Mutlu Olmak Dengede Olmak Demektir.
İYİ OLANA DAVET
İyi olan herşeye davet vardır; asla zorlama olmaz, olamaz. İnsanın kötü olanı seçme hakkı kısıtlı olan iradesini kullanma hakkından gelir. Tabiki her seçimin sonucuda ödenmesi gereken bir bedel de olacaktır. Bu bedeli ödemeyi göze alan insanın akıbeti başlangıçtaki seçimleri ile şekillenecektir. İyiye yönelene iyi yol, kötüye yönelene kötü yol kolaylaşacaktır elbet. Bu fizik kanunu kadar net bir yaşam kanunudur. O kanun kitabında yazılanların terazisi çok hassastır. Sapmadan hükmünü en doğru şekilde vermektedir.
Yaşamın içindeki varlıkta eylem gösteren insanın ruhunda iyi ve kötü sürekli mücadele halindedir. Biz bunu iyi ben ve kötü ben olarak ifade ederiz. Ben olarak tanımladığımız kimliğimizi oluşturanlar da daha çok yaşam içindeki özgür irademiz ile şekillenen seçimler ile olmaktadır. Hangi tarafımızı daha çok beslersek, o tarafın sesi içimizde daha çok çıkar. Sesi daha çok çıkanın kulağa gelişi kolaylaşır. Ne duymak istiyorsun sordun mu kendine?
Biliyoruz ki çoğumuz başımıza gelen olumsuzlukları, başkalarından bilme, çoğu zaman kadere bağlama eğilimindeyizdir. Ancak ne tesadüftür ki kötüye dair olanları dışarıda bir şeylere bağlarken, başımıza gelen iyi bir durumu, başarıyı kendi çabamıza bağlarız. Bazıları da, kendisinin iyi olduğunu düşünmek için çevresinde suçlayacağı bir kötü arar yoksa da sabote ederek yaratır. İşte tam bu tezatlık ruhumuzun kötü olandan arınarak iyi olanı kendine yakıştırma içsel eğiliminden gelir. Doğrudur da; insanın özünün doğasında mutlak bir tarafsızlık içinde denge bulmuş, sağlıklı,akil bir bilge vardır. Bilge bir ben,zat, kişilik..
O bilge yaşama yorumsuz olduğu gibi bakar. Siyah ve beyaz renklerle ayrılmış bir yaşamdan ziyade bir çok rengin etrafa dağıldığını görür. Çıkış yolunu, ışığı takip ederek bulur. Önüne bir engel çıkıp düştüğünde, üzerindeki tozları temizleyip yoluna devam eder. Bir günü diğer gününe benzemez. Öğrenmeyi yenilenmek ve kendini aşmak için sürekli ister. Boş ve gereksiz sohbetin olduğu ortamdan çabuk sıkılır. Gezer, keşif eder, bitmez bir merak içinde çevreyi seyreder. Sürekli hayret içindedir ve hayreti hiç bitmez. O sebeple dünya yaşantısından çabuk sıkılıp, herşeyi çabucak tüketip, değerli olanı değersizleştirip yaşamını cehenneme çevirmez. En küçük şeyden bile mutlu olabilirler. Ki bu mutlulukları orta yolu bulmalarından gelir. Dengeli bir varoluş içinde olduğunu görürsün. Şu iyi şu kötü, bu çok mükkemel, şu çok lanet gibi çılgın uçlarda yaşamayı hatta ağızlarında cümle olarak almayı dahi istemezler.
Yorum yapmayı çok sevmez. Ne kendisine ne başkasına zulüm etmekten kaçınır. Ve muhakak ama muhakak insan seçer. Bu seçim kendini beğenmişliğinden değil, ruhunun toprağına hangi suyun gelip besleyeceğinin önemini bildikleri içindir. Beş duyusundan girecek olan uyarana dikkat eder. Yer, zaman ve mekan yönetimini doğru yaparak yaşam pınarını taze tutar. Gidemezse sabreder, anlatamayacağı bir ortamdaysa susar, kalbi yumuşamaya elverişli bir kişi yanındaysa yorulmadan konuşur aşık olur. İnsana dair olan herşeyi bilir. Kötünün de iyinin de farkındadır. Seçimi tabiatına da uygun olarak iyiden yanaysa latifliği artar, saflığı cehaletinden değil ilmindeki derinlikten gelir.
