2007'den Bugüne 92,312 Tavsiye, 28,221 Uzman ve 19,978 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!



Kitap Değerlendirmesi: Cehalet Bilimi, Prof. Dr. Tayfun Uzbay
YAZI #7353 © Yazan Uzm.Psk.Eylül Berfin ÖN | Yayın Nisan 2022
Oku, yaz, düşün, düşle. Beynimiz yıllardır öyle bir kodlanıp kalıplaşmış ki hayal etmeden önce o hayal hakkında detaylı düşünme, bilgi edinme becerisini hep atlamışız. İnsan detaylarına hakim olmadığı şeyi nasıl isteyip düşleyebilir değil mi? Düşünmeden ilerleyenler ulaştı bile belki bir yerlere, önemsizdi çünkü ve ulaştıkları yer miydi ulaşmak istedikleri bilmiyorlardı. Belki de vardıkları yeri orası sandılar. İnsan hep yolcu olmalı, daima. Gelişim ve bilgi hep bir arayış değil mi zaten? Bir şeyi merak edip dikkatimizi çekmediğinde öğrenmek ulaşmak ister miyiz, nedir bu bilgi ve dikkat ilişkisi? Merak ve dikkat bilgiyi edinme sürecinde ilk rolü oynar. Bunu düşündüğümde ise aklıma Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olan kişiler geldi. Dikkatsiz olmaları ve ders sırasında öğretmenin talimatlarını takip edememelerinden dolayı, DEHB olan çocuklarda eğitim sürecinde büyük bir problem oluşturmaktadır. Ayrıca çeşitli öğrenme güçlükleri vardır. Öğrenmenin çeşitli ve sınırsız yolu var evet ama bu engebeli yolda giderken gerçek bilgiye ulaşmak çok daha zorlaşmıyor mu? Biraz da felsefi olarak düşünmeye itti bu beni. Doğru bilgi nedir, doğru bilgi var mıdır, doğru bilgiye ulaşmak mümkün müdür? Bundan bağımsız olarak, gerçek ve doğru bilginin verdiği güç kavramı aklıma bilginin sınırları ve ölçütlerini getirdi. Bilginin temel problemlerinden biri doğruluğunun ölçütüdür. Doğruluğun ölçütüne baktığımızda; uygunluk, tutarlılık, yararlılık, tümel uzlaşım ve apaçıklıktır. Bu bahsettiğim ölçütleri ne kadar karşılarsa bilginin gücü artmış ve teyit edilmiş daha sağlam bir zemine oturmuş olacaktır. Bilgi de bilim gibi kanıtlanabilir olmasından güç alıyor diyebiliriz. Kitapta ‘bilimsel iklim’ olarak kullanılan bir kalıp var. Bu kalıp birçok kelimenin hatta cümlenin birleşimi niteliğindeydi, içi dolu metaforumsu sözcük kalıbı. Şimdi biraz da algı yönetimini ele alalım. İlk olarak Hitler’in yaptığı algı yönetiminden bahsederken; az eğitimli kesimin hedef alınarak, kitlesel propagandalar yapılmasını günümüzde içinde bulunduğumuz siyasi süreçlerin benzerliğine dikkat çekmek istiyorum. Hitler’in de dediği gibi insan zihninde iz bırakmanın yolu basit tekrarlardan geçer. Etkili bir propaganda yapmak istiyorsak az sayıda basitleştirilmiş fikri sloganlar kullanılmalı ve bu sloganlar hedeflenen topluluk bunu içselleştirip kullanana dek tekrarlanmalıdır, tam da Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı algı yönetimi gibi. Aklıma ilk gelen ise ‘Hedef 2023’ oldu. Bunun yanı sıra, kendisine iletilenlerle yetinen çok büyük bir kitle var, şuan için bu kitle AKP’nin kemik seçmen kitlesi diyebiliriz. Mevcut seçmen kitlesini korumak, elinde medya araçları da varsa çok daha