2007'den Bugüne 92,313 Tavsiye, 28,222 Uzman ve 19,980 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!



Oral Fiksasyon ve Melankoli İlişkisi
MAKALE #16813 © Yazan Psk.Selen MORAY | Yayın Haziran 2016 | 19,154 Okuyucu
1.ORAL EVRE: BEBEĞİN DÜNYAYI TADINA BAKARAK KEŞFETMESİ

Bebek dünyaya adımını attığı ilk anlarda zayıf ve ötekine bağımlı bir pozisyondadır. Yaşamının bu ilk anlarında anne ile sembiyotik bir ilişki içerisinde olması, onun bu bağımlılığının temelini oluşturur. Kendisi ile diğerleri arasında bir ayrım yapamaz, farkındalık düzeyinde olmayan dürtülerden ibaret bir varlıktır. Nesne kavramı yoktur ve dolayısıyla bilinçli bir özne olarak da konumlandırılamaz. Bu noktada gerek dış dünya ile olan ilişkisi, gerek doyumlarının, gerekse gereksinimlerinin karşılanması ağız organı ile olur. Bu nedenle Freud bu evredeki erojen bölgenin ağız olduğunu söyleyerek, oral evre (ağızcıl evre) olarak adlandırmıştır.
Freud'un psikoseksüel gelişim kuramında üzerinde durduğu asıl nokta hazdır. O, erojen bölgelerin hazzı nasıl sağladığıyla ilgilenir. Cinsiyet Üzerine yazısında Freud, preödipal dönemdeki oral evrede bebeğin ağzı ile bu hazzı nasıl sağladığını şu şekilde açıklar: 'Bu evrede cinsel etkinlik besinlerin sindirilmesinden ayrılmamıştır, iki akım arasında henüz bir farklılık görülmez. Her iki etkinliğinde aynı nesnesi vardır ve cinsel amaç nesneyi içine almadan ibarettir...' (Freud, 1996, s. 36). Bu cümleler Freud'un oral evredeki hazzın 'içine alma' şeklinde olduğunu açıkça göstermektedir. Bebek, özdeşleşmeye - kimlik kazanımına (identification) giden yolda en ilkel form olan inkorporasyona başvurur. Dış dünya ile kendi arasındaki ayrımın farkında olmayan bebek, dış dünya nesnelerini içine alarak hazza ulaşma çabası içindedir. Freud şöyle devam eder:" ...cinsel etkinlik, yabancı nesnenin yerine, öznenin bedeninin bir kısmını koymaktan başka bir şey yapmaz.' (Freud, 1996, s. 36). Yani benliğin kurulma aşamasının bu en ilkel başlangıcında, kendi bilincinde olmayan özne bilinçsiz bir biçimde diğer bir anlamda dürtüsel olarak, ötekini içe alma pozisyonundadır. Çünkü bu noktada nesneye karşı konum alamaz ve onu 'öznenin bedeninin bir kısmına koymaktan başka bir şey yapmaz.'
Özdeşleşme ile onun ilkel bir formu olan inkorporasyon arasındaki ilişki Freud'un şu sözlerinde ifade bulur: "... Bu sürecin temeli özdeşleşme denilen bir şey yani 'ben'in yabancı bir 'ben'in kimliğine girmesidir; birinci 'ben' bazı görüş noktalarında öbürü gibi davranır, ona öykünür ve onu kısmen kendisine mal eder. Haklı olarak özdeşleşme yabancı kişiyi ağızla, yamyamlıkla kendi içine alma ile kıyaslanabilmiştir. Özdeşleşme bir başka kişiye bağlanmanın belki de en önemli biçimidir." (Freud, 1996)
Kuruluş aşamasındaki ego, id hakimiyetinde, haz ilkesi öncülüğünde hareket ederek dış dünya ile ilişkisini içine aldığı gibi dışarı atarak da kurar. Yani bebek ya yutar ya da tükürür... Freud bu konuda şöyle demektedir: "Haz ilkesinin egemenliği altında şimdi egoda daha ileri bir gelişim yer almaktadır. Kendisine sunulan nesneler haz kaynakları olduğu sürece onları kendi içine alır, (Ferenczi'nin deyimini kullanacak olursak) onları 'içe-yansıtır'; diğer yandan da içinde hazsızlık nedeni olan her şeyi dışarı atar." (Freud, 1915). Yani ilkel ego dış dünya nesnelerinin gerçekliği ile karşılaştığında onlarla olan ilişkisini içe almak şeklinde kurar ancak eğer bu nesne onda gerginliğe (hazsızlık) yol açıyorsa olabildiğince çabuk şekilde dışarı atılır (tükürülür).
Organizmanın ağzı ile doyum sağladığı aracın nesnesi anne memesidir. Bebek, sütü içine alarak gerilimi sona erdirir, hazzı yaşar. Yani ilk bedensel doyumu öteki üzerinden giderir ve bunun sonrasında attığı çığlıklar (talepler), ötekinden arzusuna yanıt verilmesini istemesi demektir. Bebeğin bu talebi Freud tarafından 'Eros' olarak adlandırılır. Freud kuramını geliştirirken ilk olarak Eros'a yani yaşam dürtüsüne yer vermiş, 1920 yılına gelindiğinde ise, bunun yanı sıra Thanatos'u yani ölüm dürtüsünü de tanımlamıştır. Bu iki dürtü birbirine karşıt gibi görünse de aslında birbiriyle eş zamanlı ortaya çıkabilir ve birbiriyle etkileşim, birlik içindedir. Freud 'Eros ve Thanatos' adlı makalesinde bunu şu şekilde açıklamaktadır: " (...)Bu içgüdülerin hiçbiri bir diğerinden daha temel değildir; yaşam olayları, her ikisinin de koşut zamanlı ve karşılıklı direnen eylemiyle ortaya çıkar. Şimdi öyle görünüyor ki, bir tür içgüdünün tek başına işlemesi pek de mümkün değil; bir içgüdüye, her zaman onun amacını değişime uğratan ve bazı durumlarda da onun amacına ulaşmasını sağlayan diğer içgüdünün bir payı eşlik eder—ya da, bizim ifade ettiğimiz şekliyle, bunlar daima alaşım halinde bulunurlar. Böylece, örneğin, kendini koruma içgüdüsü elbette erotik bir içgüdüdür, ama yine de amacına ulaşabilmek adına saldırganlığı kullanmak durumundadır. Benzer bir biçimde, sevgi içgüdüsü bir nesneye yöneltildiğinde, eğer o nesneye şu veya bu şekilde sahip olmayı hedefliyorsa, hâkimiyet içgüdüsünün katkısına ihtiyaç duyar. Bu iki içgüdü sınıfını gerçekten açığa çıktıklarında birbirlerinden ayırmanın zorluğu aslında bizim onları tanımamıza uzun süre engel olmuştur." (Freud, 1985)
Freud'un dürtülerle ilgili görüşleri oral evreye eklemlendiğinde; organizmanın oral dürtü ögelerinin, gerginliğe son vermeyi amaçlayan libidoya yönelik oral öge ve oral evrenin son zamanlarında ortaya çıkan ısırma, çiğneme ile anlatım bulan oral saldırganlık ögesi şeklinde anlatım bulduğu görülür. Bir diğer anlatımla, oral evredeki bebek incelendiğinde, döneminde başlarında haz vermeyen nesneleri dışarı atması, talebine karşılık bulamayınca ağlaması ve dönemin sonlarında ise yavaş yavaş dişleri çıkan bebeğin memeyi ısırması saldırganlık dürtüsünün açık bir göstergesidir. Böylece, insanda var olan yıkıcı eğilimlerin ilk belirtileri bu dönemde görülür.(Geçtan, 1995)
Lacan, Freud'un oral evresi karşısına 'gereksinim' kavramını koyar. Lacan'a göre bebeğin doğumdan sonra anneye bağlı olması, tümlük yaratır. Bu süreç bebeğin gereksinimleri ile güdülenir. Fiziksel ve duygusal gereksinimler 'nesne' ler ile karşılanabilir. Bu dönemde bebek bu nesneler ile kendisinin farkı ayrımında değildir, kendisini nesneler dünyasının bir parçası olarak görmektedir.