Bir başak gibi büyüdükçe boynu eğilir. Güneşi her yanından görenlerdir onlar, ışıkları bir damla olsa, karanlığın içinde büyür aydınlatır. O ben dediği bendenizinde yüzmeyi bilmeyene dalgası sert olur. Savurup kıyıya atıverir, çer çöp biriktirmez bendenizinde. Ona nasıl geldiğin önemlidir aslında. Herkesi kabul edip misafir eder, halil Ibrahim sofrasını ortaya koyar, gelenden çok getirilen önemlidir sofraya. Dünyadaki benlikleriyle gelende olur, özündeki potansiyelin merakıyla gül gibi açmayı arzulayan da oturur o sofraya. Tuza uzanan da bellidir suya uzanan da. Herkes hak ettiğini yer kalkar onun sofrasından. Kimisi çöker kalır kalkamaz, yemez de aç kalmaz da seyretmesi güzeldir bilir. En mutlular hep yorumsuz seyretmeyi bilenlerden çıkar. Donmadan, bulanmadan akmak ne güzel diyenler onlar değil midir? Affedip kin tutmayan, öc peşinde koşup ziyan olmayan, dünya malı istiflemeyen, fakirlikten korkmayan, ölümü bayram günü gören hep onlar değil midir? Onların sabrının kırıntısını dağıtabilseydik eğer ruhsal hastalıkları kökünden çözerdik belki de kimbilir?
İyi olana davet vardır diyerek başladık cümleye nerelere geldik. Davete uyanın karşısına çıkacak özdeki akil, orta yolu bulmuş dengeli benliği anlatmak çok uzun surer elbette. Gündelik yaşamın akışına kapılmış insan ben geçimimi sağlamaya çalışıyorum bunları mı düşünüceğim diyebilir elbet. Bunları düşünse aslında geçim derdi de kalmayacak da neyse… Herkes o sofradan hakkı olanı kadarını alır, ne eksik ne fazla. Sofra başına çöküp kalanların alacağı da başkadır elbet. Onların derdi midedeki bağırsağı doldurmaktan çok ötedir elbet.
Yaşam içindeki insana dair olan herşey psikolojinin konusudur. Mutlu olmayı isteyen insanın, mutluluk arayışı sırasında dünya girdabı içinde nasıl savrulduğunu gören her psikolog birşeyler söylemek zorundadır. İyi benin açığa çıkmadığı her mutluluk eksikitir. Benlik kötü olanı içinden tamamen söküp atamaz, onu dizginleyip ve ehlileştirir. Mücadele ve mutlak çaba gerektirir, tabiki bedel ödemek doğasında vardır. Cefasını çekmediğinin sefasını sürmek ancak hırsızlıkla olur.
Ruhunun çayırlarında iyiliğin yeşermesi için topraktaki ayrık otlarının temizlenmesi gerekir. Ayrık otu yayılmacıdır, ne kadar geç sökmeye başlarsanız o kadar çok alanı işgal etmiş olacaktır. O ruhun işgalcileri, gündelik hayatımızın rutinine sıkıca yerleşirler. Çevrenizde görmüşsünüzüdür, hırs ile kazanmaya çalışanı kazandıklarını istifleyenleri, paylaşmayanları, fakirlikten korkanları, savuranları ve kalbini dünya yaşamından ötesine kapayanları,şehvete esir kalanı. Sokak hayvanlarına acımayanları, ihtiyaç sahibini gözetmeyeni, kin tutup öc peşinde koşanları, ölmeyecek gibi yaşayanları, zulüm edip zalim olanları, plan yapıp ayak kaydıranı, söz ile itibara kastedeni, kadına çocuğa kıyanı,çok konuşup az susanı, yetime mazluma acımayanı, bozgunculuk yapıp suküneti bozanı, aşırıya kaçanı, sürekli aceleci olup durulmayanı, görmüşsündür çevrende…. İşte onlar mutsuz olanlardır, zengin olunca mutlu olunuyor sanıyorsan o başka. Dünya malının yükünün benliğimizin omuzlarındaki yükü ağırdır. Beli kambur eder, sen tevazudan eğilmiş sanırsın. Bilsen o yükün ağırlığını fakirliğine sevinip dağlara kaçarsın.
