2007'den Bugüne 92,312 Tavsiye, 28,221 Uzman ve 19,978 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!



Küçük Prens
YAZI #20 © Yazan Psk.Mehmet Emin KIZGIN | Yayın Ağustos 2008
KÜÇÜKPRENS

Altı yaşımdayken, balta girmemiş ormanlar hakkındaki “ yaşanmış hikâyeler” adlı bir kitapta muhteşem bir resim görmüştüm. Vahşi bir hayvanı yutmakta olan bir boa yılanı vardı resimde. İşte o resmin bir kopyası.
Şöyle yazıyordu resmin altında: “boa yılanları, avlarını çiğnemeden oldukları gibi yutarlar. Daha sonra hiç kıpırdayamazlar ve sindirim yaptıkları altı ay boyunca uyurlar.”
Böylece, vahşi ormanda yaşanan maceraları hayal etmeye başladım ve kendimce, renkli bir kalemle, ilk resmimi çizmeyi başardım. 1 numaralı resmimi.
Başyapıtımı büyük insanlara gösterdim ve resmimin onları korkutup korkutmadığımı sordum.
Şöyle yanıtladılar: “neden bir şapka bizi korkutsun ki?”
Resimde çizdiğim bir şapka değildi. Bir fili yutmakta olan boa yılanı çizmiştim. Bu yüzden, büyük insanlar anlayabilsinler diye, boa yılanının içini de çizdim. Büyük insanların hep açıklamalara ihtiyacı oluyor.
Büyük insanlar, kapalı ya da açık boa yılanı resimlerini bir kenara bırakıp, coğrafya, tarih, matematik ve dilbilgisine kafa yormamı önerdiler. İşte o zaman, altı yaşımdayken, muhteşem bir resim kariyerine daha başlamadan, nokta koymuş oldum. Büyük insanlar hiçbir şeyi olduğu gibi anlamazlar, onlara hep açıklamalarda bulunmak zorundasınızdır ve bu da çocuklar için oldukça yorucu bir iştir.
Bu yüzden başka bir meslek seçmeliydim ve ben de uçak kullanmasını öğrendim. Dünyanın neredeyse her yerini uçarak gezdim. Ve coğrafya, hiç şüphesiz çok işime yaradı. Daha ilk bakışta, Çin’i, Arizona’dan ayırabiliyordum. Geceleri yolunuzu şaşırdığınızda bu oldukça işinize yarar.
Bu sayede, hayatım boyunca önemli insanlarla pek çok ilişki kurdum. Büyük insanlarla bir arada çok bulundum. Onları yakından gördüm: ama onlar hakkındaki düşüncelerim pek fazla değişmedi.
Ne zaman, akıllı görünen büyük bir insanla karşılaşsam, her zaman yanımda taşıdığım 1 numaralı resmimi çıkarıp, deney yapıyordum. Resmimim gerçekten anlaşılır olup olmadığını öğrenmek istiyordum. Ama yanıt hep aynıydı: “bu bir şapka”. O zaman, ona ne boa yılanlarından, ne balta girmemiş ormanlardan ne de yıldızlardan bahsediyordum. Onunla anladığı dilden yani briçten, golf ten, politikadan ve kravatlardan konuşuyordum. Ve o büyük insan, böylesine akıllı birini tanımış olmaktan büyük mutluluk duyuyordu.

BÖLÜM 2
Altı yıl önce, Sahra çölünde uçağım bozulana kadar, yanımda gerçek anlamda konuşacak kimse olmadan, yalnız başıma yaşamıştım.
Uçağımın motoru bozulmuştu ve yanımda ne bir tamirci, ne de bir yolcu olduğundan, zorlu bir tamirat işine tek başıma giriştim banim için ölüm kalım meselesiydi. En fazla sekiz gün daha yetecek kadar suyum vardı.
İlk gece, en yakın yerleşim yerine en az bin mil uzaklıkta bir yerlerde, kumların üzerinde uyudum. Okyanusun ortasında, batan gemiden arda kalan yelkenin üzerindeki bir kazazede kadar yapayalnızdım. İşte böyle bir durumdayken, sabah, kulağa oldukça garip gelen bir çocuk sesiyle uyandığımda ne kadar şaşırdığımı siz düşünün. Şöyle söylüyordu ses:
-Lütfen bana bir koyun çiz!
-Ne!
-Bana bir koyun çiz…
Yıldırım çarpmışa dönmüştüm, bir sıçrayışta ayağa fırladım. Gözlerimi iyice ovuşturdum. Dikkatlice baktım. Ve bana garip gözlerle bakan küçük bir çocuk gördüm. İşte, daha sonraları yapmayı başardığım ve gerçeğine en çok benzetildiğim portesi. Ama elbette ki modelin uyandırdığı hayranlık yanında benim çizimim çok sönük kalıyor. Fakat bu benim hatam değil. Daha altı yaşındayken, büyük insanlar yüzünden resim kariyerime cesaretle atılamamıştım ve açık boa yılanları ile kapalı boa yılanları dışında hiçbir şey çizmeyi bilmiyordum.
Şaşkınlıktan yusyuvarlak olmuş gözlerimle, birden karşıma çıkıveren bu küçük çocuğa bakıyordum. En yakın yerleşim yerinin en az bin mil uzakta olduğunu unutmayın. Oysa o, ne yolunu kaybetmiş, ne yorgunluktan, ne açlıktan, ne susuzluktan, ne de korkudan ölecekmiş gibi görünüyordu. Yerleşim yerine bin mil uzaktaki bu ıssız yerde, çölün ortasında kaybolmuş bir çocuğa hiç mi hiç benzemiyordu. En sonunda konuşmayı başardım ve şöyle dedim:
-Ne yapıyorsun sen burada?
O ise, bütün sakinliğiyle, sanki çok ciddi bir şey söylüyormuş gibi:
-Lütfen… Bana bir koyun çiz… Dedi.
Gizem, fazlasıyla şaşırtıcı olduğu zaman, ona itaat etmekten başka çare yoktur. En yakın yerleşim yerine bin mil uzaktayken ve ölüm tehlikesiyle burun burunayken, bana ne kadar saçma görünürse görünsün, cebimden bir kâğıt ve bir kalem çıkardım. Ama o anda, daha çok coğrafya, tarih, matematik ve dilbilgisi çalıştığımı hatırladım ve küçük çocuğa ( biraz da istemediğimden) resim yapmayı bilmediğimi söyledim. Bana şöyle yanıt verdi:
Önemli değil. Bana bir koyun çiz.
Daha önce hiç koyun çizmediğim için, yapmayı becerebildiğim iki resimden birini yaptım. Kapalı boa yılanı resmini. Küçük çocuk bana bakıp şu cevabı verdiği zaman neye uğradığımı şaşırdım:
-Hayır! Hayır! Boa yılanı içinde bir fil istemiyorum. Boa yılanları çok tehlikelidir ve bir fil de çok yer kaplar. Benim evim çok küçüktür. Bir koyuna ihtiyacım var. Bana bir koyun çiz.
Bende çizdim. Dikkatlice baktı ve sonra:
-Hayır! Bu çok hasta. Başka bir tane yap
Başka bir tane çizdim. Arkadaşım kibarca gülümsedi: beni affedercesine:
-Şuna baksana.. Bu bir koyun değil, bir koç. Boynuzları var…
Yeni baştan çizdim: Ama öncekiler gibi, buna da karşı çıktı:
-Bu da çok yaşlı. Ben uzun süre yaşayacak bir koyun istiyorum
O zaman sabrım tükendi,
Motoru onarmaya başlamak için acelem olduğundan, şunu karalayıverdim. Ve resmimi tanıttım:
-Bu bir kutu. İstediğin koyun bunun içinde.
Ama genç yargıcımın gözlerinin birden parıldadığını görünce çok şaşırdım:
-İşte tam da bunun gibi bir şey istiyordum! Sence bu koyunu beslemek için fazla ota ihtiyacım olur mu?
-Neden?
-Çünkü benim evim çok küçüktür…
-Eminim yerin yeterli olur. Sana çok küçük bir koyun çizdim.
İyice resme sokuldu ve:
_o kadar da küçük… Bak! Uyuyuverdi… Ve işte küçük prens’le böyle tanıştım.

BÖLÜM 3
Onun nerden geldiğini anlamak epey zamanımı aldı. Bana bir sürü soru soran küçük prens, benim sorduğum soruları sanki duymuyor gibiydi. Onun hakkında şimdi bildiğim tek şeyi, tesadüfen söylemiş sözlerden çıkardım. Uçağımı ilk kez gördüğünde (uçağımı çizemeyeceğim, benim için fazlasıyla zor) şöyle sordu:
-Bu şey de nedir?
-Bir şey değildir bu. Uçar. Bu bir uçak. Benim uçağım.
Uçabildiğimi öğrenmesinden gurur duymuştum. Bir anda bağırıverdi:
-Demek öyle! Demek sen gökten düştün!
-Evet, dedim alçak gönüllülükle.
-Ya! Bu çok garip…
Bunun üstüne beni oldukça kızdıran bir kahkaha patlattı küçük prens. Ben üzüntülerimin ciddiye alınmasını isterim. Sonra devam etti konuşmasına:
-Öyleyse, sen de gökten geliyorsun! Sen hangi gezegendensin?
İşte o anda, o arada bulunuşumun gizemini aydınlatabilecek ufak bir ışık yakalamıştım ve bir anda sorgulamaya giriştim:
-Demek sen başka bir gezegenden geliyorsun?
Ama buna yanıt vermedi. Uçağıma bakarak yavaşça başını salladı:
-Şurası gerçek ki, bunun üzerinde geldiysen, fazla uzaktan gelmiş olamazsın…
Ve uzun zaman sürecek hayallere daldı. Sonra, cebinden çizdiğim koyunu çıkardı, hayranlıkla hazinesini izlemeye koyuldu.
Bu “başka gezegenler” hikâyesine inanıp inanmamak arasında kalıp, ne kadar meraklandığımı siz düşünün. Daha fazlasını öğrenmek için çabaladım:
-Nereden geliyorsun küçük çocuğum? Neresi senin “evin”? Koyunumu nereye götürmek istiyorsun?
Düşünceli bir sessizliğin ardından cevap verdi:
-Bana bu kutuyu da verdiğin iyi oldu, gece olduğunda, ev olarak kullanır.
-Elbette. Ve eğer sorularıma nazikçe cevap verirsen, koyununu gün boyu bağlayabilmen için bir de ip veririm. Ve bir de kazık.
Teklifim küçük prensi şok etmiş gibiydi:
-Onu bağlamak mı? Ne garip bir düşünce!
-Ama onu bağlamazsan canı nereye isterse oraya gider ve onu kaybedersin…
Bunun üzerine arkadaşım bir kahkaha daha patlattı:
-İyi ama nereye gitmesini bekliyordun ki!
-Nereye olursa. Burnunun dikine…
Küçük prens:
Hiç önemli değil, benim evim o kadar küçük ki! Diye hatırlattı.
Ve belki de biraz hüzünlenerek:
Burnunun dikine de gitsen, fazla uzağa gidemezsin…

