gözü yükseklerde olur. Fakat tanıdıktan sonra anlar ki, asıl iş, asıl insanlık, kendini tanımaktır, kendisinin hiçbir işe yaramadığını, ancak o büyüklerin muhabbetiyle biraz şeref kazanacağını anlamaktır. Onun için, abdiyyet, kul olmak, makamların en yücesidir. Onun için, Peygamber efendimize ‘aleyhissalatü vesselam’ siz kimsiniz, diye soranlara, Abdullah, derdi. Yani, Allahın bir kulu… Abbdiyyet, tasavvufta en büyük derecedir. Ama karşında, ademiyet, yani yok olmak vardır. İnsan ne kadar yok olursa, o kadar var olur, o kadar yüce olur. Çünki nefsin arzularını yerine getirenler ile Allahü tealanın emir ve yasaklarını yerine getirenler bir olmaz. Onun için, tercih bize kalmıştır, sonunda pişman olacağımız, bırakacağımız işleri, bugünden terk etmelidir. Onun için, ahrette, yapılan bütün hizmetler içinde, yalnız ve yalnız ihlaslı olanlar ayrılacaktır. İhlassız olanlar işe yaramayacaktır. En büyük müflis, çok ibadetle, çok hizmetlerle ahirete gelir, fakat kendisine bir şey kalmaz. İhlassız, niyeti bozuk ameller işe yaramayacaktır.. Akıllı tüccar olup, ahiret kazancımızı düşünmeliyiz efendim
 
     2 Beğeni    
Şiir-Öykü Listesi
Dünyada Pişmanlık Nimettir, Fakat Ahiretde Pişmanlık Felakettir.
ÖYKÜ © | Yayın Eylül 2009
Kim dine sahip çıkarsa, Din ona sahip çıkar.

Allahü teala bu ümmeti afv etmek istemeseydi, ramazan ayını yaratmazdı. Ramazan-ı şerif ayını Allahü teala bu ümmeti afv etmek için yaratmıştır. Bu ay Allahü tealanın bize hususi ihsanıdır.

Allahü teala hepimizi bu mübarek cumanın, ramazan-ı şerifin bereketine ve şefaatine nail eylesin. Ramazan-ı şerifde afv ve mağfiret ettiği ve cehennemden azad ettiği kulları arasına dahil eylesin inşallah. Ramazan-ı şerifi hakkımızda hayırlı eylesin, tuttuğumuz oruçları kabul eylesin, günahlarımızı afv eylesin, ölmüşlerimize rahmet eylesin, dinimize hizmet edenleri ve hizmet etmek isteyenleri, rahmet, merhamet ve afv eylesin inşallah. İnsan sevdiği ile beraber olacaktır buyuruluyor, İnşallah Rabbimiz bize sevdiklerine kavuşmayı ve sevdikleriyle beraber olmamızı nasib etsin diye dua ediyoruz.
Büyüklerimiz buyuruyorlarki; "Bir insânı, Allahü teâlâ’ nın sevgili kulunun kabul etmesi, onu, Allahü teâlâ’nın da kabul ettiğine âlâmetdir. Allahü teâlâ’nın bir kulunu kabul ettiğinin âlâmeti, onun sevgili bir kulu tarafından kabul edilmesidir".
Evliyanın ve ehl-i sünnet alimlerinin en büyüklerinden, silsile-i aliyye büyüklerimizden, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî "kuddise sirruh" hazretleri buyuruyorki; "Evliyânın kalbleri, ilâhî nûrların çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Hak teâlâ da hoşnuttur. Onların kalblerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur"."Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değildir. Onlara kimse kafa tutamaz. Onlara kafa tutanın işi de, başı da, saâdeti de gider". "Eğer bir toplulukta bir cemaatin içinde Allahü tealanın sevdiği beğendiği razı olduğu kabul ettiği bir tek kişi varsa Allahü teala o bir kişi hürmetine hepsini affeder... Hak kapısında ehil nâ ehil beraberdir". ..
Her işin başı, din gayretidir. Bu gayret varsa kaya bile erir...
Bir mecusi din gayreti için bir memlekete köprü yaptırmış. Sultan Mahmud Gaznevî hazretleri bu köprüyü görünce, yaptıran kişi için dua ederken, demişlerki; bunu yapan müslüman değil, ona dua etme... Sultan Mahmud han masrafının iki katını vererek köprüyü satın almak istemiş. Mucusi demişki; padişahım ben bunu satmak için yapmadım, dinim için yaptım, satmam demiş. Batıl dini için bile yaptığını para ile değişmemiş. Ferideddîni Genc-i Şeker hazretleri bunu anlatırken buyuruyorki; "Ey müslüman sen din gayretini mecusidenmi öğreneceksin, senin gayretin nerde...?..."... Ahirete giden herkes bir pişmanlık duyacaktır, dünya için kanaat olur, ahiret için kanaat olmaz... dünya için tevekkül olur, ahiret için tevekkül olmaz. (dünyada pişmanlık nimettir, fakat ahiretde pişmanlık felakettir). Kabrden birisi çıkıp dünyaya gelse nasıl yaşar?.. herhalde bir an boş geçirmez, hep ahireti için çalışır, günah işlemez, kalb kırmaz... peki biz oraya gitmeyecekmiyiz, gidince başımıza neler geleceğini, nelerle karşılaşacağımızı dinimiz bildiriyor. Allah’a iman etmeyenler, Onu Allah kabul etmeyenler, Cenabı Peygambere iman etmeyenler, din-i islamı kabul etmeyenler, cehennemde feryat edecektir. Yarabbi bizi tekrar dünyaya gönder, hiç günah işlemeyeceğiz, hep ibadet edeceğiz diyecekler. Onlara; zaten oradan geldinya,.. denilecek. Bu dinin temeli öğrenmek ve öğretmekdir. Allahü teala hiçbirşeyi gayesiz ve hikmetsiz yaratmamıştır. Herşeyin bir hikmeti, gayesi vardır. İnsanın bile yaşarken bir gayesi, maksadı vardır. Rabbimizin her yarattığında bir hikmet vardır. Allahü teala insanı maksadsız, gayesiz yaratmış olamaz... Sizi bir gaye için yarattım buyuruyor. "Ben sizi ibadet için yaraddım" buyuruyor. İbadet; Onu tanımak, Onun büyüklüğünü anlamak, kendisininde çok kötü bir nefsinin olduğunun farkına varmaktır.... Kendini tanımak ne kadar artarsa Allahü tealanın büyüklüğü okadar anlaşılır. İnsan kendini beğenirse müslümanları beğenmez, islamiyeti beyenmez, sonunda şirke kadar gider. Dîni öğrenmek ve öğretmek herkese farzdır. Bizden evvelkiler bize öğretmek için uğraşmasalardı, bu gayreti göstermeselerdi, bugün biz müslüman olamazdık... bizde bizden sonrakilere temiz bir şekilde ulaştırmalıyız, üzerimizdeki emanet çok büyüktür.

Allahü teala müminlere çok kıymet vermiş, muhatab kabul etmiş, kulum demiş. .. bundan daha büyük şeref olurmu... Kim dine sahip çıkarsa, Din ona sahip çıkar. Hadisi kudside buyuruluyorki; "Ey dünya dine hizmet edene hizmetci ol, sana hizmet edenlere zorluk çıkar"...

Abdülhakim efendi hazretleri buyuruyorlar ki; "Bütün peygamberler Allaha aşıktır, Allahü teala da peygamberine aşıktır". Onun için Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi vesellem) dokunan, sataşan mahvolur. Çünkü Allahü tealanın sevgilisidir... Günde en az on defa salâvat-ı şerife okuyanlara müjdeler çok var. Cebrail aleyhisselam buyuruyor ki; Cenab-ı Peygambere günde on defa salavat-ı şerife getiren için başımı secdeye koyarım, o afv olmadıkça başımı secdeden kaldırmam buyuruyor. Azrail aleyhisselam, buyuruyor ki; Kim ki Cenab-ı Peygambere günde on salavat-ı şerife okursa, onun ruhunu peygamberlerin ruhunu aldığım gibi alırım, hiç acıtmam buyuruyor. Bu bize, içinde bulunduğumuz ramazan-ı şerifin son günlerinde, bayrama yaklaşırken, mühim bir müjdedir...)).

Resulullah efendimiz (aleyhisselatü vesselam), buyurdular ki; "Dünya, uykudaki bir kimsenin rüyasıdır. İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar. Ahiret ebedî hayattır. Cennet dünyanın karşılığıdır"... dünyayı terk edene, bırakana oranın ebedi nimeti verilecektir. Yani dünyayı sahiplenmeyen, dünya malını sahiplenmeyen, onun bir karanlık olduğuna, emanet olduğuna iman eden için Allahü teala kalıcı olanı verecektir. Cehennem de dünyanın karşılığıdır dünyayı isteyip, ahireti unutana verilir, oradan ebediyen ayrılamaz. Bu bir tercih meselesidir, ahireti tercih edene Allah-ü teala cenneti verecektir, dünyayı tercih edene cehennemi verecektir. Resullullah efendimize, bugünün en hayırlısı kimdir denildiğinde; "Dünyada Allaha itaat eden ve ömrünü o yönde bitirendir" buyurdu. Yine buyuruluyorki, "Eğer bir şey mutlaka olacaksa siz onu olmuş bilin".

Bize kadar tertemiz birşekilde gelen emaneti, bizden sonrakilere, aslına uygun şekilde ulaştırabilmek temennisiyle;
 
     Beğenin    
Şiir-Öykü Listesi
İstanbul Bir Gün Mutlaka Fethedilecektir. Onu Fetheden Kumandan Ne Güzel Kumandan, Onu Fetheden Asker Ne Güzel Asker.
ÖYKÜ © | Yayın Mayıs 2009
Resulullah sallallahü aleyhi vesellem efendimiz, İstanbul'un müslümanlar tarafından alınacağını müjdeleyip, İstanbulu alan kumandan ve askere dua buyurmuşlardır. Bu müjdeye ve duaya kavuşmak, islam padişahlarının hepsinin ortak emeli olmuştur.
Sultân Murad han da, her İslâm pâdişâhı gibi İstanbul’u fethetmek arzusundaydı. Hacı Bayram-ı Velî hazretlerini çok sever ve 4-5 yaşlarındaki, şehzade Mehmed'i de yanına alarak ziyare gider, duasını alırdı.
Birgün Hacı Bayram Veli hazretleri ile aralarında şöyle konuşma oldu:
- Efendim! İstanbul’u fethetmek, tek emelimdir. Bu diyârı İslâmın nûruyla aydınlatmak, çan sesleri yerine, ezân sesi duymak istiyorum.
- Çok iyi olur.
- Pekii bu fetih bize nasîb olur mu acabâ?
- Cenâb-ı Hak ömr-ü devletinizi pâyidâr, bu hâlis niyetinizi mübârek eylesin. Ancak sen ve ben, bu fethi göremeyiz.
(Sonra bir köşede oynayan) Şehzâde Mehmed ile Molla Akşemseddîni gösterdi padişaha.
- Şunlar var ya.
- Evet efendim.
- İşte onlar görürler bu fethi.
Sultân Murâd han sevindi o zaman. Ve o gün Akşemseddîn'i, Şehzâde Mehmed'e hoca tayin eyledi.
Ayrıca, O devrin en meşhur ulemâsı, velîsi, şehzâdeye ders verdiler.
Târihi, coğrafyayı iyi öğrendi.
Geçmiş hükümdârları okuyup ders ve ibret çıkardı kendine.
Hem kudretli bir asker, hem kültürlü insandı.
Tahta çıktığında Ondokuz yaşındaydı.
Tek şey vardı gönlünde:
“İstanbul’u almak!..”
Hep bunu düşünür, buna zihin yorar, önüne bizans haritasını alır, gece-gündüz bunun hesaplarını yapardı.
Ve çok kararlı idi.. "Ya Bizans’ı alırız, ya Bizans alır bizi alır" derdi.
....

Muhasara sırasında, herşeye rağmen Bizansa yardım geldiği ve ümidlerin tükenir gibi olduğu bir zamanda, Sultan Mehmed Han, veziri Veliyüddîn Ahmed Paşayı Akşemseddîn hazretlerine göndererek;
"Şeyh efendiye sor, kal'a feth olmak ve düşmana zafer bulmak ümidi var mıdır?" dedi. Buna Akşemseddîn hazretleri şöyle cevap verdi:
"Ümmet-i Muhammed'den bu kadar müslüman ve gâziler bir kâfir kâlesine doğru hücum ederse, inşâallahü teâlâ feth olur."
Sultan Mehmed Han, umûmî cevapla yetinmeyip, Veliyüddîn Ahmed Paşayı tekrar Akşemseddîn'e gönderip;
"Vaktini tâyin etsin" dedi. Akşemseddîn murâkabeye daldı. Başını eğip, Allahü teâlâya yalvardı. Mübârek yüzü terledi. Sonra başını kaldırarak;
"İşbu senenin Cemâziyelevvel ayının yirminci günü, seher vaktinde, inanç ve gayretle filan taraftan yürüsünler. O gün feth ola. Kostantiniyye'nin içi ezan sesiyle dola!" dedi. Ayrıca genç pâdişâha bir mektup gönderdi. Mektubunda;
"Kul tedbir alır, Allahü teâlâ takdir eder kaziyesi, delili sâbittir. Hüküm Allahü teâlânındır. Velâkin kul, elinden geldiği kadar gayret göstermekte kusur etmemelidir. Resûlullah'ın ve Eshâbının sünneti budur." diyordu.
Böylece Akşemseddîn hazretleri bir taraftan İstanbul'un fethi hakkında yeni müjdeler veriyor, diğer yandan da ne şekilde davranılması husûsunda pâdişâha tavsiyelerde bulunuyordu.
Nihâyet Akşemseddîn hazretlerinin tâyin eylediği gün ve saat doldu. Sultan Mehmed Han ordunun başına geçerken, hocası Akşemseddîn'den okumak için bir duâ istirham etti. Bunun üzerine Akşemseddîn hazretleri;
"Yâ Fakih Ahmed!" diyerek himmet taleb eyle!.. Onu vesile kılarak Allahü teâlâya tazarru ve niyâz eyle" buyurdu. Sonra çadırına giren Akşemseddîn hazretleri yanına hiç kimseyi koymamalarını istedi ve kapılarını iyice kapattırdı.
Yeniçeriler, azablar, dalkılıçlar, serdengeçtiler, akıncılar, gönüllüler, erenler, evliyâlar Sultan Mehmed Hanın buyruğuyla İstanbul üzerine akıyorlardı. Mehmed Han bu sırada hocası Akşemseddîn'in yanında olmasını arzuladı ve haber gönderdi. Gelmeyince Akşemseddîn'in bulunduğu çadıra gitti. Çadırın her tarafı iyice kapatılmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Han çadıra yaklaşıp, hançerini çıkardı. Hançerle çadırdan biraz keserek, içerisinin görülebileceği kadar bir delik açtı. İçeri bakınca, hocası Akşemseddîn hazretlerini kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, başından sarığı düşmüş, ak saçı ve ak sakalı nûr gibi parlıyor gördü. Ak saçını ve ak sakalını toprağa sürüp, saçını sakalını toprak içinde bırakmıştı. Bu hâli ile İstanbul'un fethinin gerçekleşmesi için Allahü teâlâya yalvarıp duâ ediyor, gözyaşı döküyordu. Fâtih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddîn'in Allahü teâlâya yalvarıp, duâ etmekte olduğu bu yüksek hâlini görünce, doğruca yerine döndü. Kaleye bakınca surlara tırmanan İslâm askerinin yanında ve önünde ak abalı bir topluluğun da hisara girmekte olduğunu gördü. Az sonra fethin askeri de surları geçip şehre girdi. Böylece İstanbul'un fethi ve Peygamber efendimizin büyük mûcizesi gerçekleşti.