Bir an önce çamura, kire bulanıp temizliğe başlamak gerekir, çok geç olmadan. O ayrık otlarını temizlerken, çapan sabır, küreğin iyi eylemlerdir. Tüm bu çabanın sonucunda ortaya çıkacak hal, psikolojik iyi oluşun en temel şartı olan dengeli, orta yolu bulmuş bir ben ile yaşamak ile mümkün olur. İyi olana davet vardır zorlama olmaz. Buyurunuz davetlisiniz…
İyi olana ulaşmak için, ilk önce ruhunun karanlık delhizlerinde dolaşmak gerekir. Karış karış aklının anılarını masaya yatırıp, zararlı otlarını temizlemen gerekir. Bunu en iyi, serbest çağrışım çalışmalarıyla yapabildim. İzin verdim zihnimden gelen her duyguya, düşünceye. Serbestçe akmalarını sağlamak için yazdım, resim çizdim, müzikle ritim tuttum. Şükürle abdest alıp, samimiyetle ibadet ettim. Kimseyi kandırmadan, vitrine koymadan gizlice yaptım. Sembollerle, temsillerle, ritimle akıp dışarı geldiler. En anlamsız cümle dizilimlerinin arasında, en anlamlı duygular açığa çıktı. Dışarıdan anlaşılmayacak karalamaların arsında kalbimin kırılganlığının çizgileri vardı. Siz duyamasanız da, göremeseniz de ben duydum, gördüm. Kendi ruhumun tanığı bendim o anlarda. Kendimde kendimi izledim. Yaratılmışlığıma şahit oldum. Aklımın sanat üreten, duygu üreten kutsallığına da, bağırsağımın dışkı üreten iğrençliğine de aynı anda şahit oldum. İki zıtlık arasındaki düalizmi söktüm attım. Tek ve bütün olmanın, öylece yekpare tek parça kalmanın huzurunu keşif ettim. Kulağıma gelen bir notada, atalarımın acı çeken çığlıkları vardı. Çok başka iletişim yöntemleri ile ruhuma dokundum. Saatlerce yüzdüm, suyun içinde dans ettim, balık gibi hissettim ve derin sulardan korkmamayı öğrettim kendime. Derinliklerin içinden huzuru çekip aldım. Ayak basmaktan korktuğum, kuytu köşe karanlık yanlarımdan ne ışıklar saçıldı bilseniz. Ruhumun bam telini serbestçe çağrıştırdım, çığlık çığlığa konuşturdum onu. Aklımın gerçekle bağını koparmadan, gerçek üstü olanın peşinden iz tuttum. Benliğimin köşe bucak kuytularında bırakılmış ip uçlarının peşinden koştum. Yaratıcının ikramlarını dışarıda arayan uykulu cahil gözlerim, benliğimin iç diyarlarına bakmayı öğrendiğinden beri, büyüdüm, büyüttüm çocukluğumu. Benliğinin merkezine doğru yaklaştıkça, yorumsuz bir şekilde hayatı izlemeyi öğreniyorsun. Merkezde konumlanmış bakış açısı yaşamda olmakta olan olaylardan en az etkilenmeni sağlayıp seni dengede tutuyor. Olan her şeyin mutlak oluşta cereyan ettiğini fark edince, her şeyin bir amaca hizmet ettiğini fark ediyorsun. Yorumsuz bakabilen gözlerin şahitliği, tarafsız seyretmeyi öğrenmiş yetişkine çok yakışıyor. Hayat planının bir parçası olduğunu fark edip, planın sahibine güvenini tazelediğinde, akıntıya sırt üstü uzandığında, yaşamın amaçlı ilerleyişine teslim oluyorsun. Teslimiyet, başlangıçta zayıflık gibi gelen, kadercilik gibi küçümsenen teslimiyet. Seni olduğun halden daha iyi bir hale doğru alıp götürüyor. Telaşa ve paniğe kapılmadan hayat denizinde sakince akıp gitmek ne güzel.