BÖLÜM 4
Çok önemli ikinci bir şey daha öğrenmiştim: Geldiği gezegen bir evden azıcık büyüktü!
Bu beni fazla şaşırtmamalıydı. Dünya, Jüpiter, Mars, Venüs gibi isimler verdiğimiz büyük gezegenin dışında, teleskopla baktığımızda bile fark edemeyeceğimiz kadar küçük binlerce gezegenin daha olduğunu gayet iyi biliyorum. Bir gökbilimci, bu küçük gezegenlerden birini keşfettiğinde, ona ad olarak bir sayı veriyordu. Mesela ona şu ismi verebilirdi: “Asteroit 3251”.
Küçük prens’in geldiği gezegenin adının ise Asteroit B 612 olduğuna inanmam için çok geçerli sebeplerim var.
Bu asteroit, yalnızca, ilk defa 1909 yılında, bir Türk gökbilimci tarafından görüldü.
Gökbilimci, bu keşfini tanıtmak için, Uluslar arası Astronomi Kongresi’nde büyük bir gösteri düzenledi.
Ama üzerindeki kıyafeti yüzünden kimse ona inanmadı. Büyük insanlar böyledir işte.
Bir süre sonra, bir Türk diktatör, halkına Avrupalılar gibi giyinme zorunluluğu getirdi; öyle giyinmeyenlerin cezası ölümdü ve bu da Asteroit B 612’nin tanınmasına yaradı.
Gökbilimci, 1920 yılında, çok şık kıyafetler içinde, gösterisini tekrarladı. Ve işte o seferinde, herkes onun düşüncelerini onayladı.
Size asteroit B 612 ile ilgili bu ayrıntıları anlattıysam ve numarası hakkında bildiğim sırları paylaştıysam, bunun sebebi büyük insanlardır. Büyük insanlar sayıları severler. Onlara yeni tanıştığınız bir arkadaşınızdan bahsetseniz, asla işin önemli tarafıyla ilgili sorular sormazlar. Asla şöyle demezler: “sesi nasıl? Hangi oyunlardan hoşlanıyor? Kelebek koleksiyonu yapıyor mu?” şunları sorarlar: “ kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Kaç kilo babası ne kadar kazanıyor?” onu ancak böyle tanıyacaklarını sanırlar. Eğer büyük insanlara: “ penceresinde sardunyalar, çatısında güvercinler olan pembe tuğlalı bir ev gördüm…” derseniz, bu evi asla gözlerinin önüne getiremezler. Onlara şöyle söylemek gerekir: “ yüz bin franklık bir ev gördüm.” İşte o zaman çığlığı basarlar: “ne kadar güzel!“
Ya da onlara: “Küçük prens’in var olduğunun kanıtı, hayranlık uyandırması ve bir koyun istemesidir. Bir koyun istemek, var olmanın kanıtıdır.” Derseniz, omuzlarını silker, sizi çocukluk yapmakla suçlarlar! Ama onlara: “geldiği gezegen, Asteroit B 612’dir” dersen buna inanırlar ve sizi sorularıyla boğmaktan vazgeçerler.
İşte böyledirler. Onlardan daha fazlasını beklemek işe yaramaz. Çocuklar, büyük insanlara karşı hoşgörülü olmak zorundadırlar.
Fakat tabii ki biz, hayatı anlayan bizler, sayılarla dalga geçmesini iyi biliriz! Bu hikâye, masallardaki gibi başlamak hoşuma giderdi. Mesela şöyle başlamak:
“bir zamanlar, kendisinden biraz daha büyük bir gezegende yaşayan ve arkadaşa ihtiyacı olan bir küçük prens varmış…”hayatı anlayanlar için, bu kulağa çok daha gerçekçi gelir.
Kitabımın baştan savma okunması hoşuma gitmez. Bu hatıraları anlatırken çok üzülüyorum. Arkadaşım, konuyla beraber çekip gideli altı yıl oldu. Burada onun hakkında yazıyorsam, bu onu unutmamak içindir. Bir arkadaşı unutmak üzüntü verir insana. Hem kaç kişinin gerçek bir arkadaşı var ki? Yoksa sayılardan başka bir şeyle ilgilenmeyen büyük insanlardan birine dönüşebilirim. İşte bu yüzden bir kutu boya kalemi aldım. Benim yaşımda, tekrar resim yapmaya başlamak zor geliyor insana; üstelik altı yaşından beri, aklınızda kapalı ve açık boa yılanı çizmekten başka bir şey yoksa! Elbette yine de, yapabildiğim kadarıyla, gerçeğine en uygun resimleri yapmaya çalışacağım. Fakat hepsinde başarılı olabileceğimi sanmıyorum. Bir resim iyi olur, biri hiç benzemez. Orantıları da iyi ayarlayamıyorum. Şurada küçük prens çok büyük. Burada fazla küçük. Kostümü içinde renk seçerken de zorlanıyorum. İyi ya da kötü bir şeyler yapacağım ama. En çok hatayı da, ayrıntıları çizerken yapacağım. Ama bunda benim fazla suçum yok. Arkadaşım bana hiçbir şeyi bütünüyle açıklamadı. Belki de kendisine benzediğimi sanıyordu. Fakat ben, ne yazık ki, kutuların içindeki koyunları görmeyi bilmiyorum. Belki ben de büyük insanlar gibi olmuşumdur. Belki ben de yaşlanmışımdır.

BÖLÜM 5
Her geçen gün, küçük prens’in gezegeni, yolculuğa nasıl çıktığı ve buralara nasıl geldiği hakkında yeni şeyler öğreniyordum. Tüm bu öğrendiklerimi, konuştukça, tesadüfen keşfediyordum. Üçüncü günümüzdeyken, baobapların yaşadığı korkunç dramı da işte böyle öğrendim.
Bu sefer öğrendiklerimi koyuna borçluydum; küçük prens, durup dururken, sanki büyük bir şüpheye düşmüş gibi beni böyle sorgulamaya başlamıştı:
-Koyunların otları yedikleri doğru değil mi?
-Evet, doğru.
-Ah! Buna sevindim.
Koyunların otları yemesinin neden bu kadar önemli olduğunu anlamamıştım ki küçük prens devam etti:
-madem öyle, baobapları da yerler, öyle değil mi?
Küçük prens’e baobapların ot olmadıklarını, tam tersine kilise büyüklüğünde ağaçlar olduklarını ve koca bir fil sürüsünün, tek bir baobabı bile bitiremeyeceğini söyledim.
Fil sürüsü fikri küçük prens’i güldürdü:
-Onları üst üste koymak gerekirdi…
Sözlerini bilge bir tavırla tamamladı:
-Baobabılar, önce küçüktürler sonra büyürle.
-Kesinlikle! Peki, ama neden koyunlarının o küçük baobapları yemesini istemiyorsun?
Sanki herkesin zaten bildiği bir şeyden bahsedermişçesine şöyle yanıtladı:
-Yok, artık sen de! Kafamda bu problemin üstesinden gelebilmem için çok büyük çaba harcamam gerekti.
Sonunda, küçük prens’in gezegeninde, tıpkı diğer gezegenlerde olduğu gibi, iyi otlar ve kötü otlar olduğunu anladım. Ve dolayısıyla, iyi otların iyi tohumları ile kötü otların kötü tohumları. Fakat tohumlar görünmezdiler. Aralarından birinin içinde uyanma arzusu doğuncaya kadar, toprağın altındaki gizemli dünyada uyurlar. İşte o uyanma zamanı gelip çatınca, tohumlar şöyle bir gerinir, hayranlık verici, incecik bir dal uzantılar güneşe doğru. Bu incecik dal, ilerde bir gül ya da turp olacaksa, özgür bırakılır, istedikleri yerde, canı nasıl isterse öyle serpilir. Fakat eğer bu kötü bir bitkinin dalıysa, işte hemen o anda, büyümesine hiç fırsat vermeden, kökünden sökülmelidir. Bu kötü tohumlardan, küçük prens’in gezegeninde de varmış… Baobaba tohumlarından yani.
Gezegenin bütün yüzeyini sarmış bu tohumlar. Öyle bir bitkidir ki baobap, bir kere geç kaldınız mı, bir daha asla başa çıkamazsınız. Bütün gezegeni sarıverirler. Kökleriyle, her bir yanı delik deşik ederler. Üstelik gezegen çok küçük, baobapların sayısı çok fazlasıyla, gezegen bir anda çatlayıverir.
“Her şey disipline bağlıdır.” Demişti daha sonra küçük prens. “sabahları, kendine çeki düzen verdikten sonra, mutlaka gezegene de özenle çeki düzen vermelisin. Güllerin yanında baobapların bittiğini fark ettiğin anda –çok küçük olduklarında birbirlerine oldukça benzerler- düzenli olarak kökünden söküp atmaya katlanmak zorundasın. Çok sıkıcı bir iştir bu, ama çok kolaydır.”
Bir gün, bizim gezegendeki çocukların kafalarında daha iyi yer etmesi için, bu baobapların güzel bir resmini çizmemi önerdi. “eğer günün birinde yolculuğa çıkarsa” dedi, “bu resim oldukça işlerine yarar. Bazen, bugünün işini yarına bırakmaktan pek zarar gelmez. Ama işin içinde baobaplar varsa, sonuç her zaman bir felaket olur. Tembelin birinin yaşadığı bir gezegen görmüştüm. Üç tanecik çalıyı ihmal etmişti de…”
Küçük prens tarif etti, ben de çizdim o gezegeni. Bir ahlakçı gibi konuşmak istemem. Ama baobapların ne kadar tehlikeli oldukları çok az bilinir ve yolunu şaşırıp da, bir asteroite düşen birinin başına açacağı sorunlar o kadar fazladır ki bu baobapların, bir kereliğine olsun şunu söylemeliyim:” çocuklar! Baoblara dikkat edin!” tıpkı benim gibi, baobapları tanımadıkları için, uzun zamandır tehlikelerden paçasını kıl payı kurtaran arkadaşlarım için çizdim bu resmi. Sonuçta alacakları ders, çektiğim zahmete değdi. Belki de şunu sorarsınız: “neden bu kitapta, baobapların resmi kadar büyük başka resimler yok?” Cevap çok basit: “denedim ama beceremedim” baobapları çizerken ise, tehlikenin önemi beni cesaretlendirmişti.

BÖLÜM 6
Ah! Küçük prens, işte böylece, yavaş yavaş anlamaya başladım, senin o küçük, hüzünlü hayatını. Uzun zamandır, tek büyük eğlencen, günbatımını izlemek olmuş. Bunu da dördüncü gün, bana şunları söylediğinde anlamıştım:
-Günbatımını çok severim. Haydi, güdüp günbatımını izleyelim…
-Ama beklemek gerekir…
-Neyi beklemek?
-Güneşin batmasını.
Önce şaşırmış gibiydin, sonra da dediğine sen de güldün:
-Kendim hep bizim oralarda sanıyorum!
Gerçekten de öyle sanıyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nde öğle vaktindeyken, Fransa’da güneş batar, bunu herkes bilir. Ne yazık ki, Fransa çok uzaklarda. Ama senin gezegeninde, günbatımını izlemek için, sandalyeni birkaç adım öteye çekmen yeterli. Ve istediğin her an, izleyebilirsin alacakaranlığın çöküşünü…
-Günün birinde, tam kırk üç kere günbatımını izledim!
Ardından şöyle söyledin:
-Bilirsin.. Çok acı çekerken insan, günbatımı bir başka güzeldir…
-Kırk üç kere izlediğin zaman, o kadar üzgün müydün?
Ama küçük prens cevap vermedi.

BÖLÜM 7
Beşinci gün, her zamanki gibi koyunum sayesinde, küçük prens’in hayatındaki bir sır daha aydınlandı. Derin bir sessizlik içinde, uzun uzun düşündükten sonra, birden, şöyle sordu:
-Bir koyun, çalıları yediğine göre, çiçekleri de yer mi?
-Bir koyun önüne ne çıkarsa onu yer.
-Dikenleri olan çiçekleri bile mi?
-Evet. Dikenleri olan çiçekleri bile.
-Madem öyle, o dikenler ne işe yarar?
Bunun cevabını bilmiyordum. O sırada, motorumun sıkışmış bir vidasını sökmekle uğraşıyordum. Artık iyice endişelenmeye başlamıştım, çünkü hem motoru tamir edemeyecek gibi görünüyordum, hem de geriye kalan suyu düşündükçe, umutsuzluğa düşüyordum:
-Dikenler hiçbir işe yaramazlar, yalnızca çiçeklerin içindeki kötülüktür onlar!
-Ya!
Kısa süren bir sessizliğin ardından, hınç dolu bir şekilde haykırdı:
-sana inanmıyorum! Çiçekler zayıftırlar. Narindirler. Ellerinden geldiğince kendilerini savunmaya çalışırlar. Dikenleriyle, herkesi korkutabileceklerini zannederler…
Hiç cevap vermedim. O anda kendi kendimle konuşuyordu: “Bu vida biraz daha inat ederse, çekici kafasına indirip, söküp atacağım” küçük prens bir kez daha dağıttı düşüncelerimi:
-Peki ya sen inanıyor musun ki, yani, çiçekler…
-hayır! Hayır! Hiçbir şeye inanmadığım yok! Laf olsun diye söylemiştim. Beni, şimdi yalnızca önemli işler ilgilendiriyor!
Şaşkınlıktan donakalmış bir halde baktı yüzüme:
-Önemli işler!
Artık onun gözünde elimde çekicim, yağ içinde kalmış simsiyah parmaklarımla, ona oldukça çirkin görünen bir nesnenin üzerine eğilmiş bir insandım yalnızca.
Büyük insanlar gibi konuşuyorsun!
Bu beni biraz utandırdı. Ama hiç acımadan devam etti sözlerine:
-her şeyi birbirine karıştırıyorsun… Her şeyi berbat ediyorsun!
Gerçekten çok kızmıştı. Altın sarısı saçları, rüzgârda sallanıyordu:
-kıpkırmızı suratlı bir Beyefendi’nin yaşadığı bir gezegen biliyorum. Bu Beyefendi hiçbir çiçeği koklamamış. Hiçbir yıldıza bakmamış. Bir başkasını hiç sevmemiş. Sayıları toplamaktan başka hiçbir şey yapmamış. Ve bütün gün boyunca hiç durmadan, tıpkı senin gibi, şu söyleyip dururdu:” ben ciddi bir adamım! Ben ciddi bir adamım!” ve kibrinden şiştikçe şişerdi. İşte o yüzden o bir insan değildir, bir mantardır!
-Bir ne?
-Mantar!
Öfkeden bembeyaz kesilmişti küçük prens.
-Milyonlarca yıldır, çiçekler, diken çıkarırlar. Milyonlarca yıldır, koyunlar yine de çiçekleri yerler. Hiçbir işlerine yaramadığı halde, bıkıp usanmadan bu dikenleri üretmeye neden devam ettiklerini anlamaya çalışmakta önemli bir iş değil midir? Koyunlar ve çiçeklerin savaşı önemsiz midir? Kıpkırmızı koca bir beyefendi ve onun hesaplarından daha önemli değil midir? Ve ben, evrenin başka bir yerinde değil de, yalnızca benim gezegenimde yetişen, başka hiçbir eşi olmayan bir çiçek tanıyorsam ve günün birinde, küçük bir koyun gelip de, ne yaptığının bile farkında olmadan, tek bir ısırışta, bu çiçeği yok ediverirse, bu hiç önemli değil midir?
Kızardı ve devam etti:
-Eğer bir insan, milyonlarca yıldızın herhangi birinde, bir eşi daha olmayan bir çiçeği severse, mutlu olması için, ona bakması yeterlidir. Kendine şöyle söyler: “Çiçeğim oralarda bir yerde…” Ama bir koyun gelip de, çiçeğimi yerse bir anda, o parıldayan bütün yıldızlar, bir anda sönüverirler! Ve bu da hiç önemli değil, öyle değil mi?
Başka hiçbir şey çıkmadı ağzından. Hıçkırıklara boğulup, çığlıklar atarak ağlamaya başladı.
Gece çöküyordu. Aletleri fırlatıp attım. Çekicimle, vidamla, koyunumla, susuzluğumla ve ölümümle dalga geçiyordum. Yıldızın birinde, bir gezegende, benim gezegenimde, Dünya’da avutulması gereken bir küçük prens vardı! Onu kollarıma aldım.
Yavaşça salladım. Şöyle söyledim ona: “ Sevdiğin çiçek tehlikede değil.. Bir tasma çizeceğim koyunun için… Çiçeğin için de bir parmaklık çizerim… Ben…”
Daha fazla ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Beceriksiz hissediyordum kendimi. Ona nasıl yaklaşacağımı, üzüntüsünü nasıl paylaşacağımı bilemiyordum. Şu gözyaşı ülkesi, öylesine gizemli bir yer ki.