kolay. Önce medya aracılığıyla asılsız bir haber yayılır, çok geçmeden başbakan bunu meydanlarda defalarca dillendirir, bu da televizyonlarda sayısız kez yayınlanır. Mesela, Gezi Parkı eylemleri sırasında ‘Camide içki içtiler’ yalanı tam olarak bu şekilde gerçekleşmiştir. Caminin olaylara şahit olan müezzini Fuat Yıldırım tarafından yalanlanmış olmasının artık hiçbir önemi kalmamıştır çünkü müezzinin yalanlaması başbakanın iddialarının ulaştığı kadar kitleye ulaşamayacaktır. Ulaşma ihtimali bile olsa, koskoca başbakanın haftalardır hatta günlerdir söylediği şeylerin inandırıcılığı haliyle bir cami müezzinine kıyasen daha fazla olacaktır. Hatta bu olaydan sonra Fuat Yıldırım’ın görev yerinin değişmesi de apayrı bir boyuttur. Yer verdiğim örnek dini unsurları kapsadığından olaya şu açıyla da bakmadan edemiyorum, bildiğimiz üzere din ve mezhep arasındaki çatışmalar çeşitli anlaşmazlıkların bahanesi olarak kullanılmıştır. Hatta din bazen belli ayrıcalıklı grupların elinde insanları yönetmenin tek aracı haline bile dönüşmüştür. Birkaç örneğe yer vermem gerekirse, 2015 Mayıs ayında, ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı Batman, Diyarbakır, Siirt ve Mardin’de düzenlediği mitinglerde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Kürtçe meali yayımlanan Kur’an-ı Kerim’i eline alarak halka hitap etmesi ve faizle mücadelede dini referansları kullanmasıdır. Buna karşın, Emekli müftü Gani Aşık, Erdoğan’ın ribayı yani tefeciliği yasaklayan ayet ve hadisleri kastettiğini belirterek ‘İslam, faize karşıdır, ben onu yapmak istiyorum’ demek istiyor. Onu da saptırıyor. Kötü gidişat nedeniyle dini kalkan olarak kullanıyor” dedi. Bunun bir başka örneğini de, Prof. Dr.Tayfun Uzbay’ın Canan Efendigil Karatay’ı eleştirdiği ‘Tuz tüketiminin damarları genişleterek tansiyon düşürdüğünün’ alt dayanağı olmamasına rağmen ‘Gerçek Tıbbın 10 Şifresi’ kitabında gösterdiği kaynaklar iddia ettiği konuyla ilişkili değil hatta başka bir şey ifade ediyordu. Bir profesör kitabında kaynak çarpıtarak ve düzeltme yapmayarak ölümcül sonuçları olabilecek bir konuda topluma yanlış bir bilgi veriyor. Karatay’ın hayranları ise her nedense deneyimli profesörün kitabında bir kaynağı hatalı kullanarak son derece yanlış bilgiler vermesini kendilerini kandırmak olarak görmüyor. Bu yapılanlar agnotoloji yani cehalet bilimine apaçık örnektir, cehalet bilgiyi yönetir. Bu ve buna benzer parasosyal ilişkide hissedilen yakınlık ve samimiyetin boyutu bazen fanatik savunma, kusursuz görme, koşulsuz inanç ve fan club haline dönüşebiliyor. Birçok amaç için yaratılan bu ulaşılabilirlik ve içlerinden biri olma hissi mesafeyi kapatmayı hedefliyor. Mesela Erdoğan’ın 2019 yılında yaptığı bir konuşma kesitini hatırlattı bana ‘Türkiye'ye gözümüz gibi bakmalıyız. İçeride ne yaşanırsa yaşansın geminin çalışmasını sağlamak hedefimizdir. 82 milyon biz aynı gemideyiz.’ ifadelerini kullanmıştı. Ayrıştırma, kutuplaştırma kadar birlik beraberlik adı altında verilen mesajlar da algı yönetimini kolaylaştırmaktadır. Le Bon’a göre kalabalık içindeki bireysel sorumluluk duygusu azalır. Bu durum kişileri şekillendirip kontrol edilebilir hale dönüştürmektedir. Bunu göz önüne aldığımızda akla ilk gelen (en azından benim için) toplum ve kitle psikolojisi ve sosyal psikolojinin konusu olan ‘Bystander Effect’ yani ‘Seyirci Etkisi’ oldu. Kabaca ana temasıyla şöyle bahsedebiliriz, yaşanan bir olaya tanık olan kişi sayısı ne kadar fazla ise olayı yasayan kişinin yardım alma durumu o kadar azalır. Ortamdaki seyirci kalabalığının, bir başkasının yardım edeceği/ettiği düşüncesini tetiklediği ve böyle olunca da kimsenin müdahale etmediğini hatta kayıtsız kalındığını göstermiştir. Tip 1 ve Tip 2 hata örneği olarak, sosyal psikolog Solomon Asch’ın Sosyal Uyum Deneyi’ne değinmek istiyorum. Deneyde 18 tekrar (tur) bulunmaktadır. Bunlardan ilk 2 turda gerçek cevabı verirler. 3. turda ise hep bir ağızdan, önceden ayarlanmış bir yalan söylerler. Geriye kalan 15 turun rastgele seçilmiş 11 tanesinde yine hep bir ağızdan yalan söylerler. Araştırmacılar, gerçek deneğin/katılımcının, sırf sürüye uymak için, bile bile yanlış cevabı verme eğilimini ölçmüşlerdir. Bu deneyin bize sağladığı sonuçlar bireylerin topluma uyma istekleri ve grupların kişinin fikir, düşünce ve kararlarını kolaylıkla değiştirebildiğidir. Buna çıkıntı olmamak için hizaya girme psikolojisi de diyebiliriz. Bu nedenle doğruyu bilmek, doğru bilgiye ulaşmak kadar onu yönetebilmek, kullanabilmekte önem taşıyor. Bir başka konu ise; Yuval Noah Harari’nin bahsettiği algoritmaların sunduğu veriler sizi çok iyi temsil ederse reklam yapmaya ve algı değiştirmeye çalışma gereksiz bir eyleme dönüşebilir. Gelecekte bugünkü manada reklama gerek kalmayabilir ibaresine büyük oranda katılmıyorum. Burada pazarlama ve reklam ayrımına ek olarak geleneksel reklam ve dijital reklam ayrımı da fazlasıyla önem taşımaktadır. Ne iş yapacağını söyleyen anlatan taraf pazarlama iken, işi yapan yaratan taraf ajans ve creative ekiptir. Dijital reklamcılık veriyle işleyen bir taraf ve veriden yararlanıyor. Algoritmanın işlediği veri pazarlamacıya yani marka tarafına gelir. Pazarlama ekibi bu verilerden anlam çıkararak strateji geliştiriyor. Sonrasında elindeki veriye dayanarak nasıl bir reklam yapılması gerektiği konusunda ajansa brief(reklamcılık jargonuyla) veriyor. Evet, beğendiğimiz ürünün karşımıza çıkması algoritma sayesinde olmakla beraber, işin creative tarafı, reklam ekranı, rengi, deseni özellikle metni yani o ara yüzü reklamcılıkta art directörler tarafından tasarlanıyor. Hatta mesela şuan Trendyol’un kullandığı ‘Efsane Cuma’ bu bildirimlerin adlarını bile metin yazarı belirliyor. Tüketim ürünleri renk psikolojisi göz önüne alındığında reklam için konuşacak olursak; temizlik ürünleri genelde mavi renk temizliği çağrıştırdığı için, güven verdiği için kullanılan yeşil rengi, kırmızı renk iştah açıcı vb. Garanti Bankası’nın yeşil renginin