İyi olana ulaşmak, dengeye ulaşmak, o kaosun ortasındaki huzurlu noktayı yakalamak çaba istiyordu. Anlamlandırmak gerekiyordu. Kendinle yüzleşmek gerekiyordu. Travmatize edilmiş çocuk yanlarını keşif edip onu iyileştirmek gerekiyordu. Affetmek gerekiyordu. Affettikçe, ruhunda açılacak alanlara iyi oluşun dengeli sesi yayılıyordu. Bilincinin travmatik yaralarıyla konuşan, geveze ergen çocuğu sustukça, olgun bilge öğütlerine başlıyordu. İyi olana giden yol kişiler adedincedir. Kendi yolunu o bilge sana tarif ediyordu. Sen duyuyordun evet, ilk defa laf üstüne laf binmeyen sakin bir iç sesin keşfi kadar heyecanlı bir şey yoktu. Zihnini susturabilen. Anda var olmaya başlayabilen cennete giriyordu. Karamsar, vesveseli, korkak, şükürsüz, panik, kaygılı bir iç sesin cehenneminde yaşayanlar bilirler. Andaki zaman nasıl da elinden kayıp gidiyordu. Aklın, geçmişin keşkelerinde karamsar, geleceğin bilinmezliği içinde kaygılı oluyordu. Anda tam da şuan da bir huzur vardı. Serin bir suya sırt üstü uzanıp, dalga sesleri arasında, masmavi gökyüzünde seni izleyen o sarı saçlı güneşle bakıştığın an. İşte o an. Anda kalmanın huzur ile nasıl da mutluydun.
Akıp giden zamanı takvime sığdıranlardan mısınız sizde? Kolunuzda taşıdığınız zaman makinasının insan eli değmiş suniliğini unutup, geçen saatlere, günlere, senelere anlam yükleyenler…Modern çağın, zaman yönetimi için sonsuz akış halinde olan yaşamı planlı dilimlere bölmesine alıştınız mı? Hayallerinizi, umutlarınızı ertelediğiniz günlerin elbet bir gün geleceğini düşündüren nedir size? Dünün, bugünün ve yarının zihninizdeki karşılığı, yaşadıklarınız, yaşıyor olduklarınız ve yaşayacaklarınızın başka bir adı mı?
İnsanın fark etmesi gereken belki de en önemli kavramlardan bir tanesidir zaman mevhumu. Doğduğun andan itibaren başlayan ve öleceğin güne kadar sürecek olan, bir çoğumuz için ölümden sonra da sonsuzluk adıyla devam edecek olan var oluş halini tanımladığımız bir kesit. Tarihsel süreç içinde çok başka isimler altında anlaşılmaya çalışılan, kum saatlerine sıkıştırılan, güneş takvimlerinde aranan, nesnesinin gölge boylarına yansıyan, insanın bir şekilde isim takmaya çalıştığı o sonsuzluğun ürpertici haline isim arayışı, zaman. Kafa karışıklığı işte tamda bu anda başlıyor. Oysa içinde yaşadığımız kainatın eylemlilik halinde devamlılığı, değişimi asıl olanken, hatta ve hatta uzayın başka noktalarında göreceliliğe göre zaman algısı değişiyorken, milyon ışık yılı uzaklıktaki bir galaksinin mevsimlerinin değişimleri dahi ön görülemiyorken, bu kadar kendi içine genişlemiş var oluşu kolumuzdaki makinanın akrebiyle, yelkovanı arasına sıkıştırmamız neden?
Belkide dünya denilen gezegende varlık sürdürmek zorunda olan insan organizmasının duygusal korkularından kaynaklanıyordur buda, her arayışı gibi . Geçmişle ifade edilen bir yerlerde yaşanılan acının yükünü azaltmak için, herşeyin ilacı zaman diyebilmek için duvardaki takvimde akıp giden sayılara ihtiyaç duyduk. İnandık ki şu kadar vakit geçerse unutulacaktı herşey. Sabredilirse toprağa ekilen her tohum fidan olacaktı ve sanılacaktı ki o tohumun değişiminin asıl sebebi toprağın altında kaldığı süre olacaktı. Aslında süre değildi, aslında o tohumun genetiğinde olan başkalaşımın açığa çıkan potansiyeliydi , onun değişimini herşey gibi zamana bağladığımızdan beri, asıl olanın sanatsallığını ıskalayıp kalbimizi de soğuttuk. Bedendeki, kalpteki yaralar bir müddet sonra geçecekti. Beklenen gelecekti. Zamansızlığa ölenler kalbin zamansızlığında sonsuza kadar yaşayacaktı, özlenecekti, anılacaktı. İnsana dair olan her duyguyu bir kesite sığdırmayı bıraksak, duyguların zamansızlığında, onun sonsuzluğunda özgürleşecektik sanki.