Memenin bebek tarafından arzulanması, ilk doyumun meme üzerinden sağlanması, talep eden bebek kadar memenin sahibi olan ötekinin/annenin de oral evredeki önemini açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim oral evre anne ile bebek ilişkisinin en yoğun olduğu evredir. Başlangıçta bebeğin anne(öteki) ile sembiyotik bir ilişki içinde olması, ötekinin taleplerine nasıl yanıt verdiği yani bu ilişkiyi nasıl kurup sürdürdüğü, egonun kuruluşu aşamasında olan psişede derin anlamlar bırakacak ve ilerisi için temel yapılanmalar oluşturacaktır. Freud'a göre yetişkin kişiliğin temelleri çocukluktaki ilk 5 - 6 yıl arasında oluşur. (Burger, 2006) Oral evrede, nesne ile bu ilk kurulan temasın niteliği, ileride bahsedilecek olan hayali nesne kaybından ötürü ortaya çıkan melankoli ile oldukça bağlantılıdır.

1.1 ORAL EVREDE BAĞLANMA: BEBEĞİN ÖTEKİYLE İLİŞKİSİ
Bebekler, sadece fiziksel ihtiyaçlara sahip canlılar değildir. Duygusal gelişimleri için ötekinin sevgisine, dokunmasına da ihtiyaç duyarlar. Bebeğin, biyolojik yetersizliği dikkate alındığında, bakım verenine karşı bir bağlanmanın oluşması kaçınılmazdır. Bağlanma terimi ise, bebeklerle anne-babaları ya da bakım verenleri arasında kurulan, duygusal olarak olumlu ve yardım edici bir ilişkinin varlığını ifade etmektedir. (Öztürk, 2002) Bebeğin, bu duygusal doyumu gidermek için başvuracağı kişi öteki, genellikle de anne, olmaktadır. Winnicott'a göre organizma başlangıçta bütünleşmemiş, zamanda ve mekânda dağınık deneyimler yaşamaktadır. Bu deneyimler kendiliğin çekirdeklerini oluşturur. Kendiliğin bütünleşmesi, gelişmesi öteki/anne ile ilişki içinde, ötekinin sağladığı çevre içinde gerçekleşir. Çocuğun bütünleşmiş bir şekilde kendini algılaması ve kendilik duygusunu geliştirmesi ötekinin sunduğu "kucaklayıcı çevre" sayesinde olur. Ötekinin/annenin çocukla ilgili bütünleşmiş tasarımları çocuğun giderek kendi bütünlüğünü kavramasına yol açar.(Winnicott, 1988) Freud da, bebeklerin, oral doyum sağlayan nesne veya kişiye bağlandığını öne sürmüştür.(Santrock, 2011)
Egonun kuruluş aşamasında olan bebek, öteki ile kurduğu ilişkinin niteliği çerçevesinde sağlıklı bir kendilik geliştirecektir. Bu konuda Bowlby, hayatın ilk ayları için iki anne betimlemektedir. İlki, çocuğu etkilenmelerden koruyarak, yedek ego gibi işlev görmekte ve bu sayede bebeğin kendi egosunun gelişmesini sağlamaktadır. Winnicott ise bu anneyi, bir arada var oluşu öneren "kapsayan anne" olarak adlandırır. Winnicott'ın bu "kapsayan anne" kavramı "tutma" kavramı ile karşılaşır. Tutma sayesinde, annenin bebeğin psikolojik tepkilerinin üzerinde çok çeşitli etkiler bırakabileceğini ifade eder. Buna göre, her şeye bir taşkınlık ve heyecan gösterebilen organizmanın bu anksiyetesinin öteki tarafından yatıştırılması gerekmektedir. Anne çocuğa gerçeklik ilkesini yansıtabilmeli, bunu yaparken de iç ve dış sınırları belirleyebilmeli, çocuğun anksiyetesini kapsayabilmelidir. Aksi durumda, çocuğun heyecanları kaldırabileceği düzeyin üstüne çıktığında, anne "kapsayan" görevini yerine getiremediğinde, çocukta nevroza varan psikopatolojilerin görülmesi olasıdır.(Karen, 1998)
Freud'un oral evresi Lacan'da ayna evresi olarak karşılık bulur. Lacan, ayna evresi ile yaşamın 6-18 aylık dönemindeki psikolojik gelişim süreçlerine işaret etmektedir. İnsan doğduğu andan itibaren bütünsellikten uzak, zorunlu bir özneleşme sürecinin içine girer. Simgeleştirilememiş bu süreç içerisinde olan insan, özneleşme sürecinin zorunluluklarından olan parçaların bir araya getirilmesi ile görevlidir. Anne ile sembiyotik bir ilişkide olan, annesinin bir uzantısı gibi olan bebek bedeni kendini bütün olarak algılayamaz. "Çocuk gerek senestezik duyumlarını gerekse hareketlerini eş güdümleyemediği için bedenini de bir bütün olarak yaşantılayamaz."(Tura, 1996) Bütüne ulaşması için özneyi oluşturması gerekir bu da öteki ile yüz yüze gelmesiyle olur. "...birleşik bütünün imgesini yakalamak için...kendi kimliğini ayrı bir yere, bedene yerleştirmeye zorlanır." (Coward, Ellis, 1984) Bunun sonucunda anneden ayrılarak özne haline gelir, bireyselleşen bir varlık olur. Bu ayrılma bir anlamıyla 'kayıp'tır. Bu da çocuğun ilksel birlik yani güvenlik duygusunu yitirmesine neden olur.