İstanbul sabah sekiz sıralarında fethedilmişti. Fâtih Sultan Mehmed ise şehre öğle saatlerinde Topkapı'dan girdi. Beyaz bir at üzerinde idi. Muhteşem bir alayla ve alkışlar içinde ilerleyerek, Ayasofya'ya doğru yol aldı. Zulümden ve haksızlıktan bıkmış olan Bizans halkı yeni bir bekleyişin içinde idi. Fâtih geçtiği sokakları, caddeleri, evleri dikkatle gözden geçiriyordu. Yanında ileri gelen kumandanlarıyla vezirlerinden başka, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Akşemseddîn ve Akbıyık Sultan gibi âlimler ve velîler topluluğu da bulunuyordu. Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed çok genç olduğu için, herkes Akşemseddîn'i pâdişâh sanıyordu. Ona, demet demet çiçek veriyorlardı. Akşemseddîn hazretleri, genç pâdişâhı göstererek;
"Sultan Mehmed ben değilim, O dur." sözüne karşılık;
Sultan Mehmed de;
"Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o benim hocamdır. Şehrin mânevî fâtihi O dur." diyordu.

Akşemseddîn hazretlerine; "İstanbul'un fethedileceği zamânı nasıl bildin?" diye sorulunca, şöyle cevap verdi;
"Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul'un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır'ın, yanında evliyâdan bir cemâatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm."

Ubeydüllah-i Ahrâr’ın "kuddise sirruh" torunu Hâce Muhammed Kâsım’dan şöyle nakil edilmiştir: “Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, âniden atının hâzırlanmasını istedi. Atı hâzırlanınca, binip Semerkanddan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi’ olup, takip ettiler. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkandın dışında bir yerde talebelerine; ”Siz burada durunuz!“ buyurdu. Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlâ’nâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet dahâ peşinden gidip takip etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı: “Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri "kuddise sirruh" ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu.”
Ubeydüllah-i Ahrâr "kuddise sirruh" dahâ sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında; “Türk Sultânı Sultân Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harp ediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlâ’nın izniyle gâlip geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu.
Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdînin şöyle anlattığını nakil etmiştir: ”Bilâd-ı Rûma (Anadoluya) gittiğimde, Sultân Muhammed Fâtih Hânın oğlu Sultân Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydüllah-i Ahrâr’ın şeklini ve şemâilini tarîf etti ve; “O zâtın beyâz bir atı var mıydı?” diye sordu. Ben de tarîf ettiği bu zâtın, babam Ubeydüllah-i Ahrâr olduğunu ve beyâz bir atının olup, bazen ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultân Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı: Babam Sultân Muhammed Fâtih Hân bana şunları söyledi: “İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydüllah-i Ahrâr Semerkandînin "kuddise sirruh" imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâilini tarîf ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyâz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi; “Korkma!” buyurdu. Ben de; “Nasıl endîşelenmeyeyim, küffâr çok,” dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm. “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defa kös vur ve orduna hücûm emri ver,” buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. Böylece düşman hezîmete uğradı. İstanbul’un fetih işi gerçekleşti.”

556 yıl geçmesine rağmen her müslümantürk evlâdı aynı heyecanı duymaktadır. Bu güzel istanbulu müslüman türk alemine kazandıran, başta Fatih Sultan Mehmed han olmak üzere, Onu yetiştiren hocalarını ve fetihte emeği geçen şehidlerimizi, gazilerimizi ve yüreğinde bu sevgiyi taşıyanları rahmetle ve fatihalarla anıyoruz. Nimetin kıymetini bilmek ve şefaatlerine kavuşmak temennisiyle inşallah.
 
     Beğenin    
Şiir-Öykü Listesi
Dünyada ve Ahirette Mekanların En Şereflisi, Allahü Tealadan Bahs Edenlerin Bulunduğu Yerdir.
ÖYKÜ © | Yayın Mayıs 2009
Abdülhakim efendi hazretleri buyurdular ki: Asuman secde künet. Behri zemîni ki deru. Yek dü kes, yek dü nefes. Behri Hüda binişinent. Asuman demek, gökler demektir. Gökler secde eder; yâni imrenir. Gökler'den maksat, gökdekiler demektir. Göklerdeki melekler imrenir, gıpta eder. Cennet, altıncı kattaki göktedir. Gökler deyince, cennetteki melekler de dahildir. Behri zemini ki deru; Öyle bir yere imrenirlerki,..(yek dü kes, yek dü nefes) bir iki kişi, bir iki nefes, yani kısa bir zaman. Behri Hüda binişinent. Allah rızası için toplanmışlar, sohbet ediyorlar. Dinden, Allahdan bahsediyorlar. Gökteki bütün melekler oraya hayran hayran bakarlar. (Birkaç kişi, kısa bir zaman, Allah rızası için bir araya gelip te, Allah dan bahsettikleri yere, göklerdeki bütün melekler imrenir, gıpta eder). Dünyada ve ahirette mekanların en şereflisi, Allahü tealadan bahs edenlerin bulunduğu yerdir. Ya oradakiler dine hizmet ediyorsa? Bu öyle bir nimettir ki, dünyada ve ahirette bundan daha büyük bir nimet olamaz. Velhasıl: İnsan olarak yaratıldığımıza hamd edelim. Eli ayağı düzgün olarak yaratıldığımıza hamd edelim. Cenab-ı Hakkın bize akıl verdiğine şükr edelim. Akıl, insanı hayvandan ayıran farktır. Duygu organları olmasa, ne işe yarardık... Bir de iman nimeti var. Dolayısıyla, bu kadar nimetin de mutlaka şükrü icap eder. Çünki eğer buna şükr edilmezse, gene Allahü teala buyuruyor ki; Elinizden alırım... Peki ne yapmak lazım? Ne emr ettiyse, onu yapmak lazımdır.

İsmail Hakkı Bursevi hazretlerinin altı cilt Ruh-ul Beyan adlı tefsiri vardır. Orada buyuruluyorki; (bazıları gelip sormuşlar), Altıparmak denilen yerde, Yahudiler ve Rumlar vardır. Bunlardan bazıları, çok cömert ve güzel ahlak sahibidir. Kim ne için gelse, yardım ederler. Camiler için gelseler yardım ederler. Fakirler için gelseler, yardım ederler. Bunlar da diğerleri gibi cehennemde yanacaklar mı?.. İsmail hakkı hazretleri, bu sualin cevabını Hocası Atpazarlı Osman Haruni hazretlerine sormuş. Hocası buyurmuş ki; Bu, güzel ahlaktır. Peygamber efendimiz ‘aleyhisselatü vesselam’ buyurdu ki; Ben, güzel ahlakı anlatmak ve tamamlamak için gönderildim. Din, güzel ahlak demektir. Kimde bu güzel ahlak varsa, imanla gitmesi muhtemeldir. Bu güzel ahlak sahibi insanlara, vefatlarına yakın cenab-ı Peygamber ‘aleyhisselatü vesselam’ görünür, çok iyiliklerin vardı. Ben Muhammedim, ben Peygamberim. Kelime-i şehadet getir, der. O da sesli bir şekilde kelime-i şehadeti getirir; oradakiler de duyar ve ondan sonra iman ile ölürler. Günahsız olarak ölmüş olur. Çünki güzel ahlak sahibiydi.


Yine bu Ruh-ul Beyan tefsirinde buyuruluyor ki; Bir elma ağacı veya bir armut ağacı düşünün.. bazısı bağçede, bazısı dağda büyür. Bağçede büyüyen elma ağacı bahçıvanın elinde bakılır, budanır, sulanır, ilaçlanır.. ağaç çabuk olgunlaşır, meyvası da tatlı olur. Dağdaki yabani olanı ise, korumasızdır, hamdır, geç olgunlaşır. Böcekler yer, keçiler yer, ne olacağı belli değildir. Hocası olan talebe, bahçıvanın elindeki elma gibidir. Hocası olmayan ise, dağdaki yamuk yumuk armut gibidir. Bahçıvanın elindeki ağacın aslı cennette olduğu için, o da cennete gider.
Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyorki; Bir talebe, kıyamete kadar ömrü olup hocasına dua etse, hakkını ödeyemez buyuruyor.

Şâh-ı Nakşibend hazretlerine birgün bazı insanlar gelmiş, hocam, bize bir keramet gösterin demişler. Buyurmuş ki; ne kerameti? Benim kerametim, her an meydandadır. Bir insan, bu kadar günahı omuzlarında taşıyıp, hala yürüyorsa, konuşuyorsa, başka ne istiyorsunuz, buyurmuşlar. Soranlar demişler ki; efendim, genede bazan kerametiniz görülüyor.. Şahı Nakşibent hazretleri "onlar bana aid değildir, hepsi hocama aiddir" buyurmuş. Şahı Nakşibent hazretleri yine buyurmuşlar ki; "Sizden fevkalade haller zuhur etse, bütün ağaçların yaprakları dile gelse, taşlar konuşsa, ey mübarek zât, sen artık mübarek oldun deseler, sakın inanmayın. Biz bununla emr olunmadık, bunun için gönderilmedik. Bizim dünyaya geliş gayemiz, Onun dinine uymak ve Onun dinini anlatmaktır".

Eshab-ı kiramdan bir zât buyuruyor ki; Hazretin Ömerin yanında oturuyordum. Medine-i münevverede dehşet bir salgın hastalığı oldu. Bir cenaze geçti. Cenaze geçerken Eshab-ı kiramdan beraber olduklarımız, ya Emirel mü’minin, şöyle iyi huyları vardı, böyle iyi huyu vardı, dediler. O hiçbir şey söylemedi, sadece başını önüne eğdi, kesinleşti, dedi. Biraz sonra başka bir cenaze daha geldi. Efendim, şöyle iyi ahlaklıydı, şöyle cömertti, dediler. Gene bir şey demedi, başını önüne eğdi, kesinleşti, buyurdu. Bir cenaze daha geçti, Allah afv etsin, şöyle hasisti, zalimdi, şunu yaptı bunu yaptı, dediler. Kesinleşti, buyurdu. Ya Emirel Mü’minin, kesinleşti kesinleşti, dediniz, ne kesinleşti, dediler. Buyurdu ki; Ben cenab-ı Peygamberin ‘aleyhisselatü vesselam’ yanındaydım. Mübarek buyurdu ki; Dört mü’min, bir mü’min hakkında iyi bir müslümandır dese, kesinleşti, o cennetliktir. Peki ya Resulallah, bunlar üç kişiyse, dedim; kesinleşti, buyurdular. Peki ya Resulallah, iki kişi şahit olsa.. Buyurdular ki; gen kesinleşti. Birkişi olsa diyemedim, utandım, buyurdu. Dolayısıyla, ölen bir insan için arkasından söylenilenler çok mühimdir. Allahü teala onu Müslümanların nasıl bildiğine, nasıl şahitlik yaptığına önem veriyor.

Birgün sarhoşun birisi meyhaneden çıkmış evine giderken zikr sesleri duyuyor. Zikrin ne olduğunu bilmiyor, ses nereden geliyor diye merak edip sesin geldiği yere gidiyor. Pencereden içeriye başına uzatmış. Bakmış ki orada Abdulkadir Geylani hazretlerinin talebeleri bir araya gelmiş zikir yapıyorlar, sohbet ediyorlar, Allahdan bahsediyorlar. O da bakmış, ya Rabbi bunlar ne güzel insanlar demiş ve evine gitmiş, evde de ölmüş. Ertesi gün cenazesini kaldırıyorlar, kabre koyuyorlar. Melekler Cehenneme götüreceğiz diyorlar. Gavsı azam hazretleri nereye götürüyorsunuz diyor. Bu adam berbat, bu adamın yeri ancak ateş olur diyorlar. Gavsı azam hazretleri başını vermem, vücudunu ne yaparsanız yapın diyor. Çünki o baş, o göz benim talebelerime sevgi ile baktı. Benim talebelerime sevgi ile muhabbetle bakan gözü ateş yakmaz. Başını vermem ama geri kalanını ne yaparsanız yapın beni alakadar etmez demiş. Demişler ki; ya Gavs olur mu öyle şey, baş bir tarafta vücut bir tarafta olmaz diyorlar. Cenab-ı Hakka arz edin demiş. Ya Rabbi ne yapacağız bu mevtayı demişler. Allahü Teala da buyurmuş ki, baş ne tarafta ise vücutta o taraftadır. Dolayısıyla kim olduğumuz değil, kiminle olduğumuz önemlidir. Ve kimi sevmek, kimi sevmemek lazım olduğunuda iyi seçmeliyiz. Ahiretde nerede ve kimlerle olmak istiyorsak, buna dünyada karar vermeliyiz.
İNSAN SEVECEĞİ KİMSEYİ İYİ SEÇMELİ, ONA GÖRE SEVMELİDİR..
 