BÖLÜM 8
Kısa bir zaman, bu çiçeği daha yakından tanıdım. Küçük prens’in gezegeninde, yalnızca tek bir sıra yapraklı, fazla yer tutmayan, kimselere zararı dokunmayan, basit çiçekler her zaman olmuş. Bir sabah, bir sabah, otların arasında bitiverir, akşamları solarlarmış. Ama bu çiçek, günün birinde, nereden sürüklenip geldiği belli olmayan bir tohumdan filizlenivermiş ve küçük prens diğer fidanlara pek benzemeyen bu yeni incecik fidanı gözlemlemiş. Kim bilir, belki de yeni bir tür baobap olabilirmiş. Ama incecik dallar daha fazla büyümemiş ve çalıların arasından, bir çiçek belirmeye başlamış. Devasa bir tohumun yeni evine yerleşmesine tanıklık eden küçük prens, ortaya mucizevî bir şeyin çıkacağını hissediyormuş ama çiçek, yeşil odasında, bir türlü güzelleşmesine ara vermiyormuş. Özenle renklerini seçiyormuş. Yavaş yavaş giyiniyor, yapraklarını bir bir yerlerine yerleştiriyormuş, gelincikler gibi, paçavralar içinde çıkmak istiyormuş dışarı. Ancak güzelliğinin ışığı dört bir yanı aydınlatınca kendini göstermekte kararlıymış. İşte öyle! Öylesine özenmiş üstüne başına! Vücudunu kaplayan elbisesini günler ve günler boyunca çıkarmamış üzerinden. Ve günün birinde, güneş doğarken, kendini göstermiş.
Öylesine özenip bezenip, günlerce dışarı çıkmayan çiçek esneyerek söylenmiş:
-Ah! Uykumu alamadım… Kusuruma bakmayın… Saçım hala dağınık…
Küçük prens hayranlığını gizleyememiş:
-Ne kadar da güzelsiniz!
-Öyle mi? Diye yanıtlamış çiçek. “üstelik güneşle aynı zamanda uyandım…”
Küçük prens, karşısındakinin pek alçak gönüllü bir çiçek olmadığını anlamış ama çiçek öylesine hayranlık vericiymiş ki!
-Sanırım, kahvaltı saati gelmiş olmalı, diye eklemiş çiçek “beni düşünme inceliğini gösterirsiniz umarım…”
Kafası tamamıyla karışmış bir halde, taze su aramaya gitmiş küçük prens ve bir kova su ikram etmiş çiçeğe.
Çok geçmeden, çiçeğin bu kuşku uyandırıcı kibri, onu üzmüş. Örneğin, günlerden bir gün, sahip olduğu dört dikeninden bahsederken, şöyle demiş küçük prens’e:
-Gelsin bakalım, pençeleriyle kaplanlar!
-Gezegenimde kaplan bulunmaz, diye karşı çıkmış küçük prens “hem ayrıca kaplanlar ot yemezler.”
-Ben bir ot değilim, diye sakince yanıtlamış çiçek.
-Affeder beni…
-Kaplanlardan koktuğum yok ama rüzgârları düşündükçe dehşete kapılıyorum. Bir paravanınız yok mu sizin?
“ rüzgârdan korkuyor demek… Bu hiç de iyi değil bir çiçek için” diye düşünmüş küçük prens. “bu çiçek oldukça garip…”
-Akşam olunca, bir cam kavanoza koyarsınız beni. Soğuk oluyor sizin buralar. Pek korunaklı yapılmamış sanırım. Benim geldiğim yerde…
Ama birden susmuş. Buraya bir tohum olarak gelmiş.
Başka dünyaları tanımasına olanak yokmuş.
Yalan söylediğinin fark edileceği korkusuyla, lafı başka yöne çekmek isteyip, iki üç defa öksürmüş:
-Paravana ya ne oldu?
-Gidip arayacaktım ama konuşup durdunuz!
Ve çiçek küçük prens’i iyice vicdan azabına sokmak için, daha da şiddetli öksürmeye başlamış. Bunun üzerine, küçük prens, çiçeğe duyduğu aşka ve bütün iyi niyetine rağmen, ondan şüphelenmeye başlamış. Söylediği amansız sözleri bile ciddiye almaya başlamış ve çok mutsuz olmuş.
“ Onu hiç dinlememeliydim” diye itiraf etti bir gün, “çiçekleri asla dinlememek gerekir. Onları yalnızca seyretmeli ve koklamalıyız. Benimki, güzel kokusuyla sarmıştı gezegenimi ve ama ben bundan zevk almasını bilemedim. Beni öylesine kızdıran şu pençe hikâyesi, aslında içimi sızlatmalıydı…”
İtirazlarına şunları da ekledi:
“Daha hiçbir şeyi anlayamadım ben! Onu sözleriyle değil, hareketleriyle yargılamalıydım. Güzel kokusuyla beni sarıyor ve ışığıyla beni aydınlatıyordu. Çekip gitmemeliydim hiç! O zavallı kurnazlıklarının ardında yatan sevgiyi fark etmeliydim; çiçekler öylesine çelişkiye düşürüyor ki insanı! Ama onu nasıl sevmem gerektiğini bilemeyecek kadar küçüktüm ben.”

BÖLÜM 9
Sanırım kaçışını gerçekleştirmek için, yabani kuş sürülerinin göçünden yararlandı. Ayrıldığı günün sabahında, gezegenindeki her şeyi düzenledi. Yanar haldeki yanardağlarından geriye kalan külleri dikkatlice temizledi. Yanar halde olan iki yanardağı vardı. Bunlar da sabah kahvaltısında yiyeceklerini ısıtmak için yeter de artardı. Ama hep söylediği gibi. “Ne olur ne olmaz!” bu yüzden sönmüş durumda bulunan yanardağını da temizledi. Eğer kurumları iyice temizlenirse, yanardağlar düzenli bir şekilde, püskürmeden, yavaş yavaş yanarlar. Yanardağ püskürmeleri, şömine ateşine benzer. Elbette ki bizler, kendi dünyamızdaki yanardağların kurumlarını temizlemek için fazlasıyla küçüğüz. İşte bu yüzden başımıza o kadar sorun çıkarıyorlar.
Bunun ardından küçük prens, biraz da hüzünlenerek, son baobabı köklerini de söktü. Bir daha asla geri dönemeyeceğini düşünüyordu. Ama o sabah, her gün yaptığı bu alışıldık işler, ona hiç olmadığı kadar kolay gelmişti. Sıra çiçeğini son kez sulayıp, cam kavanozuna koymaya gelince, içi ağlama isteğiyle dolup taştı.
-Elveda, dedi çiçeğe.
Ama çiçek yanıt vermedi.
-Elveda, diye tekrarladı.
Çiçek öksürdü. Ama nezle olduğu için değil.
-Aptallık ettim, dedi en sonunda. “özür dilerim. Mutlu olmanı dilerim.”
Çiçeğin hiç serzenişte bulunmadan konuşması küçük prens’i şaşırttı. Kavanoz elinde, şaşkınlık içinde olduğu yerde dondu kaldı. Bu tatlı sevecenliğin nedenini anlayamıyordu.
-Ama evet, seni seviyorum, dedi çiçek.”bunu hiç anlayamadın, benim hatam elbette.. Hiç de önemi yok üstelik. Ama sen de en az benim kadar aptallık ettin. Mutlu olmanı dilerim… Şu kavanozu da bırak artık. İstemiyorum onu.”
-Ama ya rüzgâr…
-Nezle falan olduğum yok… Gecenin o serin havası iyi gelir bana. Ben bir çiçeğim.
-Ama ya hayvanlar…
_Madem kelebeklerle tanışmak istiyorum, iki üç tırtıla katlanmam lazım. Böylesi çok daha iyi olacak. Yoksa kim gelir beni görmeye? Sen uzaklarda olacaksın. Koca hayvanlardan korktuğum yok. Benim de kendi pençelerim var.
Ve narin bir hareketle sahip olduğu dört tanecik dikeni gösterdi:
-Oynayıp durma böyle, canımı sıkıyorsun. Gitmeye karar verdin. Çek git öyleyse, dedi.
Çünkü küçük prens’in kendisini ağlarken görmesini istemiyordu. Öylesine gururlu bir çiçekti ki…