Lacan'ın ayna sürecinde 'öteki' büyük önem kazanır. Çünkü bebeğin ihtiyaçları, arzusu, gereksinimi ve doyumu öteki üzerinden karşılanmaktadır. Öteki temel öğe olarak ilişkinin içindedir. Bebeğin sadece fiziki değil, duygusal gereksinimi de öteki tarafından karşılanmaktadır. Bu duygusal gereksinim, bir anlamda ilksel olarak yaşanan o sembiyotik ilişkinin tekrar edilmesi isteğidir. Öznenin imgede (aynada yansıyan kendi bedenini) kendini tanıması tamamen bilinçdışı bir süreçtir. Bu, Freud'un bebeğin ilk döneminin alt benlik hakimiyetinde olduğunu söylemesi ile paralel bir görüştür.
Dış dünyadaki bir nesnenin kavramsallaştırılarak 'imge' haline gelmesi, çocuğun ötekinin yokluğunda onu bir imge halinde oluşturmasına karşılık gelir. Çocuk bu yoklukta otoerotik faaliyetle kendine bir doyum yolu bulmaya, hazza(rahatlamaya) ulaşmaya çalışır. Freud da otoerotizm üzerinde durmuş, çocuğun kendi bedeniyle kendini doyuma ulaştırma çabasını açıklamıştır. Lacan'ın ifade ettiği üzere bebeğin gereksiniminin tümselliği tekrar yaşantılama arzusu görüşü gibi, Freud da "çocuk emerken bu eylemde daha önce duyduğu ve şimdi anımsadığı bir haz aramaktadır" (Freud, 1996) der.
Çocuğun yaşamdaki ilk etkinliği olan meme emmek, dişleri çıktığında çiğneme etkinliği ile birleşir. Freud bu noktada ayrılmanın kaçınılmaz olacağını söyler ve şöyle devam eder: "...o zaman, ...artık bedenin dışında bir şey kullanmaz, fakat daha kolay erişilebilir olan kendi bedeninin bir bölümünü yeğler...". (Freud, 1996)

2.ORAL FİKSASYON: ORAL EVREDE DOYUMA ULAŞILAMADIĞINDA YA DA DOYUM AŞIRI KARŞILANDIĞINDA OLANLAR
Bebekliğin erken dönemlerinde oral aktiviteler(emme, çiğneme, yutma, tükürme, ısırma) yeterli doyuma ulaşmadığında ya da aşırı bir haz yaşandığında bu ilk gelişim döneminde saplanma meydana gelir. Enerjinin bu döneme sıkışması, ilerleyen dönemlerde bir takım semptomlarla kendini gösterir ve bu evreyi bir anlamda tekrar eder. Oral evrenin, egonun kuruluş aşaması olması, dürtülerin ilk kez kendini göstermesi, karakter özelliklerinin temellerinin atılması gibi başlangıçları kapsaması, fiksasyon durumunda kişinin ciddi sorunlar yaşamasına neden olabilmektedir. Bu hazsızlık ya da aşırı haz, kişinin sonraki gelişim dönemlerine ilerleyememesine neden olabilir. Yetişkin kişide aşırı ağızcılık (oburluk, ağızla cinsel doyum vb.) ve aşırı bağımlılık, alıcılık, edilgenlik, özseverlik, yoğun karamsarlık, haset, kıskançlık baskın olursa, bu davranış özellikleri oral saplanma belirtileri olarak yorumlanabilir. (Geçtan, 1995)
Freud, benlik tarafından benimsenmiş, içe alınmış olan sevgi nesnesinin yitirilmesinin, benliği narsisist döneme geri döndürdüğünü ileri sürmüştür. Bu geri dönüşte, psikoseksüel gelişimin oral evresi ile ilgili saplantı ve takıntılara bağlı belirtilerin ortaya çıktığını açıklamıştır. (Köknel, 1989)
2.1 ORAL EVREDE DOYUMA ULAŞAMAMA: ÖLÜ ANNE KAVRAMI
Bebeğin erken dönemlerde anne ile olan ilişkisi, tüm yaşamı için büyük önem taşır. Sadece fiziki ihtiyaçları karşılanan bir bebeğin hazza ulaştığını söylemek doğru değildir. Bebeğin aynı zamanda koruyucu, sahiplenici, sevgi veren bir ötekine de ihtiyacı vardır. Bunun yokluğu durumunda akla Andre Green'in ölü anne kavramı gelmektedir.
Green çalışmasında, yaşamın ilk yıllarında en önemli nesne olan annenin kaybının kişinin ruhsallığını nasıl belirlediği üzerine yeni bir kuramsal açılım getirmiştir. Green'in burada bahsettiği gerçek anlamda bir kayıp değildir. O, "ölü anne" kavramı ile canlı, ancak bebek ile olan ilişkisinde, bebeğin gözünde ölmüş bir anneyi tanımlar. Sözü edilen bu ölü anne, çocuğun zihninde oluşan anne imagosudur. Arnold H.Modell “ Ölü Anne Sendromu ve Travma” isimli makalesinde Green’in ruhsal olarak ölü annenin içselleştirilmesini tanımlamak için tedbirli bir şekilde annenin içsel temsiline gönderme yapan “imago” terimini kullandığını söyler. Imago terimi bilinçdışı bir özdeşimi göstermektedir. (Arnold, 1999)
Green, bebeğin annenin duygusal olarak yokluğuna tepki verdiğini söyler, bu tepki nesnenin varlığında oluşmaktadır. Green, ölü anne ile annenin depresyonunu vurgular. Geçmiş yaşantılarından ötürü depresif semptomlar gösteren annenin ilgisini aniden çekmesi, hiç bir uyarıcı sinyal olmadan sevginin çekilmesi, bebek tarafından bir felaket olarak algılanır. Green'e göre bu değişiklik büyük bir narsistik yaralanmaya neden olur.
Kurulum aşamasındaki ego bu nesne kaybı ile baş etmek için bir takım savunmalar geliştirir. Green'e göre bu savunmaların ilki maternal nesneden yatırımın geri çekilmesi ve ölü anne ile biliçdışı bir özdeşim yapılmasıdır. Hem nesneden vazgeçiş hem de eşzamanlı olarak nesnenin kannibalistik bir biçimde korunması olan bu özdeşim en başından itibaren bilinçdışıdır.
Sonuç olarak André Green’in “Ölü Anne” kavramı doğrultusunda yaşamının erken döneminde ötekinin yoksunluğunu yaşantılamış kişinin, ne ölü ne de canlı olamadığı bir kendilik ile hapsolduğunu düşünebiliriz.