     1 Beğeni    
Şiir-Öykü Listesi
Kim Olduğun Değil, Kiminle Olduğun Önemlidir!
ÖYKÜ © | Yayın Mayıs 2009
İmanın şartı altıdır, bunlar inanılacak şeylerdir... bu altı şarta inandım demekle hasıl olan imanın devam etmesi için başka şeylerde lazımdır. Mesela, ibadetler imandan değilsede, farz olduğuna inanmak imandandır. Bir kimse, namazın farz olduğuna inanmazsa imanı olmaz.

Bir de imanın temeli ve en mühim alameti olan, (bugünkü tabirle, olmazsa olmazı olan) esas bir şart daha vardır ki, o' da, hubb-u fillah ve buğd-u fillahtır. Yani Allahü tealanın sevdiklerini sevmek ve Allahü tealanın sevmediklerini sevmemektir. Çünki Hadis-i Şerif'te, dünyada birbirini sevenler, ahirette de beraber olacaktır buyuruluyor. Allahü tealanın sevgili kullarını sevenler, son nefeste imanla ölürler. Ve mahşer yerindede sevdiklerinin yanında haşr olup, ahiret hayatındada beraber bulunurlar. Bunun için de, kimin sevilip kimin sevilmeyeceğini iyi öğrenmemiz lazımdır... Kim olduğumuz değil, kiminle olduğumuz önemlidir.

Bir kimse, ibadetlerini yapmakla beraber, Allahü tealanın sevmediklerinide severse, mesela ebu cehili severse, bu kişi cehenneme gider. Çünkü Hadis-i şerifde Peygamber Efendimiz 'sallallahu aleyhi vesellem' öyle buyuruyorlar. Herkes sevdiğinin yanında olacak. Demek ki insan, dünyada sevdiklerine dikkat etmelidir. Bu sevmek ve sevmemek, şahsi menfaati için değil, Allahü tealanın rızası için olmalıdır. Sevmek ve sevmemek kalp ile olur, beden ile olmaz.

Ateş ile barut bir arada olamayacağı gibi, iki zıt sevgide bir arada olamaz. Peygamber Efendimiz'i 'sallallahü aleyhi vesellem'i sevmeyeni sevemeyiz. Bu ise, kalpte kendiliğinden hasıl olur. İlm ile olmaz. Öğrenilerek olmaz. Son nefeste iman, bu muhabbete bağlıdır.
Onun için büyüklerimiz "İnsan seveceği kimseyi iyi seçmeli, ona göre sevmeli…" buyuruyorlar.

Seviyorum diyen bir kimse, sevgilisinin düşmanlarından kesilmedikçe, buna münafık, yani yalancı denir. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı birşey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerini sevmemeyi îcâb ettirir.

Allahü teala İsa aleyhisselama (Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikce ve dost olmayanlardan uzaklaşmadıkca, hiç fâidesi olmaz), Musa aleyhisselamada; (Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve sevmediklerimden benim için uzaklaştınmı?) buyuruyor. Her mü'min, Allahü teâlâyı sevmeyenleri sevmemeli, islâmiyyete yapışanları sevmelidir. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" (İbâdetlerin efdali, müslimânları müslimân oldukları için sevmek, kâfirleri, kâfir oldukları için, sevmemekdir) buyurdu.

Muhabbet, sevgilinin dostlarını sevmeği, dost olmayanları da sevmemeyi îcâb ettirir. Bu sevmek ve sevmemek, sâdık olan âşıkların elinde ve irâdesinde değildir. Çalışmaksızın, zahmet çekmeksizin kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları güzel görünür ve dost olmayanları da çirkin ve fenâ görünür. Dünyânın güzel görünüşlerine kapılanlara hâsıl olan muhabbet de, bunu îcâb etdiriyor. Seviyorum diyen bir kimse, sevgilisinin sevmeyenlerinden kesilmedikce sözünün eri sayılmaz. Buna münâfık, ya'nî yalancı denir.

Allahü teâlâyı sevmeyenleri sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaşdırır. Teberrî etmedikce, tevellî olmaz. Ya'nî uzaklaşmadıkça, dostluk olmaz.

İnsan kimi severse hep ondan bahseder... Allahü tealanın veli kullarından mübarek bir zât hep hocasından bahsedince, birisi; efendim siz hocanızı bukadar çok seviyorsunuz, siz ondan ne öğrendiniz deyince, O mübarek zât buyurmuşki; birtek şey öğrendim, o da bana yetti buyurmuş: "Kim sevilir, kim sevilmez".

Birisi birgün gülistandan geçerken bakmışki, güllerin arasında dikenler, ayrık otları, yabancı otlar var. Düşünmüşki, bu güllerin arasında bu otların dikenlerin ne işi var, bunlar olmasaydı daha iyi olurdu, derken.. otlardan birisi seslenmiş, efendi efendi, biz halimizden memnunuz, sen bize karışma, bizim ne otu olduğumuz önemli değil, nerde ve nelerin arasında olduğumuz önemli, bizim kıymetimiz bu güllerin yanında olmakladır, hiç kimseye sen kimsin demezler sen kiminle idin derler diyor. Ahiretde bile nerde ve kimlerle beraber olmak istiyorsak, bunu dünyada karar verip tercihimizi yapmalıyız. Çünki burada kimlerle berabersek, kimleri seviyorsak ahiretdede onlarla beraber olacağımız kesindir. Bu bir tercih meselesidir…

Birisi çeşmede yüzünü yıkarken, su ile birlikte biraz çamur gelmiş, bakmışki bu çamur çok güzel kokuyor. Çamura sormuş sendeki bu koku nedir diye.. çamur demişki; ben bir gül ağacının yanında kaldım, gülün yaprakları benim üzerime düştükce, o yapraklarla bir müddet hemhal oldum, onların kokusu banada bulaştı diyor. Demekki nerede ve kimlerle beraber isek muhakkak onlardan etkileniriz, onlardan bize bir koku geçer, o halde kim olduğumuz değil kiminle olduğumuz önemlidir.

Mevlâna Halid-i bağdadi hazretleride, "Hak kapısında ehil ve nâ ehil beraberdir" buyuruyor. Dünyada iken birbirini sevenler aynı yerde haşrolunca, bunların arasında cennete giden biri bulunursa onun hatırına, o toplulukta bulunanların hepsinide avf edip, sen ehil değilsin deyip geri cevirmezlermiş... bu bizim için büyük bir müjdedir.... Dünyada bile bir insan hakkında karar vermek için arkadaşlarına bakılır, kimlerle beraber olduğuna bakılır... O halde, Kim olduğumuz değil, kiminle olduğumuz önemlidir.

Müşrikler Peygamberimize, Hak Peygamber olduğunu madem iddia ediyorsun, bir bela gelsin de görelim dediler. Peygamberimiz buyurdu ki: “Aranızda ben varım, ben varken bela gelmez.” Büyükler buyuruyorlar ki: “Alimler, Peygamberimizin vârisidirler. Vâris her konuda vâris olduğu için, onların bulunduğu yere de umumî belâ gelmez". O büyüklerin bulunduğu yerler mânevî sığınaktır. Peygamber efendimizin varisi olan bu müstesna zâtlar her konuda olduğu gibi, bu hususda da bizim için büyük nimetdirler. Nasılki gece karanlığında yıldızlar gökyüzünde parlamaktadır, Bu mübarek insanların bulunduğu yerler de, o şekilde parlamaktadır. Bu büyükleri sevenler, Onlar gibi olmağa çalışırlar, Onların ahlakıyla ahlanlanmağa, Onlardan ilim öğrenmeğe çalışırlar, Onların halleriyle hallenmeğe çalışırlar, dolayısıyla dünyada iken o büyüklerin etrafı ahlak ve fazilet olarak yüksek insanlardan oluşan kültür ve medeniyetin zirve olduğu yerler olduğu gibi, O mübarek insanların etrafındaki sevenleri ahiretdede beraber olurlar. Zira hadisi şerifde buyuruluyorki; "dünyada iken birbirini sevenler, ahiretde beraber olurlar". O halde, Kim olduğumuz değil, kiminle olduğumuz önemlidir.

Bir büyük zat buyurmuş ki; Eğer Allahü teala bana bu hizmetlerden dolayı (razı olup da)cennetini ihsan ederse, mahşere dönerim talebelerimin hepsini alırım. Bir talebesi de sormuş; Orası mahşer yeri, çok kalabalık,.. Allahü teala korusun bir talebe orda kaybolsa, insanlar birbirine benziyor, o ne olacak? O zat da buyurmuş ki; Efendim insanların işi karışık olur ama Allahü tealanın işinde karışıklık olmaz. Kim kimi seviyorsa, hep beraber olur. (Mıknatısın iğneyi çektiği gibi). O halde, Kim olduğumuz değil, kiminle olduğumuz önemlidir.

İman çok hassastır, bir kelime ile gelir, bir kelime ile gider... Birisinin cebinde çok kıymeti bir cevher olsa, kimse çalmasın diye hiçbir yere bırakmaz. Hep onu düşünür ve hiç unutmaz. Onu kimse çalmasın diye, aklı fikri onu korumakta olacaktır. Nihayetinde bu bir dünya malıdır, çalınsa ne olur, çalınmasa ne olur. Ama iman gitti mi, maazallah! Bütün seadetler gider, bütün felaketler gelir. Bir büyük zat buyuruyor ki; Bu imanın korunması ancak imanını koruyanlarla beraber olmakla mümkündür. İmamı rabbani hazretleri dünyanın kötülüğünü anlatıyor; haramlardan günahlardan sakınmak dünyadan sakınmaktır. Bu kadar kıymetli imanı muhafaza etmek nasıl mümkün olabilir. Ne yapmak lazım onu korumak için. Buyuruyor ki; "Onu koruyanlarla beraber olmak lazım". Tek başınıza, yabancılarla kalırsanız kurtulamazsınız çünkü insanın ahlakı bulaşıcıdır. Kötü ahlakta bulaşıcıdır, iyi ahlakta bulaşıcıdır. Onun için iyi insanlar ile beraber olmak, kurtulmaya alamettir. O halde, Kim olduğumuz değil, kiminle olduğumuz önemlidir.

Bir çok insanın hakikati görememesinin sebebi gözüdür. Gözüne inanan mübarek bir zatın kıyafetine, mesleğine bakarak yanılır, Onu dinlemez ve istifade edemez. Başdaki göze değil, kalbdeki göze tâbi olmak lazımdır, kalbdeki göz, doğruyu-yanlışı ayırır, kimin sevilip kimin sevilmeyeceğini bilir. Hakkı hak, bâtılı bâtıl bilir... Hiç kimsenin mesleğine veya kıyafetine bakarak karar verilmez, işin kaynağına bakılır, naklettiği bilgiyi nerden aldığına bakılır, bedenin gıdasını iyi seçtiğimiz gibi ruhun gıdasınıda iyi seçmeğe mecburuz. Bedene bozuk gıda alan dünyasını yıkar, fakat ruhuna bozuk gıda alan ahiretini mahveder. Pis borudan şifa gelmez. Suyun kaynağıda, geçtiği yoluda temiz olmalıdır. Peygamber efendimize aleyhisseletü vesselam, Ebu Bekrin radıyallahü anh gözü ile bakanlarla, ebu cehlin gözü ile bakanlar elbette farklıdır. Eğer insan bu zatlara, bu gözle bakarsa kör olur. Eğer mübarek bir zat diye bakarsa kalb gözü açılır. Eğer Allahu teala bir kuluna hidayet nasip etmişse, ona ehli sünnet itikadını vermişse, ona sevgili bir kulunu tanıtmışsa, o bu gözle olmaz. Bu kalp gözü ile olur. Böyleyse, kalp gözü açılmıştır. Kalp gözü, hakkı batıldan ayırmak içindir, uçmak-uçurmak için değildir bunu iyi anlamak lazım... En zor iş hakkı batıldan ayırmaktır. Peygamber efendimizin de duası var, aleyhisseletü vessellem, “Ya rabbi bana hakkı hak, batılı batıl göster.”buyuruyor. Bir kişi hakka batıl diye saldırırsa, batıla hak diye sarılırsa mahvolur. Peygamber efendimiz, ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacak, yetmiş ikisi bozulacak ancak biri doğru yolda kalacak buyurmuşlardır. Bu yetmiş iki fırka, cehennem ateşine girecektir, itikat bozukluğu olduğu için cehenneme gidecektir. Ateş bu pisliğin temizlenmesi içindir fakat peygamber efendimiz ümmetim dediği için, bunlar daha sonra cennete girecektir. Kimsenin tek başına doğruyu bulması mümkün değildir… ehli sünnet alimlerinin kitaplarından satır satır seçilmiş, onbinlerce çiçekten toplanan bal gibi olan Tam İlmihal Seadet-i Ebediye gibi kitabları okumalıdırki, kitab mühim bir arkadaştır, iyi seçmek lazımdır... Ehlisünnet alimlerinin kitablarını bulanlar, bu büyükleri sevmeğe başlar. Dünyada ve ahiretde Onlarla beraber olmak isterler, onlar gibi yaşamak isterler.

İmamı rabbani hazretleri bu yolda feyz vardır, buyuruyor. Afrikadada olsa istifade eder buyuruluyor. Ancak iki kişi feyz alamaz. Biri inciten, biri inkar eden. İncitmek itiraz etmekle, inkarda reddetmekle olur. İnkar eden mahrum kalır. İncitmedikten sonra, inkar etmedikten sonra istifade eder. Peygamber efendimiz aleyhisselatü vessellam buyuruyor ki; Nerde ilim varsa orda din vardır, nerde ilim yoksa orda din yoktur. Bilerek yapmakta lazımdır. Namazın farzlarını yerine getirmezseniz, namaz olmaz, orucun farzı yerine gelmezse oruç olmaz...ilm şarttır.. ama doğru kaynaktan.