BÖLÜM 10
Küçük prens, 325, 326, 327, 328, 329 ve 330 numaralı asteroitlerin bulunduğu bölgedeydi. Yolculuğuna, kendine bir iş bulmak ve kendini yetiştirmek için bu asteroitleri ziyaret ederek başladı.
İlkinde bir kral yaşıyordu. Kral, kırmızı renkte kumaşlar ve kürklere bürünmüş, sade ama görkemli ir tahtın üzerine kurulmuştu.
-Ah! İşte hükmedilecek biri! Diye haykırdı Kral, küçük prens’i görünce.
Küçük prens kendi kendine:
-Daha önce beni hiç görmediği halde nasıl oldu da beni tanıdı! Dedi.
Ama kralların gözünde dünyanın ne kadar yalın bir yer olduğunu bilmiyordu… Onlar için, bütün insanlar hükmedilecek varlıklardır sadece.
-Yaklaş da seni daha iyi görebileyim, dedi, sonunda birinin kralı olmuş olmanın gururunu taşıyan Kral.
Küçük prens oturacak bir yer aradı ama bütün gezegen, kralın o muhteşem kürküyle kaplanmıştı. Bu yüzden ayakta kaldı ve biraz sonra yorulduğu için esneyiverdi.
-Kralın önünde esnemek ahlak yasalarına aykırıdır. Dedi hükümdar. “bunu yapmanı yasaklıyorum.”
Kafası karışan küçük prens, “ama kendime engel olamıyorum” dedi. “çok uzun bir yolculuk yaptım ve hiç uyumadım…”
-Madem öyle, dedi kral. “Sana esnemeyi emrediyorum. Yıllardır esneyen birisini görmemiştim. Esnemek çok ilgimi çekiyor. Haydi! Tekrar esne. Bu bir emirdir.”
-Elimde değil ki… Artık yapamam, dedi kıpkırmızı kesilen küçük prens.
-Hım! Hım! Diye yanıtladı kral. “öyleyse emrediyorum ki… Emrediyorum ki bazen esne, bazen de…
Kral kekeliyor, ne söylediği anlaşılmıyor ve bu yüzden canı sıkılmışa benziyordu.
Çünkü kral, öncelikle otoritesine saygı duyulmasını bekler. İtaatsizliği asla affetmez. Mutlak hâkimiyeti vardır onun. Ama o, iyi kalpli biri olduğundan, akla uygun emirler verirdi.
Şöyle söylerdi hep: “Eğer ben bir generale, bir deniz kuşuna dönüşmesini emredersem ve o da bu emre itaat etmezse, bu onun suçu olmaz. Benim suçum olur.”
-Oturabilir miyim? Diye sordu küçük prens, çekinerek.
-Sana oturmanı emrediyorum, diye yanıtladı, yer açmak için, kürkünün ucunu görkemli bir şekilde çeken kral.
Ama küçük prens’in şaşkınlığı sürüyordu. Gezegen o kadar küçüktü ki; kral neye hükmediyor olabilirdi?
-Efendim, dedi… “sizi sorgulamak değil amacım ama acaba bir soru…”
-Beni sorgulamanı emrediyorum, diye atıldı kral.
-Efendim… Siz neye hükmediyorsunuz?
-Her şeye, diye yanıtladı kral, büyük bir alçakgönüllülükle.
-Her şeye mi?
Kral bir el hareketiyle, kendi gezegenini, diğer gezegenleri ve yıldızları gösterdi.
-Bütün hepsine mi? Diye sordu küçük prens.
-Bütün hepsine, diye yanıtladı kral.
Çünkü onun mutlak hâkimiyeti yalnızca kendi gezegeninde değil, tüm evrende geçerliydi.
-Peki, yıldızlar size itaat ediyorlar mı?
-Elbette, dedi kral.” Anında itaat ediyorlar. Disiplinsizliği asla affetmem.”
Böylesine bir güç, küçük prensin gözlerini kamaştırdı. Böyle bir güç onda olsaydı, aynı gün içinde, yalnız kırk dört kez değil, yetmiş iki, hatta yüz, hatta iki yüz kere izleyebilirdi güneşin batışını; hem de sandalyesini kıpırdatmadan! Terk ettiği küçük gezegeni gözlerinin önüne gelince biraz hüzünlendi ve kraldan bir şey dilemek için yüreklendi:
-Bir günbatımı görmek isterim… Bana bir iyilik yapın… Güneşe batmasını emredin…
-Bir generale, bir çiçekten diğerine bir kelebek gibi uçmasını, ya da bir trajedi yazmasını ya da bir deniz kuşuna dönüşmesini emretseydim ve general bu emrimi yerine getirmeseydi, kim sulu olurdu o mu yoksa ben mi?
-Siz suçlu olurdunuz, dedi küçük prens hiç çekinmeden.
-Kesinlikle. Herkesten yapabileceği kadarını beklemek gerekir, dedi kral. “otorite öncelikle mantık üzerine kuruludur. Eğer halkına, gidip kendilerini denize atmalarını emredersem, bunun sonucu devrim olur. Benim, bana itaat edilmesini beklemeye hakkım var çünkü ben mantıklı emirler veriyorum.”
-Peki ya benim günbatımım? Diye hatırlattı, sorduğu bu soruyu bir daha asla unutmayan küçük prens.
-Günbatımını göreceksin. Gereğini yapacağım. Ama hükmetme bilimimin uygun gördüğü koşullar yerine gelinceye kadar bekleyeceğim.
-Peki, ne zaman olacak bu? Diye sordu küçük prens.
-Hım! Hım! Şeyde olacak.. Şeyde… Bu akşam saat yediyi kırk geçe olacak! Ve bana nasıl itaat edildiğini göreceksin sen de.”
Küçük prens esnedi. Geride bıraktığı günbatımını özlüyordu. Hem daha şimdiden sıkılmaya başlamıştı:
-Burada yapacak hiçbir şeyim yok, dedi krala. “yola devam etmeliyim!”
-Gitme, dedi, sonunda hükmedecek birine sahip olmaktan gurur duyan kral. “gitme, seni bakan yaparım!”
-Ne bakanı?
-Şey… Adalet bakanı!
-Ama yargılayacak hiç kimse yok ki!
-Hiç belli olmaz, dedi kral. “daha krallığımın her yerini gezmedim. Çok yaşlıyım, bir araba için yerim de yok; yürümek yoruyor beni.”
-Oh! Ben çoktan gördüm her yeri, dedi küçük prens, gezegenin öbür ucunu göz ucuyla süzerek. “oralarda da kimse yok…”
-Madem öyle, sen de kendi kendini yargılarsın, diye yanıtladı kral. “hem en zor olan da budur. Kendini yargılamak, başkalarını yargılamaktan çok daha zordur. Kendini doğru bir şekilde yargılamayı başarırsan, gerçek bir bilgesin demektir.”
-Ben, dedi küçük prens “kendimi herhangi bir yerde yargılayabilirim. Bunu yapmak için burada yaşamaya ihtiyacım yok.”
-Hım! Hım! Dedi kral.”gezegenimin bir yerlerinde yaşlı bir fare olduğunu sanıyorum. Her gece onu gözlüyorum. Bu yaşlı fareyi yargılayabilirsin. Zaman zaman ölüm cezası verirsin istersen. Yaşayıp yaşamayacağı artık senin adaletine kalmış. Ama tasarruf etmek için arada bir bağışlamalısın. Elimizde bir tane var yalnızca.”
-Ben, diye yanıtladı küçük prens “ölüm cezası vermekten hiç hoşlanmam ve artık gidiyorum sanırım.”
-Hayır, dedi kral.
Yolculuk için hazırlıklarını tamamlayan küçük prens, yaşlı hükümdarı incitmek de istemiyordu:
-Eğer majesteleri emirlerine harfi harfine uyulmasını bekliyorsa, bana mantıklı bir emir verebilirler. Mesela bana bir dakika içinde buradan ayrılmamı emredebilirler. Durumların bunun için elverişli olduğunu sanıyorum...
Kral hiç cevap vermedi. Küçük prens önce duraksadı, sonra bir solukta yola koyuldu.
-Seni büyükelçim yapıyorum! Diye haykırdı kral..
Pek otoriter bir havası vardı.
Yol boyunca, “şu büyük insanlar da oldukça garipler” diye söylenip durdu kendi kendine küçük prens.

BÖÜLÜM 11
İkinci gezegende kendini beğenmişin biri oturuyordu.
-Ah! Ah! İşte bir hayranım geldi! Diye bağırdı kendini beğenmiş, küçük prens’in geldiğini ta uzaktan fark edince.
Çünkü kendini beğenmişler için diğer insanlar, onun birer hayranıdırlar yalnızca.
-Merhaba, dedi küçük prens, “şapkanız çok ilginç.”
-Selamlamak için, diye yanıtladı kendini beğenmiş. “alkışlandığım zaman selam vermek için. Ama ne yazık ki pek gelip geçen olmuyor buralardan.”
-Öyle mi? Dedi ne olup bittiğini anlamayan küçük prens.
-İki elini birbirine vur, dedi kendini beğenmiş.
Küçük prens iki elini birbirine vurdu. Kendini beğenmiş alçakgönüllü bir tavırla şapkasını çıkararak selam verdi.
-Bu krala yaptığım ziyaretten daha eğlenceli olacak gibi, dedi küçük prens kendi kendine ve yeniden ellerini birbirine vurmaya başladı. Kendini beğenmiş de şapkasını çıkararak küçük prens’i selamlamaya devam etti.
Beş dakika süren bu karşılıklı hareketlerin ardından, küçük prens oyunun tekdüzeliğinden sıkıldı.
-Peki ya şapkayı düşürmek için ne yapmak gerekiyor? Diye sordu.
Ama kendini beğenmiş onu duymadı. Kendini beğenmişler, iltifatlardan başka bir şey duymazlar.
-Bana gerçekten bu kadar hayran mısın? Diye sordu küçük prens’e.
- Hayran olmak ne demek?
-Hayran olmak, benim bu gezegendeki en yakışıklı, en iyi giyimli, en zengin ve en akıllı insan olduğumu kabul etmek demektir.
-Ama gezegende senden başkası yok ki!
-Bana bir iyilik yap. Yine de hayran ol bana!
-Sana hayranım, dedi küçük prens, omuzlarını silkerek, “ama neden bu kadar ilgilendiriyor seni hayran olunmak?” diye sordu.
Ve kaçıp gitti.
“Büyük insanlar düşündüğümden çok daha garipler” dedi kendi kendine yol boyunca.

BÖLÜM 12
Bir sonraki gezegende bir sarhoş oturuyordu. Bu ziyaret oldukça kısa sürdü ama küçük prens’i hüzünlendirmeye yetti.
-Sen ne yapıyorsun burada? Diye sordu küçük prens, bir ürü dolu ve boş şişenin önünde sessizce oturmakta olan sarhoşa.
-İçiyorum, diye yanıtladı sarhoş iç karartıcı bir sesle.
-Neden içiyorsun? Diye sordu küçük prens.
-Unutmak için, diye yanıtladı sarhoş.
-Neyi unutmak için? Diye sordu sarhoşa acımaya başlamış olan küçük prens.
-Utandığımı unutmak için, diye itiraf etti sarhoş kafasını öne eğerek.
-Neden utanıyorsun? Diye üsteledi küçük prens.
İçmekten utanıyorum! Diye bağırdı, kendini sessizliğin içine gömen sarhoş.
Ve şaşkın küçük prens kaçıp gitti.
“büyük insanlar düşündüğümden çok çok daha garipler” diye düşündü yol boyunca.

BÖLÜM 13
Dördüncü gezegen, işadamının gezegeniydi. Bu adam işleriyle o kadar meşguldü ki, küçük prens geldiğinde başını bile kaldırmadı.
-Merhaba, dedi küçük prens. “sigaranız sönmüş.”
-Üç iki daha beş ede. Beş ile yedi on iki. On iki ile üç on beş. Merhaba. On beş ile yedi yirmi iki eder. Yirmi iki ile altı yirmi sekiz. Yeniden yakacak zamanım yok. Yirmi altı ve beş otuz bir. Üff! Hepsi beş yüz milyon altı yüz yirmi iki bin yedi yüz otuz bir ediyor.
-Beş yüz milyon ne ediyor?
-Hım? Sen burada mısın hala? Beş yüz milyon şey bilmem… O kadar işim var ki! Ciddi bir adamım ben, anlamsız sözlerle harcayacak zamanım yok! İki ile beş yedi…
-Beş yüz milyon ne ediyor? Diye tekrarladı sorusunu, hayatında sorup da cevabını alamadığı bir soruyu, bir kerecik bile unutmamış olan küçük prens.
İş adamı kafasını kaldırdı:
-Tam elli dört yıldır bu gezegende oturuyorum ve yalnızca üç kere rahatsız edildim. İlki, yirmi iki yıl önce, nereden geldiğini Tanrı bilir, bir mayıs böceğiydi. Öyle korkunç bir gürültü çıkarıyordu ki, dört kez toplama hatası yaptım. İkincisi, on bir yıl oldu, romatizma ağrıları yüzündendi. Ciddi bir adamım ben. Üçüncüsü de… İşte burada! Ne diyorum, beş yüz bir milyon…
-Milyon tane ne?
İşadamı kurtulma şansının olmadığını anladı:
-Milyon tane gökyüzünde görünen o küçük şeylerden.
-Sineklerden mi?
-Hayır, şu parıldayan küçük şeylerden
-Arılar mı?
-Ama hayır. Tembellerin bakıp bakıp hayallere daldığı şu altın sarısı şeylerden. Ama ciddi biriyim ben! Hayallerle dalmaya harcayacak vaktim yok.
-Ah! Yıldızlardan mı?
-Evet, onlardan işte. Yıldızlardan.
-Peki, beş yüz milyon yıldızla ne yapıyorsun?
-Beş yüz bir milyon altı yüz yirmi iki bin yedi yüz otuz bir tane. Ciddi bir adamım ben, tamı tamına ş yaparım.
-Peki, ne yapıyorsun bu yıldızlarla?
-Ne mi yapıyorum? –Evet.
-Hiç. Onlara sahibim.
-Yıldızlara mı sahipsin?
-Evet.
-Ama ben bir kral görmüştüm ve…
-Krallar sahip olamaz. Onlar “hükmederler”. İkisi ayrı şey.
-Peki, yıldızlara sahip olmak ne işe yarıyor?
-zengin olmama yarıyor.
-Peki, zengin olmak ne işe yarıyor?
-Başka yıldızlar daha satın almama; tabi birileri yeni yıldızlar bulursa.
“bu adam da” dedi kendi kendine küçük prens, “karşılaştığım sarhoş gibi düşünüyor.”
Sorularına devam etti.
-Yıldızlara nasıl sahip olunur?
-Kimin ki onlar? Diye karşılık verdi titiz işadamı.
-Bilmem. Kimsenin.
-Öyleyse hepsi benim çünkü bunu ilk ben düşündüm.
-Hepsi bu mu?
-Elbette. Eğer kimseye ait olmayan bir elmas bulursan, o artık senindir. Kimseye ait olamayan bir ada bulursan, o artık senindir. Kimsenin aklına gelmemiş bir fikri ilk sen düşünürsen ve gidip bunu belgelersen, o artık senindir. Ben de yıldızlara sahibim çünkü daha önce hiç kimse onlara sahip olmayı aklından geçirmemiş.
-Bu doğru, dedi küçük prens. “peki, ne yapıyorsun onlara?”
-Onları yönetiyorum. Onları sayıyorum ve yeniden sayıyorum, dedi işadamı. “zor bir iş. Ama ben ciddi bir adamım!”
Küçük prens cevaplardan tatmin olmamıştı daha.
-Benim eğer bir atkım olsaydı, onu boynuma dolayıp istediğim her yere yanımda götürebilirdim. Eğer bir çiçeğe sahip olsaydım, onu koparıp, yanımda taşıyabilirdim. Ama sen yıldızları yanında taşıyamazsın ki!
-Taşıyamam ama onları bankaya yatırabilirim.
-Bu da ne demek?
-Bir kâğıda sahip olduğum yıldızların sayısını yazarım. Sonra da bu kâğıdı bir çekmeceye koyup, kilitlerim.
-Hepsi bu mu?
-Hepsi bu!
“eğlenceli” diye düşündü küçük prens. “yeterince şiirsel. Ama çok ciddi bir iş değil gibi.”
Küçük prens’in ciddi şeylerle ilgili düşünceleri ile büyük insanların düşünceleri birbirinden çok farklıydı.”
-Ben, dedi yeniden “her gün suladığım bir çiçeğe sahibim. Her hafta kurumlarını temizlediğim üç yanardağa sahibim. Üç tane çünkü sönmüş olan yanardağımı da temizliyorum. Ne olur ne olmaz. Onlara sahip olmam, hem yanardağlarımın, hem yanardağlarımın, hem de çiçeğimin işine yarıyor. Ama sen yıldızların hiçbir işine yaramıyorsun…”
İşadamı ağzını açtı ama söyleyecek bir şey bulamadı ve küçük prens çekip gitti.
“büyük insanlar ne kadar olağanüstüler” diye söyleyip durdu kendi kendine yol boyunca.