2.2 NEO - FREUDYENLERİN ORAL EVREYE VE ORAL FİKSASYONA KENDİ AÇILARINDAN BAKIŞI
Eric Erickson, Freud'un gelişim evrelerini, sadece çocukluk döneminden çıkarıp yaşlılığa kadar süren bir yolculuk olarak geliştirmiştir. Ona göre, erken dönemde çevresindeki insanlara bağımlı olan bebeğin geçirdiği aşama temel güvene karşı güvensizliktir. Erickson'a göre bebeğin fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarının yeterli ölçüde hazza ulaşması ya da ulaşmaması, kişilik gelişimlerinin ilk dönüm noktasını oluşturur. Gereksinimleri karşılanan, fiziksel ihtiyaçları giderilen, duygusal ihtiyaçları doyurulan bebeklerde güven duygusu oluşur. Bu çocuk için dünya iyi bir yerdir, insanlar sevecendir ve başkalarına yakınlaşmakta bir sakınca yoktur. (Burger, 2006) Bunun tam tersine duygusal ve fiziksel ihtiyacı karşılanmayan bir bebek ise temelde güvensizlik duygusu geliştirecek, yabancılaşma, içe kapanma ve kendisiyle diğerlerine karşı güven sorunu yaşayacaktır. Melankoliklerde de bu izolasyon ve güvensizlik sorunu sıkça görülmektedir.
Sullivan, Freud'dan farklı olarak gelişim evrelerinin büyük oranda toplumsal durumlarla belirlendiğini söylemiştir. (Burger, 2006) Sullivan, ergenliğe daha çok odaklanmış olsa da ergenlik öncesi gelişim dönemlerine dair de görüşler geliştirmiştir. Freud'un oral evresi, Sullivan'da 'doğumdan, iletişim aracı niteliğinde olmayan sözlü konuşmanın ortaya çıkışı' olarak karşılık bulur. Bu ve diğer gelişim süreçlerindeki bozuk yaşantılar, kişinin kendisine ve diğer insanlara ilişkin yetersiz ve yanlış personifikasyonlar geliştirmiş olması sonucu normal dışı davranışlar göstermesine neden olur. Kişi, diğer insanları nitelendirirken kendine ilişkin kişileştirmenin etkisinde kaldığından, onları da kendini değerlendirdiğe biçimde değerlendirir. Dolayısıyla, kendine ilişkin yetersiz ve yanlış kişileştirmeler geliştirmiş bir insanın, başkalarına ilişkin algıları da yanılgılarla doludur.(Geçtan, 2000) Buna paralel olarak melankolik bir bireyin depresyon semptomları incelendiğinde hem kendisini hem de ötekini sağlıksız bir biçimde değerlendirdiği görülür.
Erich Fromm, bebeğin yaşamını sürdürmesinin iki yönlü olduğunu söylemektedir. Bunlardan ilki bebeğin fiziki ihtiyaçlarının giderilmesi, ikincisi ise annenin ona yaşam sevgisi aşılamasıdır. Fromm'a göre; " Süt sevginin ilk yönünü bakım ve onayı simgeler. Bal yaşamın tatlılığının yaşama sevincinin, yaşamının verdiği mutluluğun simgesidir." (Fromm, 2009) Fromm'a göre sadece 'süt' ile beslenenlerle 'hem süt hem de bal' ile beslenenler arasındaki fark, gözlenebilir niteliktedir. Fromm, annenin bal verebilmesi için iyi olmasını yeterli bir koşul olarak görmez, aynı zamanda mutlu da olmalıdır. Eğer anne korku içindeyse bu durum çocuğa da yansıyacaktır. Melankolik insanlarda görülen yaşama sevincinin kaybedilmesi, belki de Fromm'un görüşü çerçevesinde baldan eksik kalmaları olarak görülebilir.

3.MELANKOLİ VE ÖTESİ: ORAL FİKSASYON VE MELANKOLİ ARASINDAKİ BAĞ
Melankoli, Freud'a göre sevgi nesnesinin hayali kaybıdır. Bu sevgi nesnesi ile tanışıldığı ilk dönem oral dönemdir. Bebeklerin ilk andan itibaren ihtiyaç duydukları, kendisiyle bir gördükleri, 6. aydan itibaren ise bağlanarak ayrıştıkları bu nesnenin yoksunluğu, bebeğin yeterli haz alamamasına ve oral evrede fiksasyon yaşamasına neden olur. Bu açıdan sevgi nesnesiyle oral dönemde karşılaşıldığı düşüncesinden hareketle, depresif formların temelinin oral dönemde fiksasyon sonucu atıldığı söylenebilir.

3.1 FREUD'UN GÖZÜNDEN MELANKOLİ: ORAL FİKSASYON VE MELANKOLİ İLİŞKİSİ
Freud, "Yas ve Melankoli" adlı yazısında melankoliyi ayrıntılı olarak tanımlar ve melankolinin sevilen bir nesnenin kaybına karşı verilen bir reaksiyon olduğunu ifade eder. Yastan farklı olarak melankolide nesne çoğunlukla ölmemiştir fakat sevilen bir nesne olarak yitirilmiştir. Yani kayıp gerçek olmaktan çok emosyonel bir kayıptır. Freud'a göre hasta melankoliye neden olan kaybın farkında olsa ve kimi kaybettiğini bilse dahi "kendi içinde" neyi kaybettiğini anlayamaz, bu da melankolinin bilinçdışı kaybı ile ilişkili olduğunu göstermektedir. (Freud, 1917)
Melankoliklerde, benlik saygısında alışılmadık bir düşüş ve egoda büyük bir ölçüde zayıflama gibi belirtiler vardır.(Freud, 1917) Freud, melankolik bir bireyin egosunun değersiz ve boş bir hale geldiğini söyler. Ona göre hasta, kendisini(kendi egosunu) değersiz, beceriksiz ve başarısız olarak sunmaktadır. Kendisini kınar, kötüler, cezalandırılmayı bekler ve kendi kendini alçaltır. Tüm bu belirtiler egosunun ne denli zayıfladığına dair açık bir kanıt sunmaktadır. Freud'a göre bu kişiler, egoları ile ilişkili bir kayba işaret etmektedir.
Kişinin kendi içinde neyi kaybettiğini anlayamaması, kendisinde herhangi bir değişiklik görmemesine neden olabilir. Eleştiri okları geçmişe de yönelerek, bütünüyle başarısız biri olduğunu, hiç bir zaman iyi olmadığını ilan eder. "Bu aşağılık sanrıları ile ortaya çıkan tablo, uykusuzluk, beslenmeyi reddetme ve her canlıyı hayata bağlayan yaşam içgüdüsünü yok etme ile tamamlanır." (Freud, 1917) Freud'a göre melankoliklerdeki en belirgin özellik moral zeminde egonun yetersiz bulunmasıdır.
Aslında melankolik bir hastanın kendilik değerine, egosuna dair yaptığı bu kınamalar, alçaltmalar incelendiğinde erken dönemde yitirilen sevgi nesnesine dair hissedilenlerin kendine yöneltilmesi sorunsalı ile karşılaşılır. Freud, melankolik bir hastanın klinik tablosunun anahtarı olarak bu yön değiştirmeyi görmekte ve bunu şu şekilde ifade etmektedir: "Kişinin bir sevgi nesnesine yönelik kınamaları, kendi egosuna doğru yön değiştirir." Kısacası kişinin öfkesi ve düş kırıklıkları gerçek nesnesine yöneleceğine kendisine yönelmiştir.