Kimler dünyada birbirini severse, birlikte olursa, ahirette de birlikte olacaklardır. Ahiretde kimlerle beraber olmayı, nerde olmayı istiyorsak bunu dünyada iken seçip, karar vermemiz lazımdır.

O halde, Kim olduğumuz değil, kiminle olduğumuz önemlidir.
 
     1 Beğeni    
Şiir-Öykü Listesi
Kim Allah İçinse Allahda Onun İçindir. İyi İnsanlar ile Beraber Bulunmak, Ahiretde Kurtulmaya Alamettir.
ÖYKÜ © | Yayın Mayıs 2009
İnsan ihsânın kulcağızıdır. Herkes kimden iyilik görürse onu sevmeğe başlar. Herhangi bir insana bir iyilik etmek, gökten lamba olarak yere inse, bu iyilikten hasıl olan nur o kadar parlaktır ki; güneş onun yanında çok sönük kalır. Hele bu hizmet ile bir insanın hidayetine sebeb olunursa kıymeti hiç ölçülemez.

Allahü teâlâ’ nın aziz ettiğini kimse zelîl edemez, Allahü teâlâ’ nın zelil ettiğini kimse aziz edemez.. Büyüklerimiz buyuruyor ki; Allahü teala bir kuluna iki şeyi vermişse, ona herşeyi vermiştir, tam vermiştir. Onun bir başka şey istemeye hakkı yoktur. Birincisi Ehl-i sünnet itikadı, ikincisi Allahü tealanın sevgili bir kulunu tanımaktır... o halde bunun şükrünü iyi yapmak lazımdır ki elimizden gitmesin.

Ayet-i kerimede mealen buyuruluyorki; Kim Allah içinse Allahda onun içindir. Allahü tealanın rızasını düşünerek haraket edenleri, insanlar neder diyerek Allahü tealanın rızasından vazgeçmeyenleri, insanların kızacakları işlerde Allahü tealanın rızasına uyanları Allahü teala himayesine alır. İnsanların rızasını gözetip, Rabbimizin rızasına uymayanların, Allahü tealanın gadab edeceği işlerde insanların rızasına uyanların işini insanlara bırakır.

Îmân ni'metinin şükrünü yapabilmek için, sahip olduğumuz îmân cevherini herkese anlatmak, duyurmak lâzımdır. İnsanlar ebedî ateşde yanmasın düşüncesinde olmak lâzımdır. Emr-i ma'rûf da bu demekdir.

İmamı Rabbani hazretleri buyuruyor ki; "Va’zların özü ve nasîhatların kıymetlisi, Allah adamları ile buluşmak, onlarla birlikde bulunmakdır. Allah adamı olmak ve islâmiyyete yapışmak da, müslimânların çeşidli fırkaları arasında, kurtuluş fırkası olduğu müjdelenmiş olan, Ehl-i sünnet vel-cemâ’atin doğru yoluna sarılmağa bağlıdır. Bu büyüklerin yolunda gitmedikçe kurtuluş olamaz. Bunların anladıklarına tâbi’ olmadıkça, se’âdete kavuşulamaz.

Dinimizin yayılması, tanınması için fevkalade gayret etmeliyiz. Zira büyüklerimiz buyuruyor ki; "Bir beldede emr-i mâruf yapılıyorsa oraya umûmi bela gelmez". Îmânı tam olan bir müslüman emr-i maruf yapmadan duramaz, çünki hiçbir canlının yanmasına dayanamaz... eğer bir insan ben kurtulayım da başkası ne olursa olsun diyorsa, imanında noksanlık vardır. Her kabdan içindeki dışarıya sızar, herkes yanında ne varsa onu ikram eder..

İnsanlar ebedî ateşde yanmasın diye uğraşmak aşkı, Allahü tealanın sevdiği kullarının kalbindeki hususî bir haldir, kime verilirse çok şükretmesi lazımdır. Rabbimizin karşılıksız ihsân etdiği, îmân ni'metine şükr edebilmemiz elbette lazımdır.

Îmânın temeli ve en mühim alameti, hubb-i fillah ve buğd-i fillahdır. Yani, Allahü tealanın sevdiklerini yalnız Allahü tealanın rızası için sevmek ve Allahü tealanın sevmediklerini de yalnız Allahü tealanın rızası için sevmemekdir. Çünki Hadis-i şerif'te, dünyada birbirini sevenler, ahirette de beraber olacaktır buyuruluyor. Allahü tealanın sevgili kullarını sevenler, son nefeste imanla ölürler. Ve mahşer yerinde de sevdiklerinin yanında haşr olup, ahiret hayatında da beraber bulunurlar. Bunun için de, kimin sevilip kimin sevilmeyeceğini iyi öğrenmemiz lazımdır... Kim olduğumuz değil, kiminle olduğumuz önemlidir. Ahiretde bize, sen kimsin demezler, dünyada iken kiminle idin derler. Ahiretde nerede ve kiminle olmak istiyorsak bunu dünyada iken seçmemiz lazımdır. İmanın korunması, ancak imanını koruyanlarla beraber olmakla mümkündür. İyi insanlar ile beraber olmak, kurtulmaya alamettir.

Bu imanın korunması ancak imanını koruyanlarla beraber olmakla mümkündür. Kötü ahlakta bulaşıcıdır, iyi ahlakta bulaşıcıdır. Onun için iyi insanlar ile beraber olmak, kurtulmaya alamettir. Ahir zamandaki insanların en büyük sıkıntısı imanını korumaktır.

Dünyânın neresinde olursa olsun, her insana önce lâzım olan şey, dînini, îmânını öğrenmekdir. Din, eskiden islâm âlimlerinden kolayca öğrenilirdi. Şimdi, âhir zemân olduğu için, hiçbiryerde hakîkî din âlimi kalmadı gibi. Şimdi dîni, îmânı doğru olarak öğrenmek için tek çâre, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumakdır. Bu kitâbları bulmak, Allahü teâlânın büyük bir ihsânıdır.

Peygamber efendimiz ‘sallallahü aleyhi ve sellem’ hazreti Aliye, "Ya Ali, müslümanın iki alameti vardır. Birincisi; cömert olmak, ikincisi; güler yüzlü olmak. Kafirin de iki alameti vardır. Hasis olmak ve çatık kaşlı olmak", buyurmuşlar. Cömert olmak, dünyaya düşkün olmamakdır ki dinimizin şiarındandır. Dinimize hizmet edecek kişi, güleryüzlü olmağa mecbur ve mahkûmdur.

Resulullah efendimiz (aleyhisselatü vesselam), buyurdular ki; "Dünya, uykudaki bir kimsenin rüyasıdır. İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar. Ahiret ebedî hayattır. Cennet dünyanın karşılığıdır"... dünyayı terk edene, bırakana oranın ebedi nimeti verilecektir. Yani dünyayı sahiplenmeyen, dünya malını sahiplenmeyen, onun bir karanlık olduğuna, emanet olduğuna iman eden için Allahü teala kalıcı olanı verecektir. Cehennem de dünyanın karşılığıdır, dünyayı isteyip, ahireti unutana verilir, oradan ebediyen ayrılamaz. Bu bir tercih meselesidir. Ahireti tercih edene Allahü teala cenneti verecektir, dünyayı tercih edene cehennemi verecektir. Resullullah efendimize, bugünün en hayırlısı kimdir denildiğinde; "Dünyada Allaha itaat eden ve ömrünü o yönde bitirendir" buyurdu. Yine buyuruluyorki, "Eğer bir şey mutlaka olacaksa siz onu olmuş bilin".

Allahü teala müminlere çok kıymet vermiş, muhatab kabul etmiş, kulum demiş. .. bundan daha büyük şeref olurmu... Kim dine sahip çıkarsa, Din ona sahip çıkar.

Aynaya baktığınız zaman kendinizi görürsünüz. Siz o aynanın neresindesiniz? İçindemisiniz, dışındamısınız? Aynanın içinde deseniz yalan olur, içinde değilsiniz. Yok deseniz olmaz, bakınca görüyorsunuz. Görülen kendinizmisiniz, o görüntü nedir?. Bir ipe taş bağlayın ve hızlıca çevirin, taş dönerken bir daire göreceksiniz. Bu nokta-i cevvale denilen daire varmıdır yokmudur. Var deseniz taş çevirilmeyince daire yok oluyor. Yok deseniz taş çevrilince daire görülüyor. Fakat aslında daire yok. Bu görülen daire nedir, nerededir?. İmam-ı Rabbani Hazretleri buyuruyor ki; bunların her ikisi de aslında olmayıp bizim hayalimizde oluşan vehimdir, görüntülerdir. İşte dünya da hakikatde bulunmayıp yok olacak bir görüntüdür. Dünya hayatı, hayaldir. Hakikat ise ahiret hayatıdır. Dünya hayatı, hakikat olan ahiret hayatının aynadaki görüntüsü gibidir. Nasıl, aynada ki görüntü bir müdded durur ve karşısında ki hakikat çekilince görüntü kaybolursa, taş çevrilmeyince daire görüntüsü kaybolursa, dünya da, bir gün kaybolacak görüntüdür. Vehmin arkasından koşan hayalperest dir. Hayalin ideali olmaz. İnsanın ideali, hayalhane olan bu dünya olmamalıdır..

Asıl olmadan, görüntü olmaz. Aynanın karşısında cisim varsa görüntü vardır. Cisim yoksa, görüntü de yoktur. Asıl (hakikat) ahiretdir, görüntü ise dünyadır. Ahiretteki asıl, cennette ise, bunun dünyadaki görüntüsü, izdüşümü belli yerlerdedir. Cehennemde ise, görüntü kötü yerlerde görülür. Dünyadaki görüntü, ahiretteki aslın, hakikatin alametidir. Onun için, iyiler iyileri, kötüler kötüleri bulur. Ne yapıp yapıp, iyilerle beraber olmağa çalışmalıdır.

Büyüklerimiz buyuruyorki; HAYAT HAYALDİR.
 
     2 Beğeni    
Şiir-Öykü Listesi
Kur'an-I Kerim Öyle Bir Kitab-I İlahidir Ki, Onun Her Harfinde Yüzbin Derde, Yüzbin Şifa Vardır.
ÖYKÜ © | Yayın Nisan 2009
İmam-ı Rabbani hazretleri (Kuddise sirruh), birgün pencere kenarında hanımı ile beraber oturup, dışarıyı seyrederken, gülmüşler... Hanımı ne gördüklerini merak edip sorduğunda, İmamı Rabbanî hazretleri buyuruyorlarki; "Dışarıda birisi geçiyordu, şeytan sağ tarafından saldırmak istedi, yanındaki melek şeytanın kafasına bir topuz vurdu,.. şeytan öbür tarafa geçti, tam oradan içeri girecekti, melek bir kere daha vurdu,.. arkadan saldırmak, kalbine vesvese vermek istedi, orada bir tokmak daha yedi.. öne geldi, gene birşey yapamadı". Hanımı merak etmiş, neden birşey yapamadığını sormuş. İmamı Rabbani hazretleri; "Mübarek adam evden çıkarken Ayet-el kürsi okumuş" buyuruyor . Ayetel kürsi bir duvar gibi örmüş etrafını.

Bir adamcağız işi için bir başka memlekete gitmiş. Hanımı o gün çamaşır yıkamış, bütün gün çok yorulmuş ve yatmış. Hırsızlarda o gece, nasılolsa ev sahibi yok, bu evi soyalım demişler. Hırsızlar geliyorlar, bir bakıyorlar ki evin etrafı yarıya kadar duvarla çevrili,.. (tam değil). Çok denemişler, eve girememişler... İkinci gece geliyorlar, bu sefer duvar tepeye kadar... Evin sahibi gelince, hırsızlar gelip demişlerki; "Dayı senin evi soymağa geldik, fakat soyamadık. Evin etrafında yarım duvar vardı, ikinci gün geldik, bu sefer duvar tepeye kadardı"... Adam eve gelince hanımına anlatmış ve sormuş; ne yaptın, niye böyle diye.. Hanımı; birinci gün çok yorgundum, Ayetel kürsiyi tamamlayamadan uyumuşum. İkinci gün tam olarak okuyup yattım demiş.

Abdülhakim-i Arvasi hazretleri kuddise sirruh buyuruyorlar ki; Kur'an-ı Kerim öyle bir kitab-ı ilahidir ki, onun her harfinde yüzbin derde, yüzbin şifa vardır. İlaçların bir kısmı kat'idir, bir kısmı zannîdir. Yani bir kısmı mutlak şifadır, bir kısmı ise şifa olabilirde, olmayabilirde.. Kuran-ı Kerim kat'i şifadır. Hiç şüphe yok,.. Kat'i ilac olduğunu Allahü teala buyuruyor.

Mübarek bir zât buyuruyorki: "Birgün yolda giderken çok sevdiğim bir arkadaşıma rastladım. Arkadaşım üzüntüden bitmiş, hayattan ümidini kesmiş. Dedi ki; Yirmi yaşında bir kızım var. Doktorlar çok uğraştılar, çare bulunmadı, ümidi kestiler. Eve götürdük.." Mübarek zât bir tabak içine şifa ayetlerinin hepsini yazmış, birazda su koymuş, bu sudan içsin buyurmuş. Onbeş-yirmi gün sonra kız iyileşmiş. (tabi, yazana ve okuyana göre değişir. Herkes yazabilir, okuyabilir ama,.. ağızdan haram girip-çıkmazsa tesir başka olur. Birde, kâlbi ve kalıbı ile beraber okunması elbette lazım.. sadece kalıbı ile okuyup, kâlb başka şeylerle meşgul olmamalı). Ağız aynı ağız, yazı aynı yazı, ama o nerde, bu nerde... Bir şiirde geçiyorya;... Dane-i fülfül siyah, hâli mahbûban siyah. Her dû su zen, inkucah, ankucah: Karabiber siyah, sevdiğimin ben'i de siyah. İkisi de yakar. Biri kalbi, biri ağzı yakar. O nerde, bu nerde... (onun için, büyük zâtlar dua ederken, onların yanında, o anda başka dua etmekle boşuna uğraşmayıp, hazırda kabul olan, makbul dua varken, o duaya amin diyerek ortak olmağa çalışırsak kârlı çıkarız. Zîra kendimize yapacağımız duanın neticesi mechul olabilir.)
 