BÖLÜM 14
Beşinci gezegen çok ilginç bir yerdi. Gördükleri arasında en küçük gezegen buydu. Üzerinde yalnızca bir sokak lambası ve sokak lambasını yakan adam için yer vardı. Küçük prens evrenin bir köşesindeki, üzerinde ne ev ne de insan bulunan bu gezegende, bir sokak lambasının ve sokak lambacısının ne işe yarayabileceğini anlamıyordu. Şöyle söylüyordu kendi kendine:
“bu adam da saçma bir işle uğraşıyor. Ama en azından yaptığı iş, kralın, kendini beğenmişin, işadamının ve sarhoşun yaptığından daha anlamlı. Sokak lambasını yaktığında, sanki bir yıldız daha doğuyor, ya da bir çiçek. Lambayı söndürdüğünde, yıldız ya da çiçek uykuya dalıyor. Çok güzel bir uğraş. Güzel olduğuna göre gerçekten faydalı da.”
Gezegene ayak basar basmaz, saygıyla selamladı sokak lambacısını.
-İyi günler. Neden hemen söndürdün lambayı?
-Talimat böyle, diye yanıtladı sokak lambacısı. “iyi günler.”
-Talimat da nedir?
-Lambayı söndürmek. İyi akşamlar.
Ve yeniden yaktı lambayı.
-Ama şimdi neden yaktın lambayı?
-Talimat böyle, diye yanıtladı sokak lambacısı.
-Anlıyorum, dedi küçük prens.
-Anlayacak bir şey yok, dedi sokak lambacısı. “talimat, talimattır. İyi günler.” Ve yeniden söndürdü lambayı
Sonra kırmızı kareli bir mendille alnını kuruladı.
-Korkunç bir işim var. Bir zamanlar anlamlıydı. Sabahları söndürüyor, akşamları yakıyordum lambamı. Günün geri kalanında dinleniyor, gecenin geri kalanında uyuyordum…
-Peki, o zamandan bu yana talimat mı değişti?
-Talimat değişmedi, dedi sokak lambacısı. “asıl acı olan da bu ya! Gezegen, yıldan yıla daha hızlı dönmeye başladı ama talimat değişmedi!
-Yani? Dedi küçük prens.
-Yani şimdi bir kere dönüşünü tam bir dakikada tamamlıyor, dinlenecek bir saniyem bile yok. Dakikada bir söndürüp yakıyorum lambamı!
-Bu çok garip! Demek burada günler bir dakika sürüyor!
-Garip olan yalnızca bu değil, dedi sokak lambacısı. “seninle konuşmaya başladığımızdan beri bir ay geçti bile.”
-Bir ay mı?
-Evet. Otuz dakika. Otuz gün. İyi akşamlar.
Ve yeniden yaktı lambasını.
Küçük prens onu izledi. Talimatlarına böylesine sadık kalan bu sokak lambacısını çok sevmişti. Sandalyesini oradan oraya çekerek, günbatımlarını izlediği günlerini hatırladı. Arkadaşına yardım etmek istedi:
-Biliyor musun? Aslında istediğin zaman dinlenebilmeni sağlayacak bir yol biliyorum…
-Nasıl isterim… Dedi sokak lambacısı. “çünkü aynı anda hem işine sadık hem de tembel olabilir insan.”
Küçük prens devam etti sözlerine:
-Gezegenin o kadar küçük ki, üç adımda bütün çevresini dolaşabilirsin. Sürekli güneşi görmek için ağır ağır yürümen yeterli. Dinlenmek istediğin zaman ağır ağır yürürsün… Ve gün senin istediğin kadar sürmüş olur.
-Peki, bir şey değişmiş olmaz, dedi sokak lambacısı. “benim hayatta tek sevdiğim şey, uyumaktır .”
-Şanssızmışsın öyleyse, dedi küçük prens.
-Şanssızmışım, dedi sokak lambacısı. “iyi günler.”
Ve lambasını söndürdü.
Küçük prens, yolculuğunu sürdürmeye devam etti ve “bütün diğer insanlar, kral, kendini beğenmiş, sarhoş ya da işadamı, görseller, bu sokak lambacısıyla alay ederler” diye düşündü. Alay ederler, çünkü bir tek o, kendisi için değil de, başka bir şey için çalışıyor.
İçini çekerek şöyle dedi:
-Bir tek onunla dost olabilirdim. Ama gezegeni gerçekten çok küçük. İkinci bir kişi için yer yok ki…
Küçük prens’in kendine itiraf etmekten kaçındığı bir şey vardı: bu gezegenden ayrıldığına üzülüyordu çünkü burada, yirmi dört saat içinde, tam bin dört yüz kırk kere günbatımını izleyebilirdi!

BÖLÜM 15
Altıncı gezegen, bir öncekinden tam on kat daha büyüktü. Kocaman kitaplar yazan yaşlı bir Beyefendi yaşıyordu burada.
-Şuna da bakın! İşte bir kâşif! Diye haykırdı küçük prens’i görünce.
Küçük prens masanın üzerine oturdu ve biraz soluklandı. Şimdiden o kadar çok yol yapmıştı ki!
-Nereden geliyorsun sen? Diye sordu yaşlı Beyefendi.
-Bu kocaman kitap da neyin nesi? Dedi küçük prens. “ ne yapıyorsunuz siz burada?”
-Ben bir coğrafyacıyım, dedi yaşlı Beyefendi.
-Bir coğrafyacı da nedir?
-Coğrafyacı, denizlerin, nehirlerin, şehirlerin, dağların ve çöllerin nerede bulunduklarını bilen bir bilgindir.
-Bu çok ilginç, dedi küçük prens. “işte sonunda gerçek bir meslek!” ve etrafına, coğrafyacının gezegeninde şöyle bir göz attı. Böylesine görkemli bir gezegen daha önce hiç görmemişti.
-Gezegenin çok güzel. Okyanuslarda var mı?
-Bunu bilemem, dedi coğrafyacı.
-Ya! ( küçük prens hayal kırıklığına uğramıştı) peki ya dağlar?
-Bunu da bilmem, dedi coğrafyacı.
-Peki ya şehirler, nehirler ve çöller?
-Bunları da bilemem, dedi coğrafyacı.
-Ama siz coğrafyacısınız!
-Kesinlikle, dedi coğrafyacı. “ama bir kâşif değilim. Hiç kâşifim de yok. Şehirleri nehirleri, dağları, denizleri ve okyanusları arayıp bulacak olan coğrafyacılar değildir.
Bir coğrafyacı, öyle gezip tozmayacak kadar önemli bir insandır. Masanın başından kalkmaz. Ama kâşifleri kabul eder. Onlara sorular sorar, gezip gördüğü yerlerin notlarını tutar. Ve kâşiflerden birinin anlattıkları ona ilginç gelirse, coğrafyacı, onun ahlaklı biri olup olmadığını anlamaya çalışır.”
-Neden peki?
-Çünkü kâşifin biri çıkıp da yalan söylerse, coğrafya kitaplarının felaket yanlışlara sebep olur. Bir de içiyorsa daha da beter.
-Peki, o neden? Dedi küçük prens.
-Çünkü sarhoşlar çift görürler. Ve coğrafyacı, gerçekte bir tane dağ olmasına rağmen, iki tane dağ çizer.
Birini tanıyorum; galiba çok kötü bir kâşif olurdu, dedi küçük prens.
-Mümkündür. Eğer coğrafyacı, kâşifin dürüstlüğünden emin olursa, keşfin ne olduğu araştırılır.
-Gidip görürler mü?
-Hayır. Çok zor bir iş olurdu o. Ama kâşiften büyük taşlar getirmesi istenir.
Coğrafyacı birden heyecanlanır:
“Ama sen uzaklardan geliyorsun! Sen bir kâşifsin! Gezegenini çizmemi sağlayabilirsin!”
Ve coğrafyacı kalemini hazırlayıp, defterini açtı. Öncelikle kâşifin anlattıkları kurşun kalemle yazılırdı. Mürekkeple yazmak için, kâşifin bu anlattıklarını kanıtlaması beklenirdi.
-Evet? Diye sorguya başladı coğrafyacı
-Oh! Benim gezegenimde, dedi küçük prens “pek ilginç bir şey yoktur, o kadar küçüktür ki. Üç tane yanardağım var. İkisi halen yanıyor, bir tanesi sönmüş. Ama ne olur ne olmaz.”
-Ne olur ne olmaz, dedi coğrafyacı.
-Bir de çiçeğim var.
-Çiçeklerle ilgilenmiyoruz, dedi coğrafyacı.
-O da nedenmiş! Bu hiç hoş değil!
-Çünkü gelip geçicidir çiçekler.
-Gelip geçici de ne demek?
-Coğrafya itapları, dedi coğrafyacı, “kitapların en değerlileridir. Değerlerini asla kaybetmezler. Bir dağın yer değiştirdiğine çok az rastlanır. Bir okyanusun sularının bittiği hiç görülmemiştir.
Biz yalnızca sonu gelmeyecek şeyleri kâğıda dökeriz.”
-Ama yanardağlar yeniden püskürmeye başlayabilirler, diye araya girdi küçük prens. “ gelip geçici ne demek?”
-Yanardağların sönüp sönmemesi bizim için fark etmez, bütün yanardağlar birdir bizim için. Bizim için önemli olan dağlardır. Onlar hiç değişmez.
-Peki, ama gelip geçici ne demek? Diye tekrarladı sorusunu, sorduğu bir soruyu asla bir daha unutmayan küçük prens.
-İleride bir gün yok olabilir. Demektir.
-Benim çiçeğim günün birinde yok olabilir mi?
-Elbette.
“Çiçeğim gelip geçici” dedi kendi kendine küçük prens, “ kendini bütün dünyaya karşı korumak için yalnızca dört tanecik dikeni var! Ve ben onu yapayalnız bıraktım!”
İlk kez pişmanlık duydu. Ama cesaretlendi ve:
-Nereye gidip görmemi tavsiye edersiniz? Diye sordu.
-Dünya gezegenini, diye yanıtladı coğrafyacı. “oldukça ünlü bir yerdir…”
Ve küçük prens, aklında çiçeği, çekip gitti.