Sabrı ve umudu gelecekle anlatmak, pişmanlığı ve kederi geçmişe bağlamak, eylemliliği ve materyalizmi şu ana bağlamak, kainatın sonsuzluğu ile duygunun sonsuzluğunu sadece dünyada tanımlanacak mevhumlarla bütünleştirmek, insanın kendisini hayat ile eşlemek için kurguladığı bir tiyatro gibi. Oysa yine devamlılık vardı hayatta, herhangi bir mevhuma sığmayan o muhteşem ahenk. Tarihin takvimlerinin kesitleri arasına sıkıştıralamayacak kadar özgürdü var oluş ve her an yenileniyordu.
İhtiyacımız yoktu gelip geçen herşeyin kronolojisini tutmaya, asıl olan devamlılıktı hani ya. Tek noktadan genişleyen gezegenin savrulduğu her bir köşesinde ayrı bir oluşla dans halindeyken yaşam, sen dünyanın zamanına sıkışıp kalamazdın. Huzurla yaşlanıp ölebilirsin, hatta yaşlanmadan da ölebilirsin, hatta ve hatta bebekken de ölebilirisin. Her ölümün erken olduğunu düşünmeden, ondan korkmadan, huzurla yaşlanabilmenin tek yolu ruhunda yaratacağın zamansızlıkta gizli. Bir kelebeğin ömrü sana verilseydi bir günlük olacaktın, bir çınar olsaydın asırlıktı köklerin. Dağ olsan, yağmur olsan, rüzgar olsan ölümsüzdün. Ancak sen insandın, duyguların ağır yükünü kalbinde taşımak zorunda olan. Bu nedenle sadece sana bağış edilmişti zamansızlığı algılayabilecek o derin sezgi. Ölümsüzlüğün sırrı o algıda saklıydı, kainatın her bir köşesine savrulmuş varlığının hiç bir takvime ihtiyacı yoktu. An bu andı. Bu anı yaşadığın kadar hayattaydın. Geçmişteki kaldıkça hüzünlü, geleceği düşündükçe kaygılı. An bu andı, burada ne geçmiş nede gelecek vardı sadece seninle her an değişimde olan eylemlilik hali mutluluğunun asıl adıydı. Anda yaşamayı öğrendiğin kadar mutlu, mutlu oldukça tamdın.
Sabrı ve umudu gelecekle anlatmak, pişmanlığı ve kederi geçmişe bağlamak, eylemliliği ve materyalizmi şu ana bağlamak, kainatın sonsuzluğu ile duygunun sonsuzluğunu sadece dünyada tanımlanacak mevhumlarla bütünleştirmek, insanın kendisini hayat ile eşlemek için kurguladığı bir tiyatro gibi değil mi? Oysa devamlılık vardı hayatta, herhangi bir mevhuma sığmayan o muhteşem ahenk. Tarihin takvimlerinin kesitleri arasına sıkıştıralamayacak kadar özgürdü var oluş. Bedenin yaşlanıp toprağına kavuştuğunda, dirhem dirhem dünyaya karıştığında, sana kalan korkularından arınmış, tamlık, hiçlik, gizem, inanç, şüphe, zerafet ve en nihayet zamansızlık olacaktı. Yani sen, sana göre ölecektin bana göre özgürleşecektin çünkü zamanın kallın zincirlerinden azad olacaktın. Ölümsüzlüğün adı zamansızlıktı anlayacaktın.
İyi olan herşeye davet vardır; asla zorlama olmaz, olamaz. İnsanın kötü olanı seçme hakkı kısıtlı olan iradesini kullanma hakkından gelir. Tabiki her seçimin sonucuda ödenmesi gereken bir bedel de olacaktır. Bu bedeli ödemeyi göze alan insanın akıbeti başlangıçtaki seçimleri ile şekillenecektir. İyiye yönelene iyi yol, kötüye yönelene kötü yol kolaylaşacaktır elbet. Bu fizik kanunu kadar net bir yaşam kanunudur. O kanun kitabında yazılanların terazisi çok hassastır. Sapmadan hükmünü en doğru şekilde vermektedir.