     Beğenin    
Şiir-Öykü Listesi
Başarı; Öldükten Sonra İşe Yarayandır, Rabbimizin Rızasıdır.
ÖYKÜ © | Yayın Nisan 2009
Bir mü’min doğru bir sebebe yapışırsa, doğru bir netice alır. Yanlış bir sebebe yapışırsa, yanlış netice alır. Fakat sebebe yapışırken, doğru veya yanlış sebebi ayırmak çok zordur. Peygamber efendimizin ‘aleyhisselatü vesselam’ duası var; “Allahümme erinel hakkı hakkan ve erinel bâtılı bâtılan”. Ya Rabbi bana doğruyu doğru bildir, eğriyi eğri bildir, buyuruyor. Bu, Peygamber efendimizin duasıdır. Dolayısıyla, insanın hayatında çekeceği en büyük sıkıntı; yanlış sebebe yapışıp yanlış netice almasıdır. Peki, doğru sebebe ve doğru neticeye nasıl kavuşulur?... Tam İlmihal Seadet-i Ebediyyekitabında bunun cevabı (formulü) bildirilmiş. Buyurmuşlar ki; İki formül veriyorum. Kim bu iki formülü uygularsa, yaptığı işi doğru da yapsa yanlış da yapsa neticesi doğru çıkar. Öyle bir formül ki mutlaka doğruya götürüyor. Birincisi; yapacağınız her şeyden önce birisini sevindirmek, yani sadaka vermek, sonra dua etmek. Ya Rabbi ben şu işe teşebbüs etmek istiyorum, beni muvaffak eyle, demek... Birinci sebep budur. İkincisi ise yetmiş defa “estağfirullah min külli ma kerihallah” okumak buyurulur. Okuduk, sadakayı verdik, duayı yaptık, işe başladık…. Olur ya, iflas ettik!.. Hani doğru sebep doğru netice verecekti?.. Büyükler buyuruyorlar ki; Her türlü başarının, her türlü iyi geçinmenin, her türlü rahat ve huzurun engeli insanın nefsidir. Çünki nefs, Allaha düşmandır, Peygambere düşmandır, bize zaten düşmandır. İşte insanın dünyada her türlü çektiği sıkıntılar üzüntüler ne varsa hepsi nefsine tabii olmasından, yani nefsin engelindendir, buyuruyorlar. Kafirlerin başarılı olmasının sebebi sorulduğunda buyuruyorlardıki; Siz başarı diye neyi kastediyorsunuz, rüyadaki başarıdan mı bahsediyorsunuz, hayattaki başarıdan mı bahsediyorsunuz? Rüyadaki başarıdan bahsediyorsanız, ona başarı denmez. Çünki rüyada insan zengin olur, fakir olur, gökdelen diker, her şeyi yapar. Ama öldüğü zaman, uyanınca gel buraya hesap ver denilecek, bunları ne için yaptın denilecek... O halde siz başarı denilince öldükten sonra Rabbimin rızasını nasıl kazanırım, bundan Rabbim razı olacakmı diye düşünürseniz, bundan sonra yaptığınız her şey Rabbimizin rızasına uygun olmuş olur. Siz eğer insanlar beğensin, insanlar bahsetsin, zengin olayım, meşhur olayım isterseniz, olursunuz. Ama öldükten sonra başarısız olursunuz. O halde başarı Rabbimizin rızasıdır, öldükten sonra işe yarayandır. Rabbimizin rızası bu iki şartı yerine getirmeye bağlıdır. O halde sadaka verdikten sonra, yapılan dua neticesinde ve yetmiş tane istiğfar okuduktan sonra yaptığınız herhangi bir işte dünya başarısı olsa ne olur, olmasa ne olur. Ama mutlaka bilmelidirki bundan Allahü teala razıdır. Çünki aklımıza göre değil, bildirilen sebebe yapışınca, araya nefsimiz girmediği müddetce neticesi hep hayırlı olur inşallah.

Eğer dualarımızın kabul olmasını istiyorsak, birinin duasını almamız, sevindirmemiz lazımdır. Mısırda kıtlık olmuş, yağmurlarda yağmıyormuş... herkes yağmur yağması için çare arıyor ve dua ediyor, buna rağmen yağmur yağmıyormuş. Mübarek bir zat, bir gün camide cemaatin arasında, ben bunun çaresini biliyorum, yağmur nasıl yağdırılacağını biliyorum demiş. Herkes sadaka versin, sonra dua kabul olur demiş. Benim bu cübbemden başka birşeyim yok, ben cübbemi veriyorum deyip cübbesini çıkarmış koymuş, herkes nesi varsa vermişler, bunları fakirlere dağıtmışlar. Sonra dua etmişler. Ellerini açıp; "Yarabbî senin kullarını sevindirdikten sonra yapılan duayı kabul edeceğini buyuruyorsun, biz senin fakir kullarını sevindirdik yarabbî" derken masmavi gökyüzü simsiyah bulutlarla dolmuş ve hemen yağmur başlamış.. Eğer dualarımızın kabul olmasını istiyorsak, birinin duasını almamız, birini sevindirmemiz lazımdır. Bir mübarek zâta gelip, efendim çocuğumuz çok hasta, şifa bulması için dua edermisiniz demişler. O zât, şurada fakir biri var, evvela onu sevindirin, sonra gelin buyurmuş. Fakir sevindirildikten sonra yapılan dua ile çocuk sıhhatine kavuşmuş. Allahü tealanın duamızı kabul etmesi için, bizi sevmesi için, kullarını sevindirmemiz lazımdır.

Cenâb-ı Hak bu dünyâda kendi rızası için yapılan her ibâdeti ve ameli kabul eder. İnsanlara gösteriş için, insânlara yaranmak için yapılanları kabul etmez. Bunun için her türlü ibâdetlerimizin, her türlü işlerimizin, her türlü davranışlarımızın halis olması lazımdır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyorlar ki; Ahiredde, Allah için yapılan ibâdetler haricindekilerin hepsi icraatin dışında kalacak, hiç biri kabul edilmeyecek. Onun için az fakat dürüst olanı, yani rıza-i ilahi için olanı yapmak lazımdır. En mühim olan şey Allah rızasıdır. Gülistanda bir hikaye var; Ahmed’e çalışıp da, Mehmed’den para beklemeyin diyor. Kime çalışdıysanız gidin ondan ücretinizi alın diyor. Yapdıklarımızı, insanlar görsünde, ne güzel yapdı desinler diye değil, Allahü teala beğensin diye yapmalıyız. .

Dünya ve ahiretde huzur ve saadet isteyen Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi vesellem) sevmeli, O'nun sevdiklerini sevip, sevmediklerini sevmemeli, O'na uymalı, O'nun ve eshabının yolundan gitmelidir. O'nun vârislerinin de kıymetini iyi bilmelidir.
 
     Beğenin    
Şiir-Öykü Listesi
Allah İçin Müminin Yüzüne Sevgi İle, Muhabbetle Bakanlar, Mahşerde Arşın Altında Gölgeleneceklerdir.
ÖYKÜ © | Yayın Nisan 2009
Onların kalblerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî "kuddise sirruh" hazretleri buyuruyorki; "Evliyânın kalbleri, ilâhî nûrların çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Hak teâlâ da hoşnuttur. Onların kalblerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur"."Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değildir. Onlara kimse kafa tutamaz. Onlara kafa tutanın işi de, başı da, saâdeti de gider". "Eğer bir toplulukta bir cemaatin içinde Allahu Tealanın sevdiği beğendiği razı olduğu kabul ettiği bir tek kişi varsa Allahu Teala o bir kişi hürmetine hepsini afveder... Hak kapısında ehil nâ ehil beraberdir". İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, Allahü teâlânın beğendiği, Resûlullah'ın sevdiği ve büyük evliyânın özendiği bir ahlâktır.

Gökten lâmba olarak yere inse.
Allahü teala bir ağaç yaratmış, dünyada ekilir, yetiştirilir ama dünyada meyvesi olmaz, meyvesi cennette yenir çünki bu meyveyi yiyen ölümsüzleşir, bu ağaç İslamiyet ağacıdır, ağacın adı müslümanlıktır.
Herhangi bir insana bir iyilik etmek, gökten lamba olarak yere inse, bu iyilikten hasıl olan nur o kadar parlaktır ki; güneş onun yanında çok sönük kalır. Hele bu hizmet ile bir insanın hidayetine sebeb olunursa kıymeti hiç ölçülemez.

Onlar benim muhiblerimdir.
Müslüman akıllı tüccar gibi olmalıdır, yaptığını bilerek yapmalıdır. Mahşerde bir cemaat cennete giderken melekler diyecekler ki; "Size hesap soruldumu? Siz mahşere uğradınız mı? Siz sırattan geçtiniz mi?"... Bu cemaat diyecekki; "Yok, biz öyle birşey görmedik". Melekler derki; "Peki ne ameliniz oldu ki, siz elinizi-kolunuzu sallaya sallaya cennete giriyorsunuz". Onlar diyecek ki, "Rabbimize sor". Allahü teala diyecek ki; "Onlar benim muhiblerimdir. Bunlar ümmeti Muhammedden olup, Allah rızası için birbirini seven kullarımdır. Ben onlardan hesap sormam" onlar doğru cennete gider.
Mahşerde güneş bir mızrak boyu alçalacak. Herkes buram buram terleyecek. Hesabının görülmesini bekleyecek. Sonra, yedi sınıf insan arşın altında gölgelenecektir. Onlar için azap korkusu olmayacak. Onlardan bir tanesi de Allah için müminin yüzüne sevgi ile, muhabbetle bakandır, bunun kıymetini de bilmelidir....

Dünya ve ahiretde huzur ve saadet isteyen Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi vesellem) sevmeli, O'nun sevdiklerini sevip, sevmediklerini sevmemeli, O'na uymalı ve O'nun ve eshabının yolundan gitmelidir.
 
     Beğenin    
Şiir-Öykü Listesi
3 Nisan
ÖYKÜ © | Yayın Nisan 2009
Çölde bir derviş, yere bir bez sermiş, altında zikr ediyormuş. Yemiyor, içmiyor,.. ibadetden başka hiçbir şey yapmıyormuş. Derken, oranın hükümdarı da, yardımcılarıyla beraber yakınlarından geçerlerken, görüp yanına gelmiş. Bakmışki bir derviş yatıyor. Hükümdar gelmiş, fakat derviş yerinden hiç kıpırdamamış. Hükümdar; Beni tanıdın mı, demiş. Derviş; Tanısam ne olur, tanımasam ne olur demiş. Hükümdar; peki niye kalkmıyorsun, hürmet göstermiyorsun demiş. Derviş; Senden bir şey beklemiyorum ki.. Senden hizmet bekleyenler ayağa kalksın, ben garip bir adamım, demiş. Hükümdar; benden bir şey istiyor musun, demiş. Garib derviş; Beni rahatsız etme, çek git, demiş. Hükümdar; sen derviş bir adamsın, bana bir nasihat verir misin, demiş. Derviş buyurmuşki; "Hükümdar, halkı için vardır, halk hükümdar için değildir. Çoban koyunlar içindir, koyun çoban için değildir. Senin vazifen, bizi korumak ve kollamaktır. Nitekim, çobanın da vazifesi odur. Yoksa, koyun çoban için değildir, çoban koyun içindir. Ben olmazsam, sen de olmazsın, ben varsam, sen de varsın" demiş. Gene dehşet bir laf olmuş. Hükümdar; peki o zaman, bana bir nasihat ver, demiş. Derviş; "Hükümdarım, şu anda zirvedesin, fakat ecel de senin peşinde, takip ediyor. Şu fırsatı değerlendir. Neyin varsa Allah için ver, dağıt. Biraz sonra zaten hepsi kalacak. Fırsat bu fırsat" demiş. Hükümdar dersini almış, hiç arkasına bakmadan doğru saraya mal mülk dağıtmaya gitmiş. Bunlar, ibretlik şeylerdir. Ders alınması lazımdır.