BÖLÜM 16
Böylece ziyaret ettiği yedinci gezegen Dünya oldu.
Dünya öyle diğer gezegenlere benzemez! Orada yüz on kral ( elbette siyahî kralları da unutmamak gerekir), yedi bin coğrafyacı, dokuz yüz bin işadamı, yedi buçuk milyon sarhoş, üç yüz on bir milyon kendini beğenmiş yani aşağı yukarı iki milyar insan yaşar.
Size Dünya’nın boyutları hakkında bir fikir vermek için şunu söyleyebilirim; elektriğin keşfinden önce, altı kıtanın tümünü aydınlatmak için dört yüz altı iki bin beş yüz on bir kişilik gerçek sokak lambacısı ordusu çalışıyordu.
Uzaktan bakıldığında, göze de çok güzel gelirdi bu görüntü. Bu ordunun hareketleri, sanki bir bale gösterisindeymiş gibi ayarlanmıştı. İlk önce Yeni Zellanda ve Avustralya’ daki sokak lambacıları çıkıyordu sahneye. Bunlar, lambalarını yaktıktan sonra uyumaya gidiyorlardı. Onların ardından sıra, Çin ve Sibiryalı sokak lambacılarınındı. Onlar da görevlerini yerine getirip, sahneden çekildiklerinde, Rusya ve Hindistanlı sokak lambacıları geliyorlardı. Onların ardından da Afrika ve Avrupalı Sokak lambacıları. Sonra kuzey Amerikalı, sonra da Güney Amerikalı sokak lambacıları. Ve hiçbir zaman sıralarını şaşırmıyorlardı. Harika bir gösteriydi bu.
Yalnızca Kuzey Kutbu Sokak lambacısı ile meslektaşı, Güney Kutbu sokak lambacısının hayatları tembellikle geçiyordu. Çünkü onlar senede yalnızca iki kere çalışıyorlardı.

BÖLÜM 17
İnsan iğneli sözler söylemeye kalkışınca, biraz da yalan söylemek zorunda kalıyor. Size sokak lambacılarından bahsederken, pek dürüst davranmadım. Tanımayanlar için, gezegenimiz hakkında yanlış düşüncelere kapılabilecekleri şeyler söyledim. İnsanlar, gezegenin çok ufak bir kısmını kaplarlar. İki milyar dünya vatandaşı, mitinglerde olduğu gibi, ayağa kalkıp, şöyle birazcık sıkışsa, yirmi mil genişliğinde ve yirmi mil uzunluğunda bir alana pek rahatça sığabilirler. Dolayısıyla bütün insanları, Pasifik’teki ufak bir adaya sığdırmamız mümkündür.
Elbette, bundan büyük insanlara söz ederseniz, size asla inanmazlar. Çok daha fazla kapladıklarını sanırlar. En az baobaplar kadar önemli olduklarını zannederler. Siz de o zaman hesap yapmalarını önerirsiniz. Onlar sayılara bayılırlar; bu hoşlarına gidecektir. Ama zamanınızı bununla harcamayın. Hiçbir işe yaramaz. Bana güvenebilirsiniz.
Küçük prens, Dünya’ya ilk ayak bastığında kimseleri göremedi ve buna çok şaşırdı. Tam yanlış gezegene geldiğini düşünüp endişeye kapılacakken, kumun üstünde, ay renginde bir halka kımıldanıverdi.
-İyi geceler, deyiverdi, küçük prens.
-İyi geceler, dedi yılan.
-Hangi gezegendeyim acaba ben? Diye sordu küçük prens.
-Dünya’dasın, Afrika’da, diye yanıtladı yılan.
-Ah!... Dünya’da hiç kimse yok mu öyleyse?
-Burası bir çöl. Çölde hiç kimse olmaz. Dünya çok büyüktür, dedi yılan.
Küçük prens bir taşın üzerine oturdu ve kafasını gökyüzüne doğru kaldırdı:
-Kendi kendime hep şunu sorarım, dedi küçük prens “acaba bütün bu yıldızlar, herkes bir gün kendi yıldızına kolayca geri dönebilsin diye mi parıldayıp duruyorlar? Bak benim gezegenime. Tam üstümüzde duruyor… Ama aslında ne kadar da uzak!”
-Güzelmiş, dedi yılan. “ne yapmaya geldin sen buraya?”
-Bir çiçekle aramızda bazı sorunlar oldu, dedi küçük prens.
-Ya! Dedi yılan.
Ve sustular.
-Nerede bu insanlar? Diye sordu sonunda küçük prens. “bu çölde yalnız başınayız…”
-İnsanlar arasında da yalnız başınayızdır, dedi yılan.
Küçük prens uzun süre yılana baktı:
-Garip bir hayvansın, dedi sonunda, “bir parmak kadar incesin…”
-Ama bir kralın parmağından bile daha güçlüyümdür, dedi yılan.
Küçük prens gülümsedi:
O kadar da güçlü olamazsın… Ayaların bile yok… gezemezsin bile sen..
-Seni bir geminin götürebileceğinden daha uzaklara götürebilirim, dedi yılan
Altın bir bilezik gibi, küçük prens’in ayak bileğine dolandı:
Dokunduğum her insanı, çıktığı toprağa geri gönderirim ben, dedi. “Ama sen tertemizsin ve bir yıldızdan geliyorsun…”
Küçük prens cevap vermedi.
-Bu taştan Dünya’da böylesine zayıf olmana çok acıdım. Eğer bir gün kendi gezegenini çok özlersen sana yardım edebilirim. Seni…
-Tamam! Bunu anladım, dedi küçük prens “ama neden sürekli bilmece gibi konuşup duruyorsun?”
-Ben bütün bilmeceleri çözerim, dedi yılan
Ve sustular.

BÖLÜM 18
Küçük prens çölü geçti ve karşısına yalnızca tek bir çiçek çıktı. Üç yapraklı bir çiçek, öylesine bir çiçek…
-Merhaba, dedi küçük prens
-Merhaba, dedi çiçek.
-İnsanlar nerede? Diye sordu kibarca küçük prens.
Çiçek günün birinde, bir kervanın geçip gittiğini görmüştü.
-İnsanlar mı? Sanırım onlardan altı, bilemedin yedi tane var. Yıllar önce görmüştüm onları. Ama şimdi nerede olduklarını kimse bilmiyor. Rüzgâr oradan oraya sürükler onları. Kökleri yok onların sorunları da bu.
-Elveda, dedi küçük prens
-Elveda, dedi çiçek.

BÖLÜM 19
Küçük prens yüksek bir dağın tepesine tırmandı. Bugüne kadar yalnızca, dizine kadar gelen üç yanardağı görmüştü. Sönmüş yanardağı da tabure olarak kullanırdı. “ Bunun gibi yüksek bir dağın tepesinden” dedi kendi kendine “bir bakışta bütün gezegeni ve bütün insanları görebilirim.” Ama ucu sivri kayalardan başka bir şey göremedi.
-Merhaba, diye bağırdı öylesine.
-Merhaba.. merhaba.. Merhaba, diye yanıt verdi yankı.
-Siz kimsiniz? Dedi küçük prens.
-Siz kimsiniz… siz kimsiniz.. Siz kimsiniz… Diye yanıt verdi yankı.
-Arkadaşım olun benim, çok yalnızım, dedi.
-Çok yalnızım… Çok yalnızım… Çok yalnızım… Diye cevap verdi yankı.
“ ne kadar da garip bir gezegen!” diye düşündü o zaman. “her tarafı kupkuru, sipsivri, üstelik de acımasız.
Ve insanların hayal güçleri bile yok. Onlara ne söylersen, onu tekrar ediyor… Gezegenimde bir çiçeğim vardı; ilk o konuşurdu hep…”

BÖLÜM 20
Kumların, kayaların, karların arasında uzun zaman yürüdükten sonra, sonunda bir yol keşfetti küçük prens. Ve yolların hepsi de daima insanlara çıkar.
-Merhaba, dedi.
Güllerle dolu bir bahçedeydi.
-Merhaba, dedi güller.
Küçük prens onlara baktı. Hepside kendi çiçeğine benziyorlardı.
-Siz de kimsiniz? Diye sordu şaşırmış bir halde.
Bizler gülleriz, dedi güller.
-Ya! Dedi küçük prens…
Ve kendini çok mutsuz hissetti. Çiçeği ona, evrende kendisi gibi başka bir çiçek daha olmadığını söylemişti. Ama işte burada, hepsi de onun aynısı, beş bin çiçek vardı! “burayı görse” dedi kendi kendine, “çok üzülürdü… Bütün gücüyle öksürür, alay etmesinler diye ölü taklidi bile yapardı. Ve bende onunla ilgileniyormuş gibi yapmak zorunda kalırım, yoksa beni küçük duruma düşürmek için, gerçekten öldürürdü kendini…”
Sonra da şöyle dedi, kendi kendine: “bir eşi daha olmayan bir çiçeğe sahip olduğum için kendimi zengin sanıyordum, oysa yalnızca sıradan bir çiçeğe sahipmişim. Sıradan bir çiçek ve yüksekliği dizlerine ancak ulaşan biri çoktan sönmüş üç yanardağa sahip olmak beni hiç de iyi bir prens yapmaz…” sonra kendini otların üzerine bırakıp, ağlamaya başladı.