Yaşamın içindeki varlıkta eylem gösteren insanın ruhunda iyi ve kötü sürekli mücadele halindedir. Biz bunu iyi ben ve kötü ben olarak ifade ederiz. Ben olarak tanımladığımız kimliğimizi oluşturanlar da daha çok yaşam içindeki özgür irademiz ile şekillenen seçimler ile olmaktadır. Hangi tarafımızı daha çok beslersek, o tarafın sesi içimizde daha çok çıkar. Sesi daha çok çıkanın kulağa gelişi kolaylaşır. Ne duymak istiyorsun sordun mu kendine?
Biliyoruz ki çoğumuz başımıza gelen olumsuzlukları, başkalarından bilme, çoğu zaman kadere bağlama eğilimindeyizdir. Ancak ne tesadüftür ki kötüye dair olanları dışarıda bir şeylere bağlarken, başımıza gelen iyi bir durumu, başarıyı kendi çabamıza bağlarız. Bazıları da, kendisinin iyi olduğunu düşünmek için çevresinde suçlayacağı bir kötü arar yoksa da sabote ederek yaratır. İşte tam bu tezatlık ruhumuzun kötü olandan arınarak iyi olanı kendine yakıştırma içsel eğiliminden gelir. Doğrudur da; insanın özünün doğasında mutlak bir tarafsızlık içinde denge bulmuş, sağlıklı,akil bir bilge vardır. Bilge bir ben,zat, kişilik..
O bilge yaşama yorumsuz olduğu gibi bakar. Siyah ve beyaz renklerle ayrılmış bir yaşamdan ziyade bir çok rengin etrafa dağıldığını görür. Çıkış yolunu, ışığı takip ederek bulur. Önüne bir engel çıkıp düştüğünde, üzerindeki tozları temizleyip yoluna devam eder. Bir günü diğer gününe benzemez. Öğrenmeyi yenilenmek ve kendini aşmak için sürekli ister. Boş ve gereksiz sohbetin olduğu ortamdan çabuk sıkılır. Gezer, keşif eder, bitmez bir merak içinde çevreyi seyreder. Sürekli hayret içindedir ve hayreti hiç bitmez. O sebeple dünya yaşantısından çabuk sıkılıp, herşeyi çabucak tüketip, değerli olanı değersizleştirip yaşamını cehenneme çevirmez. En küçük şeyden bile mutlu olabilirler. Ki bu mutlulukları orta yolu bulmalarından gelir. Dengeli bir varoluş içinde olduğunu görürsün. Şu iyi şu kötü, bu çok mükkemel, şu çok lanet gibi çılgın uçlarda yaşamayı hatta ağızlarında cümle olarak almayı dahi istemezler.
Yorum yapmayı çok sevmez. Ne kendisine ne başkasına zulüm etmekten kaçınır. Ve muhakak ama muhakak insan seçer. Bu seçim kendini beğenmişliğinden değil, ruhunun toprağına hangi suyun gelip besleyeceğinin önemini bildikleri içindir. Beş duyusundan girecek olan uyarana dikkat eder. Yer, zaman ve mekan yönetimini doğru yaparak yaşam pınarını taze tutar. Gidemezse sabreder, anlatamayacağı bir ortamdaysa susar, kalbi yumuşamaya elverişli bir kişi yanındaysa yorulmadan konuşur aşık olur. İnsana dair olan herşeyi bilir. Kötünün de iyinin de farkındadır. Seçimi tabiatına da uygun olarak iyiden yanaysa latifliği artar, saflığı cehaletinden değil ilmindeki derinlikten gelir.