İbrahim bin Edhem hazretleri şehzade iken, bir gün yatağına yattığında, damda tak, tak diye ses işitmiş.. Kim var orada, diyor. Damdaki ses; "Deveci","Ne yapayım, devemi kaybettim, onu arıyorum" diyor. İbrahim bin Edhem hazretleri; "Ne demek deveci? Devenin damda ne işi var?" diyor. Damdaki ses; "Allahü tealayı sıcacık yataklarda aramak olurmu? Sen keyfine bakıyorsun" diyor. İbrahim bin Edhem hazretleri, yataktan fırlıyor, yetişmek için peşinden koşuyor. Yetişmesi mümkün değil, hep mesafe ayarlı duruyor. Sonunda bir derenin başında ayağını tutuyor. Meçhul kişi; "Evet, bu saltanatsa saltanat ama sonunda felaket var. Gel bizimle beraber, bırak bunların hepsini, ahiret sultanı ol" diyor. Aradan yıllar geçiyor, İbrahim bin Edhem hazretleri, diclenin kenarında otururken, eski saray mensubu arkadaşları kendisini orada bulup, "Sen ne yapıyorsun? Vah vah, şehzade ne hale gelmiş. Kalsaydınız, padişahtınız, sultandınız" diyorlar.. Daha bir sürü şeyler sayıyorlar. İbrahim bin Edhem hazretleri, Onlara bakıyor, bakıyor, sonra bir iğne çıkarıp dicle nehrine atıyor, "ey Allahın mahlukları, benim iğnemi verin" diyor. Bütün balıkların ağzında iğne, iğneyi benden al diye atlıyorlar. "İşte size sultan olacağıma, bunlara sultan oldum daha iyi. Benim derdim bunlar" diyor. Dolayısıyla, insan nereye sultan olacağına karar iyi vermelidir. İnsanlara sultan olmak ile Rabbimizin rızasına kavuşmayı istemek farklı şeylerdir. Çünki bu yolda laf lakırdı yoktur. Mektubatta Mehmed Ma’sum hazretleri buyuruyorlar ki; Nefsi köreltmek suretiyle, açlık çekmek suretiyle, inziva suretiyle, insanlarda fevkalade haller olur. Bu fevkalade hallerin ne maksatla olduğunu ve olacağını Allah bilir. Eğer Allahın kullarına üstünlük taslamak, onların gayb olan şeylerini bulmak veyahut da şunu bunu yapmak, hatta ilaç yapmak ise, buna müslümanlıkta keramet denir. Müslüman değilse, istidrac denir. Fakat buyuruluyor ki; İkisinde de kibir vardır. Keramet gösterdiği halde kibir var, çünki yüzü insanlara dönük. Eğer kalbinde mahlukat yoksa, Allah varsa, ona ârif denir, marifet ehlidir. Onun kerametle falan hiç ilgisi yoktur. Sadece en büyük kerameti, baktığı zaman kimin ne maksatla oturduğunu, kimin ne maksatla dinlediğini, kimin ne maksatla yaşadığını, ne maksatla ibadet ettiğini, hepsini bilir. Dolayısıyla, insanlık halleri çok fazladır. Mübarek insanları tanımak mümkün değildir. Çarşıya çıkarlar, alış-veriş yaparlar. Herkes onu kendisi gibi zan eder. Halbuki tam marifet ehlidir. Ondan sonra, onlarda keramet olsa bile, düşünmedikleri için, bilmezler. Keramet olmuş, onların aklı orada değildir. İşte marifet ehliyle öteki insanlar arasındaki fark, Halık ile mahluk arasındaki fark kadardır. O kadar büyüktür. Ama anlaşılmaz. Çünki insanlık halleri onlarda çok fazladır. Hallerini setr ettikleri için tanınmazlar. Arif olanlar, yalnız Allahtan, ahiretten bahs edip, insanları o seadete kavuşturmak için uğraşanlardır. Özellikleri de, insanların kalbine baktıkları zaman, salih mi fasık mı, derhal anlarlar. Bunlar marifet ehlidir.

Allahü teala cennetin kapılarından birini açık bırakmış, diğerlerini kapatmıştır. Açık kalan tek kapı, Peygamber efendimizin kalbidir (sallallahü aleyhi vesellem). Onu tasdik etmeyen kim olursa olsun asla cennete giremez. Çünki anahtar ondadır. Cennetin kapısından, peygamber efendimize imanı olan girer. Peygamber efendimize zerre kadar benzemek, bütün dünya ve ahiret lezzetlerinden, nimetlerinden daha tatlıdır, daha üstündür. Peygamber efendimizin esas vazifesi islamiyeti Allahın kullarına öğretmek idi. Kim islamiyeti yaymak için uğraşırsa büyük nimete kavuşur.

Şibli hazretleri, 400 hocadan ders okudum, 4000 hadisi şerif ezberledim, fakat sadece biri ile amel ettim bununla cennete kavuştum buyuruyor. Bu hadisi şerif; Bu dünya için, dünyada kalacağın kadar çalış. Ahiret için sonsuz kalacağın kadar çalış. Allahü tealaya, Ona muhtaç olduğun kadar şükret. Günah işle, ateşe dayanacağın kadar.. Dünya ile ahiret arası göz açıp kapayıncaya kadardır. İnsan aciz demektir. Dinimiz insanlara aczini bildirmek için gelmiştir. Dinimiz insanlara kul olduğunu bildirmek için gelmiştir. Abdiyyet için gelmiştir. Kulluk vazifesi; nihai hedefin, hiç olduğumuzu anlamaktır.

Şakiki belhi hazretlerinden, talebesi Hatem hazretleri 8 şey istifade etmiş, bunları anlattığında hocası diyorki; 4 kitabın temeli bu sekiz maddedir. Daha sonraki büyükler bu sekiz maddeyi 1 maddeye indirmişler. Bu sekiz madde içinde, Hatem hazretleri diyorki; "insanlara baktım, neyapıyorlarsa aksini yaptım". Çüki insanlar nefslerinin peşinden gidiyorlar, kim nefsine muhalefet ederse muvaffak olur.

İslam alimlerinin, sorulan her suale verdikleri cevabda nasıl isabet ettiklerinin sırrı; Kim ne sorarsa sorsun, soranın dünya menfeatine göre cevab vermiyorlar, sadece ahiret menfeatine göre cevab veriyorlar.

Dine hizmet eden müesseselerin gayesi vermektir, almak değil. Gayesi hizmettir, hezimet değil. İnsanlara iyilik etmektir, üzmek değil... Mü'mini üzmek felakettir, sevindirmek seadettir.
 
     Beğenin    
Şiir-Öykü Listesi
Pınardan Damlayanlar...
ÖYKÜ © | Yayın Mart 2009
Şah-ı Nakşibend hazretlerinin bir talebesi varmış. Hocasından nefsin kötülüklerini dinleye dinleye birgün dağın kenarına, tenha bir yere gidip nefsim nedir senden çektiklerim diye, orasına burasına kafasına vuruyor, kendisini dövüyormuş. Oraya mübarek bir zat gelmiş; Ne yapıyorsun evladım deyince, nefis yüzünden kendisine eziyet ettiğini söylüyor. O zat, o zaman buyuruyor ki; "Evladım nefsin sana değil Allah’a düşman, Peygambere düşman, dine düşman. Sen eğer nefsine düşmanlık edeceksen onun yolu var. Nefsin seni nerden aldatıyorsa sen ona oradan vur, Evvela sen düşmanın, nereden saldıracağına bak, sonrada tedbirini al. Dinini öğren ki, onun düşmanlığından sakın. Sen sağına soluna vurmakla, onu daha çok güldürüyorsun, onu daha çok eğlendiriyorsun" diyor. Sonra söylediklerimi yapacaksın ve Allah için yapacaksın, o zaman nefsin perişan olur diyor. "Bir- iman edeceksin ehli sünnet itikadında olacaksın, iki- ilim sahibi olacaksın ki nefsinin saldırısına karşı korunasın ve dinini başkalarına öğretesin, üç- haramlardan sakınacaksın, dört- farzları yapacaksın, beş- sormadan bir şey yapmıyacaksın, nefsi en ziyade tahrip eden sormaktır, çünkü nefs ben biliyorum der" diyor. talebe; hay hay efendim diyor, fakat bir bakıyor mübarek zat yok,.. kaybolmuş. Meğer Hızır aleyhisselammış. Talebe dönüyor dergaha.. Şah-ı Nakşibend hazretleri tebessüm ederek talebeye soruyor. Talebe olanları anlatınca. (Hızır aleyhisselam bizi çok sevdiği gibi, talebelerimizi de sever. Sana gelip, hakikati söylemiş). Peki beşinci olarak sana ne demişti? Sormadan bir şey yapma. Peki sen kendini dövmeden evvel gelip bana sordun mu? Yok. Peki şimdi söz ver bakalım sormadan bir şey yapmıyacağına dair... Cenabı Hak “Ey habibim sen karar vermeden evvel danış, sor ve sorduktan sonra karar ver kararından dönme” buyuruyor. İmamı Ebu Yusuf hazretleri buyuruyor ki, kendi aklına göre hareket eden pisman olur. Büyüklerin yolunda; “Hocama kavuştum, aklımı bıraktım, sordum ve kurtuldum” demek vardır. Sormazsak mutlaka pişman oluruz. Aklı ile hareket eden, bu dünyada veya ahirette mutlaka zarar eder. Büyükler boş laf etmezler.

Ömer bin Abdülaziz hazretleri, yatsı namazından çıkmış, evine giderken, bakmış bir adam sarhoş, şarkımı söylüyor belli değil... Benim halife olduğum yerde, karşıma bir sarhoş çıkıyor diyor. Hemen zaptiyelere haber veriyor, yakalayın onu diye. Hemen yakalıyorlar, kelepçeleyip götürürlerken; Allah-Muhammed aşkına beni halifenin huzuruna götürün, ona bir çift sözüm var diyor. Efendim sarhoş böyle böyle dedi, bir kelamı varmış, ne yapalım diyorlar. Halife; Gelsin söylesin diyor. Sarhoş geliyor Halifenin huzuruna, tam karşısına, aniden yüzene tükürüyor. Herkes zannediyorki, bu artık kurtulamaz.. fakat halife buyuruyor ki; "affettim bırakın". Efendim buna iki misli ceza gerekirken, niye affettiniz diyorlar. Ömer bin abdülaziz hazretleri buyuruyorki; "Yarın ahirette ameller, Allahü tealaya iki şekilde arz edilecek, Allah için olanlar ve nefis için olanlar. Benim ona vereceğim ceza Allah içindi fakat tükürdüğü zaman nefsim karıştı. Nefsim içinde ceza verecektim, bunun hesabını ben veremem. İnsanlar ne yaparsa hepsinin hesabını vereceklerdir, ancak Allah için yaptıklarından kurtulacaklardır. Niye onun yüzünden ben rabbimin huzurunda sıkıntıya düşeyim" diyor.

Arif olanlar, yalnız Allahtan, ahiretten bahs edip, insanları o seadete kavuşturmak için uğraşanlardır. Özellikleri de, insanların kalbine baktıkları zaman, salih mi fasık mı, derhal anlarlar. Bunlar marifet ehlidir. Keramet ehli, harika ehli olanlar ise, mahluklarla, insanlarla uğraşırlar ve kaybolan eşyaları, istikbalde olması muhtemel olanları, geçmişteki şeyleri bilmeğe çalışırlar. Onların uğraştığı saha, Allahın yarattıkları, kullarıdır. Arifler ise, katiyyen böyle şeyleri akıllarına bile getirmezler. Dolayısıyla, insanlar bu harikulade şeyler gösterenlere itibar gösterirler, daha çok, onların peşinden giderler. Allahü teala ile araları pek belli olmadığı için de, ahiretleri gariptir. Marifet ehli olanlar ise dünyaya hiç kıymet vermediğinden dâima azınlıktadır. Keramet ehlinin etrafı kalabalıktır, insanlar onları büyük bilir.. Marifet ehlinin etrafında herzaman az insan bulunur, kıymetini bilenler azdır. .
Hakiki Mü'min büyüklerin şadırvanına musluk olandır. Kendisi çeşme olmağa çalışırsa, o çeşmeden mikroplu sular akar. Büyüklerin şadırvanında musluk olanlar temizdir, mikrop bulunmaz. Fakat bu musluk mekanik olarak açılıp kapanmaz, sevgi muhabbet nekadar çok ise bu musluk suyu okadar çok akıtır. Yani suyun akması, insanın eli ile değil, sevgi sebebi iledir.
 
     1 Beğeni    
Şiir-Öykü Listesi
Pınardan Damlayanlar...
ÖYKÜ © | Yayın Mart 2009
Abdulhalık-ı Goncdüvani hazretleri, daha gençlik zamanında yatsı namazını kılıp, camiden çıkarken bir dilenci görmüş. Bakıyor ki herkes bir şeyler veriyor. Versem mi, vermesem mi,... vermek lazım değil ama kalbi kırılır, herkes verdi, ben vermiyorum diye üzülür deyip, gitmiş vermiş ama içinden devamlı suretle bir şey dürtüyor. Bir düşünce geçiyor aklından, bu yakışmadı diyor. Dilenmek uygun değil, çalışması lazım diye düşünüyor. Devamlı olarak bunları düşünüyor, bir miktar kur'an-ı kerim okuyup yatıyor. Abdulhalık-ı Goncdüvani hazretlerine o gece rüyasında, bir tepsi yemek getiriyorlar. Tepsi gelir, gelmez bir koku yayılıyorki, bayılma noktasına geliyor, iştahı kaçıyor, ne olur, Allah aşkına kaldırın bu tepsiyi diyor. Bir koku ki dayanılacak gibi değil, ekmekten yemekten hepsinden ayrı koku geliyor. Tepsiyi getirene, bu çok fena kokuyor diyor. Tepsiyi getirende "Allah, Allah, senin girdiğin gıybet günahı daha fena kokuyordu" diyor. Sabahleyin namaza geliyor, dilenci gene orada. Namazı kıldıktan sonra, çıkarken dilencinin kulağına eğiliyor, "senin hakkında bir şey söylemedim. Sadece aklıma bir düşünce getirdim. O da mı gıybetti" diyor. Dilenci zannettiği kişide diyorki; "Avamın dilinden çıkan ile havasın kalbinden geçen aynıdır" diyor. "Havas'ın kalbinden geçen düşünce gıybet sayılır ve günah yazılır" diyor. Sen havastan olduğuna göre, büyük bir zat olduğuna göre, kalbinden böyle düşünceler geçirmek sana yakışırmı diyor ve kayboluyor. Meğer O Hızır aleyhisellam'mış. Kimin ne olduğu belli olmaz, bu çok mühim bir şey… .

Mektubatta buyuruluyor ki; Açlık, uzlet, uykusuzluk gibi nefse zulüm olan şeyler, insanları bir manevi aleme doğru götürür. Bu insanın imanı varsa, bu insan mümin ise, bu hâl ikiye ayrılır. Ya arif olur, marifet ehli olur, veya keramet ehli olur. Eğer mümin değilse, bid'at ehli veya dinsiz ise, onların da üstün halleri, cila sürülmüş bir tahtanın parlatılması gibidir. Cila sürülmüş tahtaya bakan kendini görür ama ateşe atılınca yanar. Çüki iman nurdur, bu cila küfürdür. Müminde bu, ayna gibidir. Mü'min olmayanda formika gibidir, cilanmış ama keramet gibi görülen bazı şeylerin hepsi zuhur eder. Marifet ehlinin uğraşma sahası, konuşma sahası yalnız ahiretdir, Allah’tır. Hiç O'ndan başka birşeyle uğraşmaz. Keramet ehlininki ise hem hâlık, hem mahluk. Ama ne olursa olsun yine mahlukla uğraştığı için kibir olabilir. Çünki kerametlerini görüyorlar, uçuyor, gidiyor, geliyor. Bunların hepsi, tamamı harikadır yani fevkaladelikdir buyuruyor.. Peki, marifet ehli ile, harika ehli arasındaki fark nedir? Halık ile mahluk kadardır buyuruyor. Peki nasıl belli olur? Buyuruyor ki; Marifet ehli, yalnız ve yalnız, karşısındaki insanın salih olup olmamasıyla ilgilenir, insanlarla sadece bu kadar ilgilenir, onun tek derdi Allahü tealadır, ahirettir, peygamberdir. Onlar hiç insanların halleri ile, paralarıyla,... ilgilenmezler. O'nlar insanların, ehli nar'mı, ehli cennetmi olduklarını firasetleriyle anlarlar. Eğer bozuk insanlar, yani bidat ehli veya kafirler büyüklerin hallerinden anlatırlarsa, büyüklerin sözlerinden bahsederlerse, güzel bir marifet yayılır, fakat bu, çöpçünün eline düşen elmas gibidir, bu çöpçüye bir şey kazandırmaz. Çünkü din zahirdir, mutlaka islamiyete uymak esastır, dine uymayan tek hareketi varsa onun dinden bahsetmesi, çöpçünün elindeki elması anlatması gibidir, ona bir şey kazandırmaz. Elmas yinede elmastır.