Erken dönemde, bilinçdışı süreç içinde sevgi nesnesini yitirmiş ve bunu bilinçli olarak anlamlandıramamış bireyde, ihtiyaç duyduğu bu sevgiyi alamamanın öfkesi bulunmaktadır. Nitekim Freud, melankoliklerinin verdikleri tepkilerin, "ezik melankolik pişmanlığa dönüşmüş öfkeden kaynaklandığını" söyler. (Freud, 1917)
Freud sevgi nesnesinin yitimi ile egonun yitimi arasındaki sürecin basit bir şekilde anlaşılabileceğini öne sürer. Ona göre erken dönemde seçilen nesneye bağlanılmış ve ona yatırım yapılmıştır. Ancak bu nesnenin kendisini reddetmesinin sonuncu yaşanan hayal kırıklığı öznenin nesne ilişkisinin yıkılmasına neden olmuştur. Bu yıkımla birlikte, nesneye yapılan libidinal yatırım geri çekilip farklı bir nesneye yönlendirilememiş ve egonun içine geri çekilmiştir. Bu noktada Freud'a göre; "...ego terkedilmiş nesneymiş gibi davranılmaya başlamıştır. Nesne yitimi, ego yitimine dönüşmüştür." (Freud, 1917)
Freud, melankolide ambivalansa dikkat çeker ve buradan yola çıkarak oral dönem ile melankoli arasında bir ilişki sunar. Ona göre kendi dışındaki bir nesneye yapılan yatırım bir ambivalans taşır. Bu ambivalans, oral veya kannibalistik dönemdeki egonun, nesneyi yiyip yutarak içe almayı istemesine neden olur. Oral dönemle ilgili olarak Freud şuna işaret eder: "Abraham, melankolinin ağır formlarında görülen beslenmeyi reddetme davranışını bu süreçlerle bağdaştırmakta kuşkusuz haklıdır." (Freud, 1917) Freud, ambivalansın ilk kez, oral dönemin sonlarına doğru, bebeğin dişleri çıkmaya başladığında görüldüğünü söyler. Ona göre oral evrenin ilk aşamasında nesne(meme) ile ilişkide ambivalans bulunmaz, bu süreçte sadece ağızdan içe alma söz konusudur.
Freud, melankoliye yol açan sevgi nesnesinin yitirilmesinin, sevgi ilişkilerinde ambivalansın ortaya çıkmasına neden olacağını belirtir. Ona göre ambivalans başlı başına bir çatışmadır. Ambivalansa bağlı bu çatışma, Freud'a göre melankolinin ön koşuludur. Özne, nesne kendisini bıraktığı halde bırakamadığı sevgisiyle, nesneye dönüşen egoya saldıran, nefret içinde olan bir çatışmanın ortasında kalmaktadır.
Melankolik birey kendi içinde kaybettiğinin ne olduğunu bilmeden, yitirdiği nesneye hissettiği öfkeyi bastırarak kendini cezalandırmaktadır. Freud, intihar eğilimini açıklarken şu ifadeleri kullanır: "...melankolinin analizi, egonun ancak dış dünyadaki nesnelere özgün tepkisini simgeleyen ve bir nesne ile ilişkili olan düşmanlığını kendisine yöneltmesi, kısacası nesne-yatırımına dönerek kendine bir nesne gibi davranması durumunda kendisini öldürebileceğini göstermektedir". (Freud, 1917) Oral dönemde nesne seçimine yönelerek libidinal yatırım yapmış ancak karşılık bulamayarak, egosunu nesneye çevirmiş olan bir bireyin, hissettiği düşmanlığı kendine yöneltmesi kaçınılmazdır. Bu noktada Freud, her ne kadar nesneden kurtulunsa da, nesnenin egodan daha güçlü olduğunun kanıtlandığını söyler. Gelişim dönemlerinin herhangi birinde yaşanan fiksasyon, organizmayı önceki dönemlerine döndürüyorsa, oral dönemde nesneyle yaşanan kayıp, organizmayı regrese ederek önceki inorganik haline dönmek istemesine neden olabilir mi? Libidonun saplanması, bununla eşgüdümlü çalışan ölüm dürtüsünün gücü ele alarak bireyi kendi yıkımına götürme istemiyle dolduracaktır. Bu tür hastaların nesne ilişkileri sado-mazokistiktir; ya kendisini berbat, değersiz hisseder ya da persekütörle özdeşim yaparak etrafındakilere çile çektirir. İntihar da bunun doruk noktasıdır. (Gabbard, 1994)
Freud, melankolik bir bireyin, nesne ile olan ilişkisinin karmaşık olmasının nedeninin ambivalansa bağlı çatışmalardan kaynaklandığını söyler. Melankolik birey, nesne üzerinden sevgi ve nefretin karşı karşıya geldiği sayısız mücadele yaşamaktadır. Freud'a göre "bu çatışmaların bir kısmı libidoyu nesneden ayırmaya çalışırken, diğerleri saldırı karşısında libidonun konumunu korumaya çalışır." (Freud, 1917) Freud, depresif hastalarda bulunan ambivalans nedeniyle, düşmanca duyguların sevme yetisini engellediği sonucuna varmıştır. Psikoseksüel gelişim dönemlerine gerileme modelini depresyona da uygulayarak oral döneme ait sorunların kişiyi erişkin yaşamda depresyona yatkın hale getireceğini ileri sürer. Buna göre oral dönemle ilgili çözülmemiş bir çatışma, oral doyuma aşırı gereksinim duyma, sürekli oral doyum arama ve arzulanan, ancak hayal kırıklığına uğratmış olan nesneyi bilinç dışı mahvetme istekleriyle bağlantılıdır. Depresif hastanın geçmişteki bir gelişim aşamasına, sadistik duyguların çok güçlü olduğu oral döneme gerilediğini savunur. (Özmen, 2001)

3.2 MELANKOLİDE DİNAMİK NEDENLER: ABRAHAM, KLEIN, FENICHEL VE DİĞERLERİ
Ruhsal aygıtın, iç ya da dış nedenlerle dengesi bozularak baş etme düzeyini aşarsa, organizma işlev düzeyini, gelişim sürecinin bir alt basamağına indirerek dengesini orada sağlamaya çalışmaktadır. Bu süreç ilerlediğinde ise bir takım patolojik belirtilerin ortaya çıktığı görülür. Psikanalistler, depresyondaki gerilemenin erken çocukluk dönemine ait ayrılış yaşantılarının yarattığı depresyondan kaynaklandığını öne sürerler. (Koptagel - İlal, 1999)
Yenidoğan bir bebek, annesi ile ayrışmamış vaziyettedir, büyüdükçe dış dünyaya yönelik dikkat ve algısı artsa da bir özne olduğu algısına ulaşmamış ve kendini henüz nesneden ayırmamıştır. Bu nedenle annesinin kaybını kendiliğinin bir kısmının kaybı gibi yaşantılar ki bu da depresyonun ilk alt yapısıdır.