BÖLÜM 21
İşte o anda tilki göründü.
-Merhaba, dedi tilki.
-Merhaba, dedi kibarca küçük prens, arkasını döndü ama kimseyi göremedi.
-Buradayım, dedi ses, elma ağacının altından.
-Sen de kimsin? Dedi küçük prens. “çok şirinsin…”
-Ben bir tilkiyim, dedi tilki.
-Gel beraber oynayalım, dedi tilki. “Ben evcilleştirilmedim.”
-Ya! Özür dilerim, dedi küçük prens.
Biraz düşündükten sonra, ekledi:
-Evcilleşmek ne demek?
-Buralardan değilsin, dedi tilki, “ne arıyorsun?”
-İnsanları arıyorum, dedi küçük prens. “Peki ama evcilleşmek ne demek?”
-İnsanların, dedi tilki, tüfekleri vardır ve avlanırlar. Bu da çok rahatsız edicidir! Tavuk da yetiştirirler. İlgilendikleri tek şey budur. Sen tavuk mu arıyorsun?”
-Hayır, dedi küçük prens. “Ben arkadaş arıyorum. Evcilleşmek ne demek?”
-Çoktan unutulmuş bir şeydir bu, dedi tilki. “’ Bağlar kurmak’ anlamına gelir.”
-Bağlar kurmak mı?
-Elbette, dedi tilki. “Sen benim için hala diğer yüz bin çocuktan birisin yalnızca. Ve benim sana ihtiyacım yok. Senin de bana ihtiyacın yok. Ben senin için diğer yüz bin tilkiden biriyim. Ama eğer beni evcilleştirirsen, birbirimize ihtiyacımız olur. Benim için dünyada eşsiz olursun. Ben de senin için dünyada eşsiz olurum…”
-Anlamaya başlıyorum, dedi küçük prens. “Bir çiçek tanıyorum.. sanırım o beni evcilleştirdi…”
-Olabilir, dedi tilki. “Her şey olabilir şu dünyada…”
-Oh! Dünya’da değil, dedi küçük prens. Tilki meraklanmış gibiydi:
-Başka bir gezegen de mi?
-Evet.
-Peki o gezegende de avcılar var mı?
-Hayır.
-Bak bu çok ilginç! Peki ya tavuk?
-Hayır. Hiçbir şey mükemmel değildir zaten, diye içini çekti tilki.
Anlattıklarına geri döndü tilki:
-Tekdüzedir benim hayatım. Ben tavukları avlarım, insanlar da beni avlar. Bütün tavuklar birbirine, bütün insanlar da birbirine benzerler. O yüzden sıkılıyorum biraz. Ama eğer sen beni evcilleştirirsen, hayatım aydınlanır. Bütün ayak seslerinden farklı bir ayak sesi tanımış olurum. Diğer ayak sesleri beni toprağın altına kaçırır. Ama senin ayak sesin, beni toprağın altından çıkartır, tıpkı müzik gibi. bir de şunu bak! Oradaki buğday tarlasını görüyor musun? Ben ekmek yemem. O yüzden buğday benim işime yaramaz. Buğday tarlaları bana hiçbir şey hatırlatmaz. Ve bu çok üzücüdür! Ama senin buğday sarısı saçların var. O yüzden beni evcilleştirirsen her şey harika olur! Saçlarınla aynı renk buğdayı görünce seni hatırlarım. Ve buğday tarlalarından esen rüzgarı sevebilirim…
Tilki sustu ve uzun uzun küçük prens’e baktı:
-Lütfen… evcilleştir beni! Dedi.
Bunu çok isterim, dedi küçük prens “ama fazla zamanım yok. Daha tanışacak arkadaşlarım ve öğrenecek bir sürü şeyim var.”
-İnsan yalnızca evcilleştirdiği şeyleri tanıyabilir, dedi tilki. “ Onların yeni şeyleri tanımaya vakitleri yok artık. Her şeyi, hazır yapılmış şekilde, satıcılardan satın alıyorlar. Ama satıcılar arkadaş satmadıklarından, hiç arkadaşları yok insanların. Eğer bir arkadaş istiyorsan, evcilleştir beni!”
-Ne yapmak gerekiyor bunun için? Dedi küçük prens.
-Çok sabırlı olmak gerekir, dedi tilki. “Önce benim biraz uzağıma bir yere, mesela şu çalıların oraya oturacaksın. Ben sana şöyle gözümün ucuyla bakacağım ama sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Yanlış anlaşılmanın tek sebebi sözcüklerdir. Ama, her geçen gün, biraz daha yakınıma oturabilirsin…”
Ertesi gün geri geldi küçük prens.
-Her gün aynı saatte gelsen daha iyi olur, dedi tilki. “Mesela öğleden sonra saat dörtte geliyorsan, ben saat üçten itibaren mutlu olmaya başlarım. Zaman geçtikçe daha çok mutlu hissederim kendimi ve saat tam dörtte iyice heyecanlanır hatta endişelenirim.
Ama sonunda ödülüm mutluluk olur! Fakat sen her gün farklı bir saatte gelirsen, kalbimi ne zaman hazırlamaya başlayacağımı bilemem… bunu bir gelenek haline getirmek gerek.”
-Gelenek de nedir? Dedi küçük prens.
-Bu da çoktan unutulmuş bir şeydir, dedi tilki. “Gelenek, bir günü diğer günlerden; bir saati, diğer saatlerden farklı kılan şeydir. Mesela şu benim avcıların da bir geleneği var. Her Perşembe kasabanın kızlarıyla dansa giderler. O yüzden harika bir gündür Perşembe! Üzüm bağlarının oraya kadar dilediğim gibi gezinirim. Eğer avcılar herhangi bir gün dans etselerdi, bütün günler birbirine benzerdi ve ben de hiç rahat yüzü görmezdim.”
Ve böylece tilkiyi evcilleştirdi küçük prens. Ayrılık vakti geldiğinde:
-Ah! Dedi tilki… “ağlayacağım.”
-Ama bu senin hatan, dedi küçük prens “sana kötülük yapmak istememiştim ama seni evcilleştirmemi sen istedin…”
-Elbette, dedi tilki.
-Ama ağlayacaksın! Dedi küçük prens.
-Elbette, dedi tilki.
-Ama o zaman hiçbir şey kazanmamış olursun!
-Kazanırım, dedi tilki “buğdayların rengi sayesinde.”
Ve ekledi:
-Git güllere yeniden bak. Senin gülünün dünyada bir eşinin daha olmadığını anlayacaksın. Bana elveda demek için geri gelirsin; o zaman ben de sana hediye olarak bir sır veririm.
Küçük prens güllere yeniden bakmak için koşup gitti.
-Hiçbiriniz benim gülüme benzemiyorsunuz, hatta hiçbir şeye benzemiyorsunuz, dedi güllere. “Siz hiç kimseyi evcilleştirmediniz ve hiç kimse de sizi evcilleştirmedi. Bir zamanlar tilkim neyse, tıpkı onun gibisiniz. Diğer yüz bin tilkiden biriydi yalnızca. Ama onu arkadaşım yaptım ve şimdi onun dünyada bir eşi daha yok.”
Güller üzülmüşlerdi.
-Güzelsiniz belki ama boşsunuz hepiniz, dedi. “Sizin uğrunuza hiç kimse canını vermez. Elbette, benim çiçeğimi gören birisi onu sizlere benzetebilir. Ama o, tek başına bütün hepinizden daha değerlidir; çünkü ben onu suladım. Çünkü onun için bütün tırtılları öldürdüm ( kelebek olsunlar diye bir ikisi dışında). Çünkü ben onu şikayet edip durmasını, kendini beğenmesini dinledim; hatta kimi zaman susup kalmasını. Çünkü o benim gülüm.”
Ve sonra tilkinin yanına döndü:
-Elveda, dedi tilkiye…
-Elveda, dedi tilki. “İşte sana vereceğim sırrım. Çok basit üstelik: İnsan yalnızca kalbiyle doğru görür her şeyi. Her şeyin özü gözle görülemez.”
-Her şeyin özü göle görülmez, diye tekrarladı küçük prens, unutmamak için.
-Gülünü senin için bu kadar değerli kılan, onun için kaybettiğin zamandır.
-Gülüm için kaybettiğim zaman… dedi küçük prens, unutmamak için.
-İnsanlar işte gerçeği unuttular, dedi tilki. “Ama sen asla unutmamalısın. İnsan, evcilleştirdiği şeyden daima sorumludur. Sen de gülünden sorumlusun…”
-Gülümden sorumluyum… diye tekrarladı küçük prens, hiç aklından çıkmasın diye.

BÖLÜM 22
-Merhaba, dedi küçük prens.
-Merhaba, dedi demiryolu makasçısı.
-Ne yapıyorsun burada? Diye sordu küçük prens.
-Yolcuları biner kişilik gruplara ayırıyorum, dedi makasçı. “Onları taşıyan trenleri yönlendiriyorum; bazen sağa bazen sola.”
O sırada ışıklar saçan bir tren, gök gürültüsüne benzeyen bir sesle homurdanarak, geçip gitti; makasçının kulübesi bu görüntüden titreyiverdi.
-Aceleleri olmalı, dedi küçük prens. “Neyin peşindeler?”
-Makinist bile bilmez neyin peşinde olduklarını, dedi makasçı.
Ve bir başka tren, yine ışıklar saçarak, bu defa ters yöne doğru, gök gürültüsünü andıran bir sesle homurdanarak geçip gitti.
-Geri mi döndüler hemen? Diye sordu küçük prens…
Bunlar biraz önce gidenler değil, dedi makasçı. “Biri gider, diğeri gelir.”
-Bulundukları yerden memnun değiller miydi?
-İnsanlar bulunduklar yerden asla memnun değillerdir, dedi makasçı.
Ve üçüncü bir tren geçip gitti, ışıklar saçıp, homurdanarak.
-İlk giden yolcular mı takip ediyorlar? Diye sordu küçük prens.
-Hiçbir şeyi takip ettikleri falan yok, dedi makasçı. “Trenin içinde uyurlar ya da esneyip dururlar. Yalnızca çocuklar burunlarını cama dayayıp etrafı gözlerler.”
-Demek yalnızca çocuklar ne aradıklarını biliyorlar, dedi küçük prens. “Oyuncak bir bebek isteyip dururlar,, sonra çok değerli olurlar bu bebek onlar için ve ellerinden aldığın anda, ağlamaya başlarlar…”
-Ne kadar da şanslılar, dedi makasçı.

BÖLÜM 23
-Merhaba, dedi küçük prens.
-Merhaba, dedi susuzluk gideren hapları satan adam. “Bu haplardan haftada bir tane alıyorsunuz ve bir daha hiç susamıyorsunuz.”
-Neden satıyorsun bunları? Diye sordu küçük prens.
-Bunlar sayesinde zamandan tasarruf ediyor insanlar, dedi satıcı. “Uzmanlar bunun üzerine bir sürü hesap yaptı. Haftada tam elli üç dakika kazandırıyor.”
-Peki ne yapıyorlar bu elli üç dakikada?
-Ne isterlerse onu…
-Benim, dedi küçük prens kendi kendine “harcayacak elli üç dakikam olsaydı, ağır ağır bir çeşmeye doğru yürürdüm…”

BÖLÜM 24
Uçağım bozulduğundan beri çölde geçirdiğimiz sekizinci geceydi ve elimde kalan son su damlasını içerken de, satıcının hikayesini dinlemiştim.
-Ah! Dedim küçük prens’e, “hepsi çok tatlı anılarının ama uçağımı hala tamir edemedim, içecek damla suyum yok, ve ben de keşke, ağır ağır yürüyerek bir çeşmeye gidebilseydim!”
-Arkadaşım tilki… dedi
-Sevgili küçüğüm, tilki bir işimize yaramaz artık!
-Neden?
-Çünkü susuzluktan öleceğiz…
Neden böyle düşündüğümü anlayamadı; şöyle yanıt verdi:
-Ölecek olsak da, bir arkadaşa sahip olmak çok güzel. Ben, bir tilki arkadaşım olduğu için çok mutluyum…
“Tehlikenin ne kadar büyük olduğunun farkında değil” diyordum kendi kendime.”O ne acıkıyor, ne de susuyor. Azıcık güneş ışığı yetiyor da atıyor ona…”
Ama yüzüme baktı ve ne düşündüğü anlamış gibi:
-Ben de susadım… gidip bir kuyu arayalım… dedi.
Usanmıştım artık:uçsuz bucaksız çölün ortasında rastgele bir kuyu aramak saçmalıktı. Yine de yola koyulduk.
Yürüdüğüm saatler boyunca gece oldu ve yıldızlar parıldamaya başladı. Susuzluk yüzünden ateşim çıkmıştı. Bir hayal gibi görüyordum yıldızları. Küçük prens’in söylediği sözler kafamın içinde bir o yana bir bu yana dans ediyorlardı:
-Sen de mi susadın? Diye sordum.
Ama soruma yanıt vermedi. Yalnızca:
-Su kalbe de iyi gelebilir… dedi.
Cevabına bir alam veremedim ama sustum… üzerine gitmemem gerektiğini iyi biliyordum.
Yorulmuştu, oturdu. Ben ce yanına oturdum. Uzun bir sessizliğin ardından:
-Yıldızlar, göremediğimi bir çiçeğin sayesinde bu kadar güzeldiler… dedi
-Elbette, diye yanıtladım ve ay ışığının altındaki kum tepeciklerine baktım.
-Çöl de güzel, diye ekledi.
Bu da doğruydu. Çölü her zaman sevdim. Ufak bir kum tepeciğinin üstüne oturursunuz. Hiçbir şey görülmez. Hiçbir şey duyulmaz. Yine de bir şey dalga dalga gelir üzerinize sessizliğin içinden…
-Çölü güzel kılan, dedi küçük prens “bir yerlerinde bir kuyu gizlemesidir…”
Aniden o garip kum dalgalarının ne anlama geldiğini anlamaya başladım. Küçük bir çocukken, çok eski bir evde oturuyorduk ve bir efsaneye göre bu evin altında bir hazine gizliydi. Elbette kimse bulamadı bu hazineyi, hatta kimse aramadı bile. Ama bu giz bütün evi büyülüyordu. Evim, kalbimin derinliklerinde bir sır saklıyordu…
-Evet, dedim küçük prens’e, “eve de, yıldızlara de, çöle de güzelliğini veren görünmez bir şeydir!”
-Tilkimle aynı fikirde olmama sevindim, dedi.
Küçük prens uykuya daldığında, onu kollarıma aldım ve yola devam ettim. Heyecanlıydım. Sanki her an kırılabilecek bir hazine taşıyordum. Hatta Dünya’da onun kadar narin başka bir şey yok gibi geliyordu. Ay ışığının altında, o beyaz alnı, o kapalı gözleri, rüzgarda sallanan saçları izliyordum ve şöyle söylüyordum kendi kendime:
“Bu gördüklerim yalnızca bir kabuk. Asıl önemli olan gözün görmediğidir…”
Aralanan dudaklarında görülen o belli belirsiz gülümsemeyi izlerken: “Bu küçük prens’te beni böylesine etkileyen nedir; onun bir çiçeğe olan sadakati, uyurken bile, bir lambanın alevi gibi bedeninde parıldayan o çiçeğin görüntüsü elbette..” diyordum kendi kendime. Ve gözüme daha da narin gözüküyordu. Lambaları iyi korumak gerekir: ufak bir esinti bile söndürebilir onları…
Ve böylece yürürken, günün ilk ışıklarında, kuyuya vardım.