Eğer bir mümin bir harama müptela olmuşsa, haramla uğraşıyorsa, içki içiyor, kumar oynuyor veya uygun olmayan birşey yapıyorsa, bey ve şirada haram ve helale dikkat etmiyorsa… Bu kişinin vucuduna giren haram buhar olur, hertarafa dağılır. Büyük zatlardan aldığı feyz, bir miktar kalabilir fakat hemen gider. O feyzin o kalbe girebilmesi için, o buharın, o bulutun olmaması lazımdır. Ahir zamanda insanların haramdan sakınması çok zor olduğu için, çok güzel dinleyebilir, fakat kapıdan çıkınca herşey biter. Büyük zatların feyzlerinden istifade edebilmek için, haramdan uzak durmak şarttır. Feyzin gelmesi için sevgi şarttır, fakat gelen feyzden istifade edebilmek için haramdan sakınmak lazımdır. Sevmek, bardağı musluğun altına koymak demektir, fakat bardağın ağzı kapalıdır. Bardağın içine su dolması için kapağının açılması lazımdır, bardağın kapağını açmak ise haramdan sakınmaktır. Velhasıl büyüklerden feyz gelmesi sevgi, muhabbet iledir, fakat gelen feyzden istifade edebilmek haramdan sakınmakladır.

Havasın kalbinden, avamın dilinden olan gıyetdir. Marifet ehli, yalnız Allah için konuşur, ahiretten bahseder ama harika ehli olanlar, harikalar, üstünlükler, kerametler, uçmalar, kaçmalar gösterenler, hem iyi hem kötüdür. İyi tarafı; Allahü teala lütf etmiş iman vermiş. Kötü tarafı ise; bu haller kibre sebep olabilir, küfre kadar götürebilir. Şeytan daha beterini yapabiliyor. Onun için bunlar özenilecek şeyler değildir. Hatta kabirlerdekiler ile konuşmak bile tehlikeli olabilir, özenmemelidir, çünkü o tip insanlar bu hallerin kendisinde olup, başkasında olmadığını düşünüp kibirlenirse herşeyini kaybedebilirler. Hakiki Mü'min büyüklerin şadırvanına musluk olandır.
 
     Beğenin    
Şiir-Öykü Listesi
En Büyük Zarar, Sevaptan Mahrum Kalmaktır
ÖYKÜ © | Yayın Mart 2009
Mehmed Ma’sum hazretleri; "Mü’minin en büyük zararı, sevaptan mahrum kalmasıdır. Birisi sizi yemeğe davet etse, oraya sadece karnınızı doyurmak için giderseniz, hiç sevap alamazsınız, kaybedersiniz. Fakat mü’min kardeşimin davetine icabet etmek sünnet diye niyet ederseniz, sevap kazanırsınız" buyuruyor. Onu sevindirmek için ve onun ikram ettiği helal rızkları yeyip Rabbime ibadet edeceğim... gibi başka niyetlerde olursa, her niyet için ayrı sevab kazanılır. Velhasıl bütün bunlar, hep niyete bağlıdır. Mü’minin bütün hayatındaki kayıp veya zarar, niyetli olmak veya niyetsiz olmağa bağlıdır. Yemek veren, niçin verdiğinin hesabını verecektir. Bütün insanları perişan eden, helak eden, iki şey; servet ve şöhrettir. Yapılan herhangibir iş, şöhret için olursa, büyük felakettir. Ya rabbi, Senin dinine ve senin kullarına hizmet etmek için diye niyet edilirse seadettir.

Helal lokma, helal rızık, hem kalbe hem bedene şifa verir. Hediye ise mutlak şifadır. Hatta hadis-i şerif var: Cenab-ı Peygamber ‘aleyhisselatü vesselam’ buyuruyor ki; Hediyeleşin, birbirinize karşı olan sevginiz artar. Sevgi o kadar mühimdir ki, bu kainatın yaratılmasına sevgi sebep olmuştur. Eğer Allahü teala Cenab-ı Peygamberi ‘aleyhisselatü vesselam’ sevmeseydi, Ona Habibim demeseydi bu kainatı yaratmazdı. Ey habibim, sen olmasaydın hiçbirşeyi yaratmazdım buyuruyor. Abdülhakim efendi hazretleri buyuruyorlar ki; Bütün peygamberler Allahü tealaya aşıktır, Allahü teala da Peygamberimize aşıktır. Sevgide akıl durur. Cenab-ı Peygamberi kıranlar, Onu üzenler, nasıl hesap verebilecekler? Halbuki Allahü teala cennetini nasip edeceği bütün kullarının cennete girmesi için, tek kapıyı açık bırakmıştır: O da hazreti Peygamberin ‘aleyhisselatü vesselam’ kalbidir. Onun Peygamberliğini kabul etmeyen, Onu razı etmeyen, cennete giremez. Onun varisleri var, vârislerininde kalbine dikkat etmek lazımdırki, kalbden kalbe muhabbet yolu vardır. O'nları inciten, Peygamber efendimizi incitir. Peygamber efendimizin vârisi olan büyüklerin hayatı, üç cümle ile özetlenebilir: "Okumak, okutmak, tatbik etmek". Yâni öğrenmek, öğretmek, ve öğrendiğini uygulamak. Birde; talebelerine herzaman nasihat olarak buyurmuşlarki: "birlik ve beraberliğinizi koruyun, birbirinizi sevin, fitneden sakının". Fitne, dedikodu, gıybet herzaman bölünmelere, parçalanmalara sebep olur, hiçbirzaman faydalı olmamıştır. Hattâ, gıybet edene sus diyen yüz şehit sevabı alır buyuruluyor. Hattâ büyükler buyuruyorki; "Zayıf karakterli insanlar, bu zaaflarını gidermek için, güçlü insanların arasını açmak isterler, birinden diğerine laf taşırlar. Siz onlara kıymet vermeyin ve onları dinlemeyin".

Yusufi Hemedani hazretleri senede bir ay Bağdata gelip vaaz edermiş. (Seyyid Fehim hazretleri de senede bir ay Vana gelip Şabaniye camiinde vaaz verir ve gidermiş). Bu vaazı dinlemeye üç arkadaş geliyor. Birisi kalbinden diyor ki; "Ya Rabbi bu ne bahtiyarlık bu ne saadet.. Bir Allah adamı bu memlekete gelmiş bize nasihat verecek, vaaz verecek. Biz ne kadar şanslı insanlarız" diyor. Birisi de diyor ki; "bu hocalar para kazanmak için, şöhret kazanmak için kendi köylerinden kalkıp buraya geliyorlar. Ona bir soru soracağım ki cevabını veremeyecek, rezil olacak" diyor. Kalbinden kesinlikle reddediyor. Üçüncüsü de diyor ki; Madem gelmiş arkadaşlarım inşallah istifade eder ama burada hoca mı yok? Buradakiler de zaten bu halka yetiyorlar. “Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?” diyor. Biri tam teslim biri tam red, biri de ortada. Yusufi Hamedani hazretleri bakıyor, birinciye diyor ki; “Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâ’yı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdâdda bir kürsüde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve; Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyâyı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyor gibiyim, sen o kadar büyük bir evliya olacaksın ki senin asrında senden daha büyük bir evliya olmayacak. Senin ayakların bütün o evliyaların omuzlarının üstünde olacak" buyuruyor. İkincisine geliyor, ona bakarak diyor ki; “Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevabını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin suâl şudur. Cevabı da şöyledir. Ben anlıyorum ki, senden küfür kokusu geliyor, sen mürted olacaksın. Hem büyük alim olacaksın hem dinsiz olacaksın, mürted olacaksın" diyor. İbnüssakka, dicle nehrinin kenarında bir taşın üzerine oturur, Allah’ın var ve bir olduğunu üçyüz delil ile ispat edermiş. O kadar büyük alim olmuş. Sonra İstanbul’a gitmiş. Orada kötü insanlarla beraber olmuş ve İslamiyetden ayrılmış. Onun için mürted deniyor. Bu kadar çok ilmi onu kurtaramamış. İbnüssakka ihlassızlığı yüzünden, Allah adamlarına karşı edepsizliği ve buğzu yüzünden, kibiri yüzünden helak olmuş. Allahü teala ondan her şeyi almış, imanı almış, böyle helak etmiş. Allah adamlarına karşı olanlar paramparça olur. Üçüncüsüne diyor ki, “Sen de bana bir suâl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevabını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyet ettiğin suâl şudur ve cevabı da şöyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün ile geçecek, sen dindar olmazsın, dinsiz de olmazsın. Zengin de olmazsın, fakir de olmazsın. sürünüp gidersin" buyurmuş.. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişti. Zamânında bulunan Evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makâmlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübârek sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Zamânında bulunan bütün Evliyâ, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında hürmette kusûr etmezler idi. Bunlar meydâna çıktıkça, Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin senelerce önce kerâmet olarak haber verdiği hâller anlaşılmış oldu.

İhlas elde etmenin, ihlası düzeltmenin bir tek yolu vardır; O' da sohbettir. Sohbet demek, illa bir şeyler dinlemek, bir şeyler öğrenmek demek değildir. Sohbet; beraber olmak demektir. Sohbetin esası kâlb ilmidir, beyin ilmi değildir. Bilgi akıtmak değil, feyz akıtmaktır. Feyz, kalpten kalbe intikal eder. Konuşmakla değil, sevgi ve muhabbetle akar. Büyüklerin, Allah adamlarının isimleri anıldığı için hem rahmet yağar, hem de kalpten kalbe feyz akar. İki müslüman bir araya gelse, muhakkak kalpten kalbe feyz akar. Dolayısıyla, ihlasın kaynağı, ihlaslılarla beraber olmaktadır. İhlaslı olmak demek; Konuşmasında, oturmasında, yemesinde, içmesinde, herhangi bir dünyevi menfaati olmamak demektir. Her işi Allahü tealanın rızası için yapmaktır. Ufak bir dünya menfaati varsa, ufak bir egoizm varsa, zemzeme necaset damlatmak gibi olur.

Dünya ve ahiretde huzur ve saadet isteyen Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi vesellem) sevmeli, O'nun sevdiklerini sevip, sevmediklerini sevmemeli, O'na uymalı ve O'nun ve eshabının yolundan gitmelidir. O'nun vârislerinin de kıymetini iyi bilmelidir.
 
     1 Beğeni    
Şiir-Öykü Listesi
Yol
ÖYKÜ © | Yayın Şubat 2009
Bir talebe dinini öğrenmek için, hatta dininden bir mesele öğrenmek için evinden çıksa, dinini öğreneceği zatın evine gidinceye kadar, (bu şerefli kul benim üstüme bassın diye), o yola melekler kanatlarını döşer. Bu iltifat, bu sevab, dinini öğrenmek için giden kişiye verilmektedir. Ya öğretmek için giderse,.. yani birine bir kitab verirse, veya kitab verilmesine sebeb olursa, yani birisi onun elinden dinini öğrenirse ona verilen sevab daha fazla olacaktır. Gökteki kuşlar, karadaki hayvanlar, denizdeki balıklar bunun için (affet bu kulunu diye) istiğfar ederler. Bizim dinimizin iki esası vardır; biri öğrenmek diğeri öğretmekdir. Dinimizin en büyük düşmanı cehalettir. Onun için nerede ilim varsa din oradadır, nerede din varsa ilim oradadır. İlimsiz din olmaz. Onun için ilim öğrenmek çok büyük ibadettir çok büyük sevabtır.
Bir mümin gece yatmadan evvel biraz ilim tahsil etse, biraz kitab okusa, biraz ilim öğrense, sabaha kadar ibadet sevabı verilir. Mesela, birazda çocuğuna kitabı verip, yavrum oku da dinleyelim dese, o evdekilerin hepsi sabaha kadar ibadet sevabına kavuşurlar. Elden ayaktan düştüğümüz zaman, yani musalla taşına konulduğumuz zaman, ne namaz kalır, ne oruç kalır, ne ilim kalır, ne öğrenmek kalır... Kefenle birlikte defterler kapanır. Ancak sadakayı cariye dediğimiz, bizim sebebimizle bir hayırlı iş olmuşsa ne ala,.. bir şeyler öğretmişsek, iyi bir evlat, iyi bir talebe, iyi bir hizmet eğer varsa, bunlar öldükten sonra da sevab yazdırmaya devam eder, asıl mesele budur... Yoksa ben ihtiyarlayınca, elden ayaktan düşünce kenarda varlıklarım olsun, yedek akcem olsun, kiralık evlerim olsun diye fâni bir dünya için yatırımı düşünen bir müslüman nasıl olur da öldükten sonrası için yatırımı düşünmez buna akıl ermiyor. Ki o dünya yatırımlarına kavuşacağı da belli değildir. Müslüman akıllı tüccar gibi olmalıdır.
Herhangi bir insana bir iyilik etmek, gökten lamba olarak yere inse, bu iyilikten hasıl olan nur o kadar parlaktır ki; güneş onun yanında çok sönük kalır. Hele bu hizmet ile bir insanın hidayetine sebeb olunursa kıymeti hiç ölçülemez.
Dünyaya düşkün olmayanlar, ahireti için yatırım yapanlar, ahir ömründe muhtac olmaz. Hizmetlerinin karşılığını dünyadada ahiretdede görürler. Çevresi onları unutmaz.
İnsanın parası arttıkça düşmanı artar, ilmi arttıkça dostu artar. Yönünü kabristana çeviren rahat eder, yönünü dünyaya ve insanlara çeviren herzaman sıkıntı çeker.
Hedefi, gayesi dünya olanın, ibâdetinde de, dünyasında da hayır kalmaz. Her dakika hüsrândadır. Kavuşmak istediği dünya, her kavuşdukça önünde tekrar bir serap gibi uzağa gider. Dünyâ bir gölgedir, hiç kimse bu gölgeye yetişememişdir. Kavuşmak mümkün değildir, eğer dünyâdan yüz çevirirsek, ışığa dönersek, gölge arkamızdan gelecekdir. Biz kaçtıkça o da koşacakdır. Ama bize yetişemeyecekdir.
Yönünü ışığa dönen, karanlığı gölgeyi arkada bırakır, işlerini aydınlıkta yapar.. gizlisi saklısı olmaz, içi dışı aynıdır, aydınlıkta olduğundan hep hayırlı işler yapar, karanlık işler yapamaz.. Yönünü karanlığa dönüp, ışığa arkasını veren, karanlığa doğru yol alır, aydınlıktan uzaklaşır, karanlık işler yapar, işleri karışıktır, güven olmaz.. gölgesine doğru yürüdüğünden gölgeyede yetişemez. Akıllı olan aydınlığa döner, Işığa yönünü döner.. Yönünü karanlığa dönen, dünyaya dönen, insanlarla çarpışır, kavga eder. Yönünü ahirete dönen, Işığa dönen ise, insanlar onun gibi olmak için yarışır. Çünki insanların elindekinde onun gözü yoktur, onu herkes sever. Böyle olan insan dünyada ve ahiretde rahat eder.