kodu alınmış ve kişiselleştirmiş durumda başkasının kullanımında ise telif hakkına maruz kalıyor. Hepsi Burada ve Trendyol turuncusunun tonu bile farklılık içeriyor. Duyusal markalandırma kullanılarak, marka ve tüketici arasında bir sadakat oluşturuyor bu durum. Sözün özü geleneksel reklamcılık (televizyon,radyo,broşür,gazete) için doğruluk payı olsa da dijital reklamcılık için aynı şeyi söyleyemiyorum ve katılmıyorum. Reklamlardan yola çıkarak insanları hiç ihtiyacı olmadığı halde tüketime yönelten bir pazar oluşturulmak isteniyor. Benim açımdan kitapta yer alan ‘Alışveriş bağımlılığı tüketim toplumunu özendiren politikalar çerçevesinde şehir efsanesinden gerçek bir hastalığa dönüşürken kurbanlarının sayısı giderek artmaktadır.’ cümlesi can alıcıydı. İçinde bulunduğum ve aktif olarak kullandığım sosyal medya ve influencerlık adı altında topluma dayatılan ürün linkleri buna en basit örnektir. Sosyal medya ve algı yönetiminin tüketim dışında da baş gösterdiği, hala içinde bulunduğumuz pandemi süreci başında ve devamında birçok tartışmaya sebep olan başta ilaç kullanımı sonrasında ise aşı uygulaması ve aşı karşıtlığıyla ilerleyen bir döngü içindeyiz. Özellikle 2020 yılının Aralık ayında başta Abdurrahman Dilipak’ın koronavirüs aşısı kısırlığa yol açıyor gibi bir iddia ortaya atmıştır. Bu iddia asılsız ve dayanaksızdı, toplum tarafından tanınmış olmasından kaynaklı olarak sosyal medya başta olmak üzere büyük yankı uyandırmış ve etkisi 2021 yılının ortalarına kadar devam etmiştir. Tanınmışlığını kullanarak tamamen yanlış ve gerçekdışı bilgileri gerçekmiş gibi sunmak da cehalet yayma tüccarlarının sık başvurduğu bir yoldur. Gündem yaratmak için ağzından çıkanın nereye varacağını düşünmeksizin spekülatif konuşmak ve en en en önemlisi uzmanlık alanları dışında iddialı konuşmaktan çekinmemeleridir. Bu tam bir cehalet bilimci özelliğidir. Abdullah Dilipak buna somut bir örnektir, kendisi gazeteci ve yazardır. Sonrasında JAMA’da yayınlanan bir çalışmaya bakıldığında ise, Prof. Dr. Ateş Kadıoğlu aşının değil virüsün üreme sistemini kötü etkilediğini vurguladı. Buna ek olarak, aşıdan sonra sperm sayısı ve hareketliliğinin arttığına dair yapılan çalışmalarda bulunmaktadır. Hala ve hala haber sitelerinde üzerine tartışılan bir başka konu da aşının insan DNA’sını değiştirebileceği yönündedir. Genetik kodların değiştirilmesinden, milyonlarca kişinin bedenine mikroçipler yerleştirilmesine kadar birçok söylenti yayılmaya devam ediyor. En güncel olaylardan biri, Prof. Dr. Mehmet Ceyhan’ın 26 Kasım 2021 tarihinde katıldığı tv100 kanalında, ‘Bu hastalık zaten yüksek oranda kendiliğinden iyileşen bir hastalık, bilemezsiniz ki kendiliğinden mi iyileşti yoksa ilaçtan mı?’ açıklaması kafalarda ciddi soru işaretleri yarattı ve aşı karşıtlarını besleyen yöndeydi. O zaman soru şu, madem korona büyük oranda kendiliğinden iyileşen bir hastalık, aşının işe yarayıp yaramadığını nerden bileceksiniz? Ayrıca, %99,5 oranda iyileşme