Abraham, depresyon teşhisiyle izlediği hastalarının klinik görünümlerinden yola çıkarak, sevilen kişinin kaybını ve regresyonu ön plana koymuştur. Ona göre sevgi nesnesinin yitirilmesi, depresyonu ortaya çıkaran temel nedendir. Bu yitim, psikoseksüel gelişim dönemlerinin önceki evrelerine gerilemeye neden olur. Bu gerileme oral evreye kadar erişir ve bu evreye ilişkin belirtileri ortaya çıkartır. (Köknel, 1989) Melankoli patogenezinde oral erotizme yapısal yatkınlık, psikoseksüel gelişimin oral dönemde takılması, sevgi ile ilgili erken çocukluk döneminde örseleyici yaşantılar ve ödipal çatışma çözümlenmeden ilk gelişimsel travmatik hayal kırıklığının yaşanması gibi etkenlerin rol oynadığını öne sürmüştür. (Abraham, 1953) Abraham pre-ödipal dönemle ilgili şu varsayımı öne sürmüştür: "Oedipus karmaşasından önceki dönemdeki saplantı ve takıntılar kalıcı ve sürekli düşmanlık duygularına yol açar. Yaşamın ileri çağlarındaki düş kırıklığı ve engellemeler, ağız dönemine ilişkin saplantı ve takıntıların ve bunlara bağlı düşmanlık duygularının, kızgınlık ve öfkenin ortaya çıkmasına neden olur. Bu durum depresyonun temel nedenidir." (Köknel, 1989)
Otto Fenichel, depresif kişinin çocukluğunda narsisistik bir zedelenmeye uğradığını, böylece benlik saygısı ile sevginin birbirine eşlendiğini; kişinin diğerlerinden beklediği olumlu yanıtları alamadığında benlik saygısının düştüğünü ileri sürmüştür. İntihar düşüncelerini, kayıp sevgi nesnesi ile bütünleşme isteğinin doyurulması fantezileri ile ilişkilendirir. (Fenichel, 1974)
Klein, çocuğun gelişim süreci içerisinde depresif pozisyon denen büyük bir ambivalans dönemi tanımlamış ve depresyonu bu dönemle ilişkilendirmiştir. Yaşamın ilk 6 ayı paranoid şizoid, ikinci 6 ayı ise depresif pozisyon dönemine karşılık gelir. Çocuk yaşamının 2-6. aylarında kötü ve iyi nesne imgelerini tek nesne halinde bütünleştirdiği zaman, annesine yönelik yıkıcı fantezilerinin onu yok etmiş olabileceğinden rahatsızlık duyar. Bu dönemde çocuk hem sevgi nesnesini çok ister hem de ondan nefret eder. Klein depresif kişilerin çocukluktaki bu depresif dönemi aşamadıklarını 'iyi' içsel objeler oluşturamadıklarını ifade eder. Ona göre depresif hastalar kendi yıkıcılık ve hırsları yüzünden sevdikleri içsel objelerini mahvettiklerini ve bunun sonucunda nefret ettikleri 'kötü' içsel objeler tarafından kendilerine kötülük edileceğini hissederler. Bu çatışma çözümlenemezse ileride çocuk depresyona yatkın hale gelir ya da başka bir deyişle normal bir gelişim dönemi olan depresif pozisyondan hiç çıkamamıştır. (Özmen, 2001)
Depresyon, hastalar tarafından bozuk başarısız ilişkiler bağlamında ortaya çıkan bir benlik saygısında bozulma olarak hissedilir. Çocukluk dönemine ait ilişkiler majör depresif hastalık ortaya çıktığında tekrar aktive olur. Hastanın iç dünyasında acı çektiren nesne ilişkileri dışsallaştırılır ve hastanın dış dünyasındaki halihazırdaki ilişkilerine yansıtılır. Hastanın çok yakın ilişkileri ve benlik saygısının korunması yakından ilişkilidir. (Strupp ve ark. , 1982)
Heinz Kohut gibi kendilik psikologları ise, çevre ile olan ilişkilerin benlik kohezyonu ve saygısını sürdürmeye katkısı üzerinde durur. Buna göre, depresyon kendilik nesnelerinin, selfin aynalama ve ikizlik etme ya da yüceleştirme gereksinimlerini doyurmakta yetersiz kalmasına bağlı gelişen umutsuzluk halidir. (Kohut, 1995)
Ego psikolojisinde önemli bir yere sahip Edward Bibring'e göre ise, her insanın benliğinin değerli ve uyumlu olması için ulaşmaya çalıştığı amaçları, gerçekleştirmeye çalıştığı beklentileri, emelleri vardır. Bunlar benliğin özseverlik emelleri olarak adlandırılır ve her bir emeller grubu belli bir psikoseksüel gelişim döneminde kendine yer bulur. Örneğin, değerli, doğru, güzel sevilen, tanınan bir insan olmak; değersiz, hatalı, çirkin, kötü sevilmeyen, tanınmayan bir insan olmamak, oral dönemden kaynaklanan emeller grubudur. Başlangıçta, bu emeller, bu dönemlerle ilişkili dürtülere karşı oluşturulmuş savunma düzenleri olsa bile, zamanla onlardan bağımsızlaşarak, benliğin malı olur. Benliğin amaçlarına, beklentilerine, emellerine dönüşür. Benlik özdeğerini korumak için bu emelleri gerçekleştirme görevi üstlenmiştir ve eğer görevi yerine getiremezse, benlik kendi içinde çatışmaya girer. Bu çatışma kişide değersizlik, güçsüzlük, aşağılılık gibi duyguların doğmasına yol açarak, kişinin kendisine verdiği değeri azaltır. Bu durumda depresyonlara yol açar. Biebring'in kanısına göre, depresyonlar, benlik düzeyinden kaynaklanan hastalıklardır. Altbenlikten kaynaklanan ve özdeğeri oluşturan öğeler benliğin malı olarak kabul edildiği için, depresyonlarda albenlik, benlik ve üstbenlik çatışmasının bulunması gerekmez. İnsanda özsever amaçların, emellerin çok güçlü olması ve bunların gerçekleşmesindeki engeller özdeğeri azaltarak depresyona yol açar. (Köknel, 1989)

4.TARTIŞMA VE SONUÇ
Daha henüz kendi ihtiyaç ve yerine getirilmemiş isteklerinin bilincine varamayacak düzeyde bulunan ve yaşamının en erken döneminde gereksinimi doyurulmayan bir bireyin, bu durumdan yara alması ve ya bu eksikliğin onda bir baskı meydana getirecek olması kaçınılmazdır. Öyle acılar vardır ki, bilincin gelişimini tamamlamasından çok önce ortaya çıkmışlardır. Bunlar biyolojiktir, ancak buna rağmen hafızaya kaydedilirler. (Janov, 1997)
Oral evrede bilincin gelişimini tamamlamasından önce ortaya çıkan, tamamen alt benliğin hakimiyetinde olan ve bilinçdışı süreçlerin yönettiği bir evredir. Bu evrede ruhsal aygıtın parçalarının ve bir anlamda kendisinin oluşmasını sağlayacak pek çok yapı taşı bu evrede oluşmaktadır. Bu nedenle oral evrede yaşanan saplanma, özellikle depresif formlarının temelinin atılması açısından incelenmeye değerdir.