Dünya ve ahiretde huzur ve saadet isteyen Peygamber efendimizi (sallallahü aleyhi vesellem) sevmeli, O'nun sevdiklerini sevip, sevmediklerini sevmemeli, O'na uymalı ve O'nun ve eshabının yolundan gitmelidir. O'nun vârislerinin kıymetini iyi bilmelidir.

Ali Zeki Osmanağaoğlu
 
     1 Beğeni    
Şiir-Öykü Listesi
Samimiyet
ÖYKÜ © | Yayın Şubat 2009
Allahü teala hidayeti iki şekilde verir. Ya adalet ile veya ihsan olarak verir. Bir kişi ellerini açıpta, yâ rabbî bana hidayet ver diye yalvarsa, yarabbi ben dinimi doğru olarak öğrenmek istiyorum, beni bozulmaktan koru diye dua etse, Allahü teala böyle dua eden kulunu kesinlikle kurtarır. Allahü teala o kulunu kurtarmak için onun karşısına sevdiği bir kulunu çıkarır, böylece onu kurtarır. Bir kişinin kurtulması için mutlaka bir rehbere ihtiyacı vardır. Başka türlü kurtulmak olmaz, kurtuldum demeklede kurtulunmaz.. adalet ile kurtulmak budur. Bazılarıda vardırki hiç böyle dua etmek bile aklına gelmediği halde, yiyip içip, yatıp kaldığı halde, Allahü teala onu seçiyor ve hidayet veriyor. Allahü teala onu, ya cömertliğinden, veya güzel bir huyundan dolayı seçer, ya da bir mü'minin duasını almıştır da seçilmiştir. Mutlaka bir sebebi vardır, ki Allahü teala onu seçmiştir. Allahü tealanın seçtiğini, insanların ayrıca seçmesine lüzum yoktur.
Birgün Cüneyd-i Bağdadi hazretleri bir deniz kenarına gitmiş. Bir mecusi bol miktarda yem almış, denizdeki balıklara yem atıyormuş. Cüneydi Bağdadi hazretleri, ne yapıyorsun, demiş. Mecusi; yem atıyorm, sevap kazanacağım demiş. Cüneyd-i Bağdadi hazretleri, senin sevap kazanman için, evvela iman etmen lazım. Sen müslüman değilsin, hangi sevaptan bahs ediyorsun, demiş. Mecusi bakmış bakmış, peki benim bu balıklara yem verdiğimi o bahs ettiğin Allah görüyor mu demiş. Cüneydi bağdadi hazretleri vallahi billahi görüyor, Onun bilmediği, Onun görmediği bir şey yoktur ki, demiş. Mecusi, bu da bana yeter, demiş. Aradan üç beş sene geçmiş, Cüneyd-i Bağdadi hazretleri hacca gitmiş, tavaf ederken bakmış, mecusi de tavaf ediyormuş. Cüneyd-i Bağdadi hazretleri, burada ne işin var, demiş. O beni gördü demiş. Nasıl gördü deyince, sen gittikten sonra içimde bir nur parladı, baktım balıklarn hepsi kelime-i şehadet getiriyor, ağaçlara baktım, kelime-i şehadet getiriyor, ben de kelime-i şehadet getirmeğe başladım. Senin Rabbin beni gördü, O gördüğü için de buraya geldim, demiş. Ve sana bir nasihat vereceğim, demiş. İyilik yap, denize at, balık görmezse, halık görüyor, demiş.
Hazreti Ömer radıyallahü anh ömreye giderken, Peygamber efendimiz sallalahü aleyhi velellem, Kardeşim Ömer banada dua et buyurmuş. “kardeşim” demek sünnettir. Onun için büyükler talebelerine ekseriyetle kardeşim diye hitab ederler. Büyük bir zat, birgün buyurmuşki; Kardeşim, bir mü’minin evinden sokağa feyz akar. Feyz, büyüklerin kalbinden akar ve dünya sevgisini ve para sevgisini söker atar. Mevlana Celaleddin-i Rumi hazreti anlatıyorlar, birinin merkebi varmış, merkebin sırtında da yara çıkmış. Oyara iyileşsin diye, bez yapıştırmış. Sonra o bezleri kaldırırken, etler de kalkmaya başlayınca, merkep acısına dayanamamış, çifte atmağa başlamış. Celaledin-i Rumi hazretleri buyuruyorlar ki; Bu yara, dünya muhabbetidir. Üstündeki bez, dünyanın kendisidir. O bez yani dünyalık elden çıkarken o merkebin duyduğu acıyı, o dünya muhabbeti olan kişi de duyar. Hele o yara birden fazlaysa.. Hele hele ölürken, herşeyi bırakırken duyduğu acıyı düşünün. Peki bu yaralar nasıl tedavi edilir? Bunun bir ilacı vardır. Başkada ilacı yoktur! O da, Allah adamlarını sevmektir. O muhabbet, o yaranın ilacıdır. Büyükleri sevmeyen, büyükleri tanımayan, emir ve yasaklara tam uyarsa belki kurtulabilir, fakat noksandır, şüphelidir.. zordur. Mutlaka kamil, yani her tarafı olgunlaşmış bir Allah adamına rastlamak lazımdır.
Peygamberimiz ‘sallallahü aleyhi ve sellem’ sohbet ederken, Eshab-ı kiramdan birisi, ya Resulallah, dünyanın en kötü adamı kimdir, diye sormuş. Peygamber efendimiz; “kötü din adamlarıdır”, buyurmuşlar. Kötü din adamları, insanların en kötüsüdür. Peki, kötü din adamları kimdir? Büyükler buyuruyorlar ki; Onlara ulema-i sû denir. Dünya menfaati, kendi şöhreti, kendi istikbali için, dinden bahs ederler.
Büyükler buyuruyorlar ki; Cömertlik, vermek değildir. Cömertlik, Allah için vermiştir. Verir; ama nefsi için verir, meşhur olmak için verir, ismi yazılsın der.. Bunların hiç faydası yoktur. Onun için, cömertlik çok kıymetli bir ahlaktır. Verdiğini Allah için verenlere cömert denir. Az versin çok versin; ama yeter ki Allah için versin. O halde hepimiz hayatımızda, her ne iş yaparsak yapalım, her ne söylersek söyleyelim, her ne dinlersek dinleyelim ya Allah rızası için ya nefsimiz içindir. Yani ibre her konuda bir sağa bir sola gidiyor. Vefat edene kadar artılar eksiler yazılıyor. Allah için olanlar artı, nefsimiz için olanlar eksi. İbre nereye götürürse oraya gideceğiz.
Cenab-ı Peygamber ‘aleyhisselatü vesselam’ buyuruyor ki; Vaki olanda hayır vardır. Bu dinde illa istenilmez. İlla olsun yok. Bu çok tehlikeli ve çok kötüdür, hayırlısını istemelidir. Çok zengin bir adam varmış. Bu adam her gün hocaya gidiyor, Allah bana muhakkak bir erkek evlat versin diyor. Oraya bir mübarek zat gelmiş. Bu mübarek bir zattır ona derdini söyle demişler. Hocam, Allah bana bir erkek evlat versin demiş. Hayırlısını iste dediklerinde, hayır illaki erkek olsun diyor. Mübarek zat demiş ki, şurada bir türbe var git orada bir koyun kes ama Cenab-ı Haktan hayırlısını iste diyor. Gitmiş türbeye, efendi baba efendi baba muhakkak erkek evlat istiyorum demiş. Aradan onbeş-yirmi sene geçtikten sonra bu mübarek zat yine aynı yere geliyor. O, erkek evlat isteyene ne oldu diyor. Neler oldu neler, adam hapiste demişler. Oğluna ne oldu? Oğlu idam edildi. Neden? Allahü teala bir erkek evlat verdi fakat mahallenin haydudu oldu, her cins kötülük var. En sonunda birini öldürdü. Babası, yapmasın diye ayırmaya gitti. Fakat adam ölünce babası suç ortağı oldu. Sen buna destek verdin dediler. Oğlunu idam ettiler, babası hapiste. Ne oldu?... Onun için ne olursa olsun hayırlısını istemek lazımdır. Bir gün Musa ‘aleyhisselam’ Tur-u Sinaya giderken birisi önünü kesti. Ya Musa, ya Nebiyallah ne olur Allaha dua et, ben fakirim, zengin olayım. Hayırlısını iste,… hayır ben zengin olmak istiyorum... Ben Peygamberim tekrarlama bunu diyor. Diğeri, hayır ben zengin olmak istiyorum diyor. Musa aleyhisselam; Ya rabbi kulun yolumu kesti. İlla zengin olmak istiyor, ver ya rabbi diyor. Cenab-ı Hak da buyuruyor ki; Senin hatırın için veririm. Aradan yıllar geçmiş, Musa ‘aleyhisselam’ oradan geçiyormuş. Bakmış ki bir kalabalık. Ne oldu? Efendim burada çok fakir bir adam vardı, sonra çok zengin oldu. Ne oldu sonra? Azdı kudurdu. Bugün birini öldürdü, kısas yapılacak.
Hepimiz her an bir imtihana tabiyiz. Bu imtihanı kazanmak da var, kaybetmek de var. Ama imtihanda olan bir kişi imtihandan başka bir şey düşünemez. Hepimiz imtihanlardan geçtik. O imtihanı nasıl vereceğim diye düşünmekten başka hiçbir şey düşünülemez. Çünki ya kalacaksın, ya geçeceksin. Yaptığımız her alışverişte yaptığımız her konuşmada her yazışmada her işte Allahü teala kalbimizdekini bildiği için, o yaptığımız işlere değil kalbimizdeki niyete bakmaktadır. Kalbimizdeki niyet herzaman rıza-ı ilahi olmalıdır.
Büyükler buyuruyorlar ki; Kardeşim eğer size birisi bir şey sorarsa, Allah rızası için sorarsa siz de Allah rızası için cevap verirseniz, verdiğiniz cevap yanlış olabilir. O Allah rızası için sorduğu için siz de Allah rızası için cevap verdiğiniz için, ihlas, samimiyet hakim olduğu için Allahü teala o yanlış yaptığınızı düzeltir. Ama menfaatiniz için olursa isabetli olsa da isabetsiz, isabetsizse zaten isabetsizdir.
Allahü teala buyuruyor ki; Allahü teala sizin görünüşlerinize, amelinize bakmaz, ancak kalbinize, bunu kulum niçin yapıyor diye bakar. Netice olarak, insanlar insanların dışını görür. Allahü teala içlerini görür. İnsanları mı memnun etmek, Allahü tealaya mı memnun etmek istediğimize iyi karar vermeliyiz. Allahü teala buyuruyor ki, ben içinizi görüyorum, niyetlerinizi görüyorum. Bütün ameller, ibadetler, her türlü hizmetler niyete bağlıdır. Niyet hayr, akibet hayr.
Dünya servet ve şöhrettir. Servet ve şöhret de kimseye kalmaz. İkisi de hayal. Servet de hayal, şöhret de hayal. Kalıcı olan az olsun çok olsun Allah rızası için yapılandır. İhlaslı olan az olsun ama ihlaslı olsun.

Ali Zeki Osmanağaoğlu
 
     1 Beğeni    
Şiir-Öykü Listesi

Yazan Uzman
Ali Zeki OSMANAĞAOĞLU Fotoğraf
Dt.Ali Zeki OSMANAĞAOĞLU
İstanbul
Diş Hekimi
TavsiyeEdiyorum.com Üyesi13 kez tavsiye edildiİş Adresi Kayıtlı

Bu sayfada yayınlanan öykü ve şiirlerin tüm hakları yazarına (Dt.Ali Zeki OSMANAĞAOĞLU) aittir ve Dt.Ali Zeki OSMANAĞAOĞLU tarafından TavsiyeEdiyorum.com Öykü ve Şiirler kütüphanesinde yayınlanmak üzere gönderilmiştir. Burada yer alan eserler yazarından önceden izin alınmaksınız başka platformlarda yayınlamaz, sadece kaynak gösterilerek ve yazar ismi zikredilerek KISA ALINTILAR yapılabilir. Aksine davranış Fikir ve Sanat Eserleri yasasına aykırılık teşkil edecektir.

14:30
Top