sağlayan bir hastalığa ait aşının %95 oranda koruma sağlandığı nasıl bulundu? Biliyoruz ki bilimsel aldatmanın bedelini yine biz insanlar yani toplum öder. Tam da bu noktada, eleştirel düşünmeyi ve doğru bilgiye nasıl ulaşacağımızı öğrenmek azımsanmayacak düzeyde hayati önem taşıyor. Şimdi biraz da beyin göçü ve eğitim kalitesine değinmek istiyorum. Türkiye’nin içinde bulunduğu eğitim sistemi ve kurumların içi boşaltılmış durumda, gençler umutsuz, mutsuz ve gelecek kaygısı içindeler, büyük bir kısmı bir an önce doğdukları ülkeyi terk etmenin yollarını bulmaya çalışıyor. Peki neden? Gençlerimiz yani akranlarım kendi ülkelerinde, kendi okullarında parlak bir gelecek göremedikleri için yurtdışına yöneliyorlar ve bunu ülkelerini sevmelerine rağmen yapan bir kitle de var. Üniversite mezunu olmalarına rağmen azalan iş imkanları, İslami kökenli hükümet döneminde artan muhafazakarlık, insan hakları, özgürlük, adalet ve eşitlik kavramlarının giderek azalması ana sebeplerden birkaçıdır. Tüm hayatlarını bir ev, bir araba almak için çalışmak istemiyorlar. Hatta çalışsalar bile alamayacaklarını biliyorlar. Bu tükenmişliğe girmek istemiyorlar. Başka türlü hayatın mümkün olduğunu görüyorlar ve kendi ülkelerinde değer görmeyen şeyleri fark ediyorlar. Bunun en acı örneği benim açımdan TÜBİTAK’tır. Birkaç örnek vermek istersem, yengeç ve karides kabuklarından yapılan yara bandı, şeker hastalarının yıllarca geçmeyen yaralarının geçmesi için tasarlanmıştı. Yarışmaya projeleriyle Antalya TED Koleji'nden 10. sınıf öğrencisi Mehmet Can Dursun ve 11. sınıf öğrencisi İrfan Efe Boztepe de katıldı. Ancak proje TÜBİTAK kurulu tarafından Ocak ayı değerlendirmesinde onaylanmadı. Hatta Konya Bölgesi sergisinde bile gösterilmedi. Karara üzülmelerine rağmen projelerini tanıtmaya kararlı olan öğrenciler çalışmalarını Amerika Birleşik Devletleri'nde düzenlenen Genius Olimpiyatları'na gönderdi. Peki sonrasında ne mi oldu? TÜBİTAK'ın sergiye bile çağırmadığı proje 54 ülkeden gelen 2 bin 450 proje içinden birinci seçildi. Hatta New York Oswego Üniversitesi başarılı öğrencilere 10 bin dolar burs vererek onları eğitim almaları için New York'a davet etti. Öğrenciler bu durum üzerine ‘TÜBİTAK projemizi beğenmeyip, bölge sergisine bile çağırmadığında çok üzülmüştük. Çünkü güzel bir proje yapmıştık. Hazırladığımız yara örtüsünü denemiş ve iyileştirici özelliğini test etmiştik. TÜBİTAK beğenmedi ama ABD’den şampiyonluk aldık. Keşke kendi ülkemizde de beğenilseydik’ dedi. Aslında öğrenci son cümlesiyle her şeyi ne kadar güzel özetlemiş değil mi? Aynı dönemde, üzerinden çok zaman geçmeden benzer bir durum daha yaşanmıştı. TÜBİTAK tarafından reddedilen İlayda Şamilgil Polonya'da 22'ncisi düzenlenen yarışmaya, üzerinde 1 yıldır çalıştığı "Sıvılardaki Su Oranını Mıknatısla Ölçebilen Ucuz, Hızlı ve Taşınabilir Bir Sistem" adlı projesi ile katıldı. Şamilgil, dünyada bilimin en önemli ödüllerinden biri olan gençlerin Nobel ödülü olarak gösterilen