BÖLÜM 25
İnsanlar, dedi küçük prens, “trenlerin içinde gidip geliyorlar ama ne aradıklarının farkında bile değiller. Bu yüzden de koşuşturup duruyorlar, sürekli başladıkları yere geri dönüyorlar…”
Ve ekledi:
-Boşu boşuna…
Vardığımız kuyu, çöldeki diğer kuyular, kumun dibine doğru kazılmış basit deliklerdir. Bu daha çok bir köy kuyusunu andırıyordu. Ama etrafta hiç köy yoktu ve ben de hayal gördüğümü sandım.
-Bu çok garip, dedim küçük prens’e “her şeyi hazır, makarası, kovası, ipi…”
Gülümsedi, ipi sallayıp, makarayla oynamaya başladı. Makara, uzun zaman boyunca rüzgarın dokunmadığı eski bir fırıldak gibi uğuldamaya başladı.
-Duyuyor musun, dedi küçük prens “kuyuyu uyandırdık ve o da şarkı söylemeye başladı…”
Yorulmasını istemiyordum:
-Bırak ben yapayım, dedim “sana ağır gelir.”
Kovayı yavaş yavaş yukarı çektim. Kuyunun ağzında dengede duracak şekilde tuttum. Kulaklarım da hala kuyunun şarkısı yankılanıyordu. Ve titreyen suyun üzerinde güneşin de titrediğini görüyordum.
-İşte bu suya susamıştım, dedi küçük prens, “biraz ver de içeyim…”
Ve sonunda neyin peşinde olduğunu anladım!
Kovayı dudaklarına kadar kaldırdım. Gözlerini kapatıp, suyu içti. Sanki bir şenlikteymiş kadar mutluydu. Bu su, herhangi bir içecekten çok farklıydı; yıldızlar altında yürüyüşümüzden, kuyunun söylediği şarkıdan, kollarımın harcadığı çabadan doğmuştu. Tıpkı bir hediye gibi, kalbe iyi geliyordu. Küçük bir çocukken,Noel ağacının ışıkları, birlikte söyleyen şarkılar, gülümsemelerin sıcaklığı da aldığım Noel hediyelerinin öylesine parıldamasını sağlıyordu.t
-Senin gezegenindeki insanlar, dedi küçük prens “ aynı bahçede beş bin tane gül yetiştiriyor…. Ama aradıkları şeyi orada bulamazlar…”
-Bulamazlar, diye yanıtladım.
-Oysa aradıkları şey tek bir gülün ya da tek bir su damlasının içinde saklı olabilir…
Ve ekledi:
-Ama gözler kördür. Yolu kalp göstermelidir.
Suyu içtim. Artık rahat nefes alıyordum. Sabahın ilk ışıklarında, kum, bal rengindeydi. Bal rengi de mutlu ediyordu beni. Peki içimdeki sıkıntının sebebi neydi?...
Bana verdiğin sözü tutmalısın,dedi yavaşça küçük prens, yeniden yanı başıma oturarak.
-Hangi sözü?
-Bilirsin…. Koyunum için bir tasma… ben o çiçekten sorumluyum!
Cebinden çizdiğim resimleri çıkardım, küçük prens onları gördü ve gülmeye başladı:
-Şu senin baobablar, daha çok lahanaya benziyorlar….
-Ya!
Baobablarımdan öylesine gurur duyan bana söylemişti bunları!
-Tilkinin de…. Kulakları…. Sanki boynuz gibiler.. üstelik fazla uzunlar!
Yeniden güldü.
-Haksızlık ediyorsun küçük adam, açık ve kapalı boa yılanı çizmekten başka bildiğim bir şey yok ki.
-Oh! Neyse, dedi “çocuklar anlar nasıl olsa.”
Ve bir tasma çizdim. Resmi ona gösterirken yüreğim burkulmuştu:
-Bana söylemediğin planların var sanırım…
Ama cevap vermedi.
-Biliyorsun, yarın Dünya’ ya gelişimin yıl dönümü… dedi.
Kısa süren sessizliğin ardından ekledi:
-Tam uralara bir yere inmiştim..
Ve kızardı.
Yeniden, nedenini anlamadığım, garip bir üzüntü kapladı içimi. Yine de sordum:
-Demek, sekiz gün önce, seninle ilk karşılaştığımız zaman, en yakın yerleşim yerinden bin mil uzakta, çölün ortasında, tek başına, rastgele dolaşmıyordun! Dünya’ya geldiğin noktaya geri mi dönüyorsun?
Yeniden kızardı küçük prens.
Ben ise duraksayarak, ekledim:
-Dünya’ya gelişinin yıldönümü olduğu için miydi yoksa? Sorulara hiç yanıt vermezdi, ama insan kızardığı zaman, bu “evet” anlamına gelir, öyle değil mi?
-Ah! Dedim “korkarım…”
Ama cevap verdi birden:
-Şimdi çalışmaya koyulmalısın. Uçağını tamir etmelisin. Ben burada bekliyorum. Yarın akşam gelirsin yine…
İçim hiç rahat etmemişti. Aklıma tilki geldi. Bir kere evcilleştiniz mi, ağlayacaksınız demektir…

BÖLÜM 26
Koyunun yanında, eski bir taş duvar harabesi vardı. Ertesi akşam, işimi bitirdikten sonra, geri dönmüyordum ki, uzaklardan, duvarın üzerine oturmuş, ayaklarını sallayıp duran küçük prens’i gördüm. Konuştuğunu duyuyordum:
-Hatırlamıyor musun? Diyordu. “Tam olarak burası değildi!”
Hiç şüphesiz başka bir ses onu şöyle yanıtladı:
-Fark etmez! Fark etmez! Yer burası değildi ama gün bugündür…
Duvara doğru yaklaşmayı sürdürdüm. Ne birini görüyor ne de duyuyordum. Ama küçük prens’in yanıt veren sesini işittim yeniden:
-Elbette. Kumdaki ayak izlerimin nerede başladığını görürsün. Tek yapacağın beklemek. Gece orada olacağım…
Duvara en fazla yirmi metre uzaktayım ve hala kimseyi göremiyordum.
Sessizliğin ardından küçük prens:
-Zehirin iyi mi? Dedi. “Uzun süre acı çekmem, öyle değil mi?”
Olduğum yerde dondum kaldım, kalbim hızla çarpıyor ama halen bir şey anlayamıyordum.
-Şimdi git, dedi… “aşağı inmek istiyorum!”
İşte o an gözlerimi duvarın dibine yönelttim ve olduğum yerde sıçradım! Oradaydı; kafasını küçük prens’e dikmiş, sizi otuz saniyede öldüren şu sarı yılanlardan biri. Bir yandan da duvara doğru konuşuyordum ama çıkardığım gürültüyü duyan yılan sakince kumun içine daldı; musluktan damlayan son su damlaları gibi, tiz bir metal sesi çıkararak taşların arasında kayboldu gitti.
Duvara tam yaklaştığımda, benim küçük prens’im, kar gibi bembeyaz kesilmiş bir halde kollarımın arasına düşüverdi.
-Bu da ne demek oluyor! Şimdi de yılanlarla mı konuşmaya başladın!
Hiç çıkarmadığı altın rengi atkısını çözdüm. Yanaklarını ıslattım ve biraz su içirdim. Ve şimdi ona ne soracağımı bilmiyordum. Endişeli bir ifadeyle yüzüme baktı ve kollarını boynuma doladı. Sapanla vurulmuş bir kurşun, ölürken çarpan kalbi gibi çarpıyordu yüreği. Bana şöyle dedi:
-Sonunda uçağındaki arızayı onarmana sevindim. Evine dönebileceksin artık…
-Sen bunu nereden biliyorsun?
Tam da ona, aslında hiç umudum olmamasına karşın, sonunda uçağı tamir etmeyi başardığımı söyleyecektim!
Soruma yine cevap vermedi ama devam etti konuşmaya:
-Bugün, ben de evime dönüyorum…
Hüzünlendi:
-Çok da uzaklarda evim… çok zor olacak….
Olağanüstü bir şeylerin döndüğünü hissediyordum etrafta. Küçük bir çocuk gibi onu kollarımın arasına adım ama bütün çabama rağmen, sanki bir uçuruma sürükleniyordu ve onu yukarı çekemiyordum…
Uzaklara bakıp, dalgın gözlerle:
-yanımda koyunum da var. Koyunum için kutum da var. Ve de tasması…
Hüzün dolu bir gülümseme belirdi dudaklarında uzun süre bekledim. Yavaş yavaş kendine geliyor gibiydi:
-Küçüğüm, korkuyorsun…
Korkuyordu tabii! Ama sakince gülümsedi:
-Bu akşam çok daha fazla korkacağım…
Bir kez daha çaresizlik içinde donup kaldım. Ve anladım ki bir daha o gülüşünü göremeyecek olmaya katlanamazdım. O gülümseme, çölün ortasındaki çeşme gibiydi benim için.
-Küçüğüm, yeniden o gülüşünü duymak istiyorum…
Ama bana:
-Bu gece, tam bir yıl oluyor. Yıldızım, geçen sene buraya ayak bastığım noktanın tam üzerinde olacak…dedi
-Küçüğüm, bu yılan hikayesi de birer kötü rüya, öyle değil mi?
Ama sorumu cevap vermedi:
-Asıl önemli olan, gözle görülemez…
-Elbette…
-Çiçek için olduğu gibi. Eğer herhangi bir yıldızda yaşayan bir çiçeği seversen, geceleri, yıldızlara bakmak çok keyiflidir. Bütün yıldızlar çiçek açar.
-Elbette…
-Geceleri, sen de,yıldızlara bakarsın. Benim yıldızımın nerede olduğunu gösterdim sana ama öylesine küçüktür ki o. Böylesi daha iyi. Benim yıldızım, senin için, bütün yıldızlardan biri olacak. Ve böylece, bütün yıldızları izlemeyi seveceksin. Hepsi de senin arkadaşın olacak. Hem sana bir de hediyem var…
Yeniden güldü:
-Ah! Küçük adam, küçük adam, şu gülüşünü öyle çok seviyorum ki!
-İşte hediyem de bu.. tıpkı bir su damlası gibi…
-Ne demek istiyorsun?
-Yıldızlar, herkes için farklıdır birbirinden. Yolculuk edenler için, yıldızlar, yol gösterirler. Bazıları içinse küçük bir ışıktırlar sadece. Bilginler içinse birer problemdir yalnızca. Mesela benim şu işadamı için, altındı onlar. Ama bütün bu yıldızlar hiç konuşmazlar. Senin için kimsenin sahip olamadığı bir yıldızın olacak…
-Ne demek istiyorsun?
-Geceleri, gökyüzüne bakınca, ben o yıldızlardan birinde olacağım için ve o yıldızdan sana gülümseyeceğim için, senin için bütün yıldızlar gülümsüyor olacak!
Ve yeniden güldü.
-Ve kendini avuttuğum zaman ( insan her zaman avutur kendini) beni tanımış olduğun için mutlu olacaksın. Benimle birlikte gülüm isteyeceksin. Ve bazen, pencereni açacaksın, işte böyle, bütün bunlardan keyif almak için… Ve seni, gökyüzüne

NOT:BU yazı éAntonie De Saint-Exupery!nin Küçük Prens adlı kitabından alıntıdır..
     Beğenin    
Facebook'ta paylaş Twitter'da paylaş Linkin'de paylaş Pinterest'de paylaş Epostayla Paylaş
Yazan Uzman
Mehmet Emin KIZGIN Fotoğraf
Psk.Mehmet Emin KIZGIN
Ankara (Online hizmet de veriyor)
Psikolog
TavsiyeEdiyorum.com Üyesi159 kez tavsiye edildiİş Adresi Kayıtlı
Makale Kütüphanemizden
İlgili Makaleler Psk.Mehmet Emin KIZGIN'ın Makaleleri
► Küçük İnsanlar Psk.Dnş.Şafak UZUN
► Teknoloji ve Küçük Çocuklar Psk.Nazlı AKAY
► Küçük Evler Büyük Beklentiler Psk.Dnş.Hasan Ali GÖNCÜ
TavsiyeEdiyorum.com Bilimsel Makaleler Kütüphanemizdeki 19,978 uzman makalesi arasında 'Küçük Prens' başlığıyla benzeşen toplam 21 makaleden bu yazıyla en ilgili görülenleri yukarıda listelenmiştir.
► Evlilik ve Doyum Ocak 2014
► Boşanma Sebepleri Aralık 2007
► Hipnoz Nedir? Ekim 2007
Sitemizde yer alan döküman ve yazılar uzman üyelerimiz tarafından hazırlanmış ve pek çoğu bilimsel düzeyde yapılmış çalışmalar olduğundan güvenilir mahiyette eserlerdir. Bununla birlikte TavsiyeEdiyorum.com sitesi ve çalışma sahipleri, yazıların içerdiği bilgilerin güvenilirliği veya güncelliği konusunda hukuki bir güvence vermezler. Sitemizde yayınlanan yazılar bilgi amaçlı kaleme alınmış ve profesyonellere yönelik olarak hazırlanmıştır. Site ziyaretçilerimizin o meslekle ilgili bir uzmanla görüşmeden, yazı içindeki bilgileri kendi başlarına kullanmamaları gerekmektedir. Yazıların telif hakkı tamamen yazarlarına aittir, eserler sahiplerinin muvaffakatı olmadan hiçbir suretle çoğaltılamaz, başka bir yerde kullanılamaz, kopyala yapıştır yöntemiyle başka mecralara aktarılamaz. Sitemizde yer alan herhangi bir yazı başkasına ait telif haklarını ihlal ediyor, intihal içeriyor veya yazarın mensubu bulunduğu mesleğin meslek için etik kurallarına aykırılıklar taşıyorsa, yazının kaldırılabilmesi için site yönetimimize bilgi verilmelidir.


18:15
Top