Kişinin kendiliğinin, ego kurulumunun başlangıcına imza atılan, öteki ile ilk kez karşılaşılan, dürtülerin kendini göstermeye başladığı bu çok önemli evrede, istek, gereksinim ve ihtiyaçların doyurulamamasının bireyde yaralar açması kaçınılmazdır.
Oral evrenin kendilik oluşumu ile ilgili mihenk taşı olması ve melankolide var olan kendilik değerinin aşırı düşüş göstermesi, nesne ilişkileri ötekinin arzulara yanıt vermemesi yüzünden yıkıma uğrayan kişinin yaşadığı oral saplanma ve melankolideki sevgi nesnesinin kaybı, oral evrede erosun temelleri atılmışken libidinal yatırımın geri çekilerek egonun nesne haline getirilmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan saldırganlık dürtüsünün içe yönelmesi gibi faktörler, oral fiksasyon ile melankoli arasında bir bağ olduğu varsayımını güçlendirmektedir. Freud'da bunaltıyı, cinsel yaşamdaki libido içindekilere bağlamış ve bunaltının nedenini "şekli belirsiz uyarmaya, kışkırtılmış fakat ne doyurulmuş ne kullanılmış libido uyarması"na bağlamıştır. Sıkıntının kaynağını işlevinden çevrilmiş libidoya dayandırmıştır. (Freud, 1996)
Dürtülerin temellerinin atıldığı oral dönemde, fiksasyon sonucu saldırganlık dürtüsünün bireyin kendisine yönelmesinin nedeninin gerginliğin dışarı atılamaması olduğunu söylemek ne denli yanlıştır? Oral evrede haz vermeyenin dışa atılmasının, oral fiksasyonda egonun nesnenin yerini almasından ötürü atılamaması ve bu hazsızlığın(gerginliğin giderilememesinin) kendine yönelen bir saldırganlığa yol açtığı düşünülebilir. Freud, Eros ve saldırganlık dürtüsünün yaşamın tüm süreci boyunca birbirine karıştığını ve ölüm dürtüsünün özellikle kendini dışarıya yönelik saldırganlık biçiminde gösterdiği zaman, aslında Eros'un niyetlerine yardım için geldiğini söyler. (Freud, 1996) Yani, erken dönemde doyum sağlayamamış, libidosu saplanmış organizmanın, kendine yönelen öfke biçiminde ortaya çıkan depresif semptomlarla kendisini bütünleyen, saldırganlık dürtüsünü yardıma çağırdığı söylenebilir.
Oral dönemde, içe alma, içeride tutma ve tükürme, dışarıya atma süreçlerinin hem içinde hem de sonunda bir dizi ego çekirdeği oluşmaktadır. Egonun nihai biçimini alması da o çekirdeklerin bir ahenk içinde bütünleşerek, dağınık, parçalı küme halinden çıkması sonucu ile gerçekleşmektedir. Peki bu ego çekirdeklerinin oluşması esnasında yaşanan saplanmaların melankolik bir bireyde meydana gelen kendilik değerinin düşmesi ile bir alakası bulunmakta mıdır? Doyum yaşayamamış bir organizmanın ego çekirdeklerinin oluştuğu bir aşamada ahengi kaybetmesi sonucu kendilik temellerinin de çok 'ahenkli' bir şekilde atılmayacağını söylemek çok da yanlış olmasa gerek. Sağlıksız ego çekirdekleri, geçmiş dönemde yaşantılanan nesne kaybının tetiklenmesi ile depresif forma uygun ortamın, melankoli semptomları çıkarması mümkündür. Bu bize, öz- saygının olağan üstü biçimde indirgenmesini, 'ben'in büyük ölçüde yoksullaşmasını, bilinçten çekilen bir nesne yitimi ile bağlantılı olduğu önermesine ulaştıracaktır. Bir anlamda temelleri çürük atılmış, nesnenin yerine konarak hırpalanmış bir ego, melankolide ortaya çıkan kendilik değerinin düşüşüne uygun bir zemin hazırlamaktadır.
Freud, melankoli ile katı ve cezalandırıcı üst benlik arasında da bir ilişki kurmuştur. Ancak bu ilişkinin köklerini oral evreye dönerek aramak mümkündür. Çünkü psikoseksüel gelişim dönemlerinin her hangi birinde yaşanan bir saplanma, muhakkak ki diğerlerini de bozacak hatta belki de bu dönemlere ilerlemeyi durduracaktır. Freud bunu, "...her evrenin sonraki oluşmalarda iz bıraktığını, ve bu izin daima libidonun düzeni içinde ve kişinin karakterinde bulunduğunu kabul ediyoruz." şeklinde ifade etmiştir. (Freud, 1996) Oral evrede nesne kaybı yaşayan organizmanın, bu sevgi nesnesi ile özdeşleşme evresinde onun yitiminden doğan bir cezalandırma istemi ile Freud'un ifade ettiği özelliklere sahip bir üst benlik kurulması mümkündür. Oral evrede temel güveni kazanamamış organizma, ileriki gelişim aşamalarında katı üstbenlik geliştirerek, önceden nesne yerine koyduğu egosunu cezalandırmakta ve bu noktada saldırgan dürtüsünü üst benliğin baskılaması ile dışarı çıkaramayıp, kendine yöneltmektedir. Aynı zamanda saldırganlığının diğerine yönlendirilmesi ketlenir çünkü organizma oral evrede ortaya çıkan dürtüleri nedeniyle nesneyi kaybettiğini sanmaktadır. Bir anlamda Horney'in ifade ettiği gibi 'sevgiyi kaybetme korkusu nedeniyle düşmanlığımı bastırmalıyım.' (Horney, 2013)
Oral evrede ötekine tümüyle muhtaç olan bebek, arzularına yanıt gelmediğinde hem çaresizlik ve ümitsizlik hissedecek hem de güvenli bir ilişki kurulamamış olacaktır, bu noktada temel güven duygusu sarsılacaktır. Melankolik bir bireyde çaresizlik ve ümitsizlik hislerinin baş köşede durması ve dünyayı tehlikeli görmesi, oral evreyle bir bağa sahip olduğunu düşündüren nedenlerden biri olmaktadır. Oral evrede doyuma ulaşamamış bir organizmada temel güven duygusunun oluşmaması, ilerleyen dönemlerde tetikleyici bir etkenle melankoli yaşayan bireyin bu temel güven duygusu sarsılmasını bilince çıkarmış olabileceği, fakat bu sürecin bilinçdışı gerçekleşmesi nedeniyle kendisi tarafından anlamlandırılamaması düşünülebilir.