Bir başak gibi büyüdükçe boynu eğilir. Güneşi her yanından görenlerdir onlar, ışıkları bir damla olsa, karanlığın içinde büyür aydınlatır. O ben dediği bendenizinde yüzmeyi bilmeyene dalgası sert olur. Savurup kıyıya atıverir, çer çöp biriktirmez bendenizinde. Ona nasıl geldiğin önemlidir aslında. Herkesi kabul edip misafir eder, halil Ibrahim sofrasını ortaya koyar, gelenden çok getirilen önemlidir sofraya. Dünyadaki benlikleriyle gelende olur, özündeki potansiyelin merakıyla gül gibi açmayı arzulayan da oturur o sofraya. Tuza uzanan da bellidir suya uzanan da. Herkes hak ettiğini yer kalkar onun sofrasından. Kimisi çöker kalır kalkamaz, yemez de aç kalmaz da seyretmesi güzeldir bilir. En mutlular hep yorumsuz seyretmeyi bilenlerden çıkar. Donmadan, bulanmadan akmak ne güzel diyenler onlar değil midir? Affedip kin tutmayan, öc peşinde koşup ziyan olmayan, dünya malı istiflemeyen, fakirlikten korkmayan, ölümü bayram günü gören hep onlar değil midir? Onların sabrının kırıntısını dağıtabilseydik eğer ruhsal hastalıkları kökünden çözerdik belki de kimbilir?
İyi olana davet vardır diyerek başladık cümleye nerelere geldik. Davete uyanın karşısına çıkacak özdeki akil, orta yolu bulmuş dengeli benliği anlatmak çok uzun surer elbette. Gündelik yaşamın akışına kapılmış insan ben geçimimi sağlamaya çalışıyorum bunları mı düşünüceğim diyebilir elbet. Bunları düşünse aslında geçim derdi de kalmayacak da neyse… Herkes o sofradan hakkı olanı kadarını alır, ne eksik ne fazla. Sofra başına çöküp kalanların alacağı da başkadır elbet. Onların derdi midedeki bağırsağı doldurmaktan çok ötedir elbet.
Yaşam içindeki insana dair olan herşey psikolojinin konusudur. Mutlu olmayı isteyen insanın, mutluluk arayışı sırasında dünya girdabı içinde nasıl savrulduğunu gören her psikolog birşeyler söylemek zorundadır. İyi benin açığa çıkmadığı her mutluluk eksikitir. Benlik kötü olanı içinden tamamen söküp atamaz, onu dizginleyip ve ehlileştirir. Mücadele ve mutlak çaba gerektirir, tabiki bedel ödemek doğasında vardır. Cefasını çekmediğinin sefasını sürmek ancak hırsızlıkla olur.
Ruhunun çayırlarında iyiliğin yeşermesi için topraktaki ayrık otlarının temizlenmesi gerekir. Ayrık otu yayılmacıdır, ne kadar geç sökmeye başlarsanız o kadar çok alanı işgal etmiş olacaktır. O ruhun işgalcileri, gündelik hayatımızın rutinine sıkıca yerleşirler. Çevrenizde görmüşsünüzüdür, hırs ile kazanmaya çalışanı kazandıklarını istifleyenleri, paylaşmayanları, fakirlikten korkanları, savuranları ve kalbini dünya yaşamından ötesine kapayanları,şehvete esir kalanı. Sokak hayvanlarına acımayanları, ihtiyaç sahibini gözetmeyeni, kin tutup öc peşinde koşanları, ölmeyecek gibi yaşayanları, zulüm edip zalim olanları, plan yapıp ayak kaydıranı, söz ile itibara kastedeni, kadına çocuğa kıyanı,çok konuşup az susanı, yetime mazluma acımayanı, bozgunculuk yapıp suküneti bozanı, aşırıya kaçanı, sürekli aceleci olup durulmayanı, görmüşsündür çevrende…. İşte onlar mutsuz olanlardır, zengin olunca mutlu olunuyor sanıyorsan o başka. Dünya malının yükünün benliğimizin omuzlarındaki yükü ağırdır. Beli kambur eder, sen tevazudan eğilmiş sanırsın. Bilsen o yükün ağırlığını fakirliğine sevinip dağlara kaçarsın.
Bir an önce çamura, kire bulanıp temizliğe başlamak gerekir, çok geç olmadan. O ayrık otlarını temizlerken, çapan sabır, küreğin iyi eylemlerdir. Tüm bu çabanın sonucunda ortaya çıkacak hal, psikolojik iyi oluşun en temel şartı olan dengeli, orta yolu bulmuş bir ben ile yaşamak ile mümkün olur. İyi olana davet vardır zorlama olmaz. Buyurunuz davetlisiniz…
İyi