yarışmadan birincilik aldı ve başarılarından ötürü NASA'nın Mars projesine dâhil edildi. Bilimde herkesten fazla ilerlememiz gereken dönemde TÜBİTAK'ın beğenmediği bir proje daha yurtdışında hak ettiği değeri gördü. Bu örnekler bile bazı şeyleri bariz bir şekilde gözler önüne seriyor. Prof. Dr. Tayfun Uzbay hocamızın da dediği gibi beyin göçünü önlemenin yegâne yolu içeride yeterli bir bilimsel iklim oluşturmaktır çünkü göçün yolu her zaman iyiye doğrudur. Bilimi konuşmayı seviyoruz ancak bilim iklimi yaratma, bilim insanı yetiştirmek üzere eğitime ve insana yatırım yapma kapasitemiz sınırlıdır. İdealist birey yetiştirme ve iyi öğretmen yetiştirme hedefi olmayan; öğrenciyi mali durumuna, öğrenme kapasitesine göre sınıflandıran, etnik, dini ve başka ayrıştırıcı özelliklerine göre eğitmeye çalışan sistemden diplomalı cahiller çıkar. O kadar beğendim ki bu cümleyi şuan içinde bulunduğum Türkiye atmosferinin etkisi mi bilemem ama yüzüme acı acı çarptı bu gerçekler. Tüm bunları göz önüne aldığımızda; toplumun ve bireylerin cehalet biliminden arındırılarak farkındalık kazanmasının üstünde durulmalıdır çünkü günümüzde okuryazar olmak, üniversite bitirmek hatta akademik unvanlara erişmek cahil olmaya engel değil.
     1 Beğeni    
Facebook'ta paylaş Twitter'da paylaş Linkin'de paylaş Pinterest'de paylaş Epostayla Paylaş
Yazan Uzman
Eylül Berfin ÖN Fotoğraf
Uzm.Psk.Eylül Berfin ÖN
İstanbul (Online hizmet de veriyor)
Uzman Klinik Psikolog
TavsiyeEdiyorum.com Üyesiİş Adresi Kayıtlı
Makale Kütüphanemizden
İlgili Makaleler Uzm.Psk.Eylül Berfin ÖN'ün Yazıları
► Çocuk ve Kitap Psk.Dnş.Kemal TUNCER
► Kitap Sevgisi Aşılama Psk.Mutlu İNCESOY
TavsiyeEdiyorum.com Bilimsel Makaleler Kütüphanemizdeki 19,978 uzman makalesi arasında 'Kitap Değerlendirmesi: Cehalet Bilimi, Prof. Dr. Tayfun Uzbay' başlığıyla benzeşen toplam 21 makaleden bu yazıyla en ilgili görülenleri yukarıda listelenmiştir.
Sitemizde yer alan döküman ve yazılar uzman üyelerimiz tarafından hazırlanmış ve pek çoğu bilimsel düzeyde yapılmış çalışmalar olduğundan güvenilir mahiyette eserlerdir. Bununla birlikte TavsiyeEdiyorum.com sitesi ve çalışma sahipleri, yazıların içerdiği bilgilerin güvenilirliği veya güncelliği konusunda hukuki bir güvence vermezler. Sitemizde yayınlanan yazılar bilgi amaçlı kaleme alınmış ve profesyonellere yönelik olarak hazırlanmıştır. Site ziyaretçilerimizin o meslekle ilgili bir uzmanla görüşmeden, yazı içindeki bilgileri kendi başlarına kullanmamaları gerekmektedir. Yazıların telif hakkı tamamen yazarlarına aittir, eserler sahiplerinin muvaffakatı olmadan hiçbir suretle çoğaltılamaz, başka bir yerde kullanılamaz, kopyala yapıştır yöntemiyle başka mecralara aktarılamaz. Sitemizde yer alan herhangi bir yazı başkasına ait telif haklarını ihlal ediyor, intihal içeriyor veya yazarın mensubu bulunduğu mesleğin meslek için etik kurallarına aykırılıklar taşıyorsa, yazının kaldırılabilmesi için site yönetimimize bilgi verilmelidir.


12:26
Top