Sonuç olarak, Freud'un melankolinin ön koşulu olan hem yaşantısal hem de yapısal kökenli olan ambivalan çatışma hakkındaki görüşleri ile oral evredeki sevgi nesnesi kaybının ardından nesne ilişkilerinin bozulması ve bu nesneye dair hem sevgi hem de nefret olarak ikircikli duyguların beslenmesi arasında bir bağ kurulabilir. Melankoliye yol açan neden, çoğunlukla gerçek bir kayıptan ziyade erken dönem nesne yitiminden kaynaklanan birbirine karşıt duyguların yüzeye çıkması, depresif temelin atılmasının üstüne zaten var olan bu ikircikliliği güçlendiren incinme, haksızlığa uğrama, hayal kırıklığı durumlarını içine almaktadır.

KAYNAKÇA

1. Freud, S. (1996). Cinsiyet Üzerine. İstanbul: Say
2. Freud, S. (1915). Instincts and their Vicissitudes. SE 14
3. Freud,S. (1985). Civilization, Society, and Religion [Uygarlık, Toplum, ve Din], çev. Angela Richards. London: Pelican
4. Geçtan, E. (1995). Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar. İstanbul: Remzi
5. Santrock, J.W. (2011). Yaşam Boyu Gelişim. İstanbul: Nobel
6. Burger, J. M. (2006). Kişilik. İstanbul: Kaktüs
7. Öztürk M.(2002). Ruh sağlığı ve Bozuklukları. Ankara: Nobel
8. Winnicott, D. W. (1988) Human Nature. London: Free As. Books
9. Karen, R. (1998). Becoming Attached. New York: Oxford University Press
10. Tura, S.M. (1996). Freud’dan Lacan’a Psikanaliz. İstanbul: Ayrıntı
11. Coward, Rosalind, Ellis J. (1984) Dil ve Maddecilik. İstanbul:İletişim
12. Geçtan.E. (2000) Psikanaliz ve Sonrası. İstanbul: Remzi
13. Fromm, E. (2006) Sevme Sanatı. İzmir: İlya
14. Modell, H.Arnold (1999) The Dead Mother and the Reconstruction of the Trauma. In The Dead Mother The Work Of André Green. London
15. Green,A. (1983). The Dead Mother In On Private Madness. London: Hogart Press
16. Freud, S. (1917). Mourning and Melancholia. London: Hogart Press
17. Janov, A. (1997). Nevrozun Anatomisi. İstanbul: Arıtan
18. Horney, K. (2013). Çağımızın Nevrotik Kişiliği. İstanbul: Sel
19. Koptagel - İlal, G. (1999). Psikodinamik Açıdan Depresyon. Depresyon, Somatizasyon, Psikiyatrik Aciller. Eker, E. (Ed). s.53-58
20. Abraham, K. (1953). Notes on the Psychoanalytical Investigation and Treatment of Manic - Depressive Insanity and Allied Conditions. New York: Basic Books
21. Özmen, M. (2001). Depresyonda Dinamik Nedenler. Duygudurum Dizisi, 6:283 - 287
22. Fenichel, O. (1974). Nevrozların Psikanalitik Teorisi. Çev: Dr. S. Tuncer, İzmir: Ege Üniversitesi Matbaası
23. Gabbard, G. O. (1994). Psychodynamic Psychiatry in Clinical Practice. Washington: American Psychiatric Press
24. Strupp, H. , Sandell, A. , Waterhouse G. ve ark. (1982). Psychodynamic Therapy: Theory and Research. New York: Guildford
25. Kohut, H. (1995). The Analysis of Self. Connecticut: International University Press
26. Freud, S. (1996). Psikanaliz Üzerine. İstanbul: Say
27. Köknel, Ö. (1989) Depresyon Ruhsal Çöküntü. İstanbul: Altın Kitaplar

Yazan
Bu makaleden alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir:
"Oral Fiksasyon ve Melankoli İlişkisi" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Psk.Selen MORAY'e aittir ve makale, yazarı tarafından TavsiyeEdiyorum.com (http://www.tavsiyeediyorum.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.
Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak Psk.Selen MORAY'ın izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.
     3 Beğeni    
Facebook'ta paylaş Twitter'da paylaş Linkin'de paylaş Pinterest'de paylaş Epostayla Paylaş
Yazan Uzman
Selen MORAY Fotoğraf
Psk.Selen MORAY
İstanbul
Psikolog
TavsiyeEdiyorum.com Üyesi7 kez tavsiye edildiİş Adresi Kayıtlı
Makale Kütüphanemizden
İlgili Makaleler Psk.Selen MORAY'ın Yazıları
► Anne-Kız İlişkisi Dr.Psk.Dnş.Ayavar Cem KEÇE
► Ebeveyn ve Çocuk İlişkisi Psk.Ecem DOĞANAY PIÇAK
► Bağlanma ve Çift İlişkisi Psk.Müge ADALI
TavsiyeEdiyorum.com Bilimsel Makaleler Kütüphanemizdeki 19,980 uzman makalesi arasında 'Oral Fiksasyon ve Melankoli İlişkisi' başlığıyla benzeşen toplam 58 makaleden bu yazıyla en ilgili görülenleri yukarıda listelenmiştir.
► Klinik Depresyon Nedir? Mayıs 2016
Sitemizde yer alan döküman ve yazılar uzman üyelerimiz tarafından hazırlanmış ve pek çoğu bilimsel düzeyde yapılmış çalışmalar olduğundan güvenilir mahiyette eserlerdir. Bununla birlikte TavsiyeEdiyorum.com sitesi ve çalışma sahipleri, yazıların içerdiği bilgilerin güvenilirliği veya güncelliği konusunda hukuki bir güvence vermezler. Sitemizde yayınlanan yazılar bilgi amaçlı kaleme alınmış ve profesyonellere yönelik olarak hazırlanmıştır. Site ziyaretçilerimizin o meslekle ilgili bir uzmanla görüşmeden, yazı içindeki bilgileri kendi başlarına kullanmamaları gerekmektedir. Yazıların telif hakkı tamamen yazarlarına aittir, eserler sahiplerinin muvaffakatı olmadan hiçbir suretle çoğaltılamaz, başka bir yerde kullanılamaz, kopyala yapıştır yöntemiyle başka mecralara aktarılamaz. Sitemizde yer alan herhangi bir yazı başkasına ait telif haklarını ihlal ediyor, intihal içeriyor veya yazarın mensubu bulunduğu mesleğin meslek için etik kurallarına aykırılıklar taşıyorsa, yazının kaldırılabilmesi için site yönetimimize bilgi verilmelidir.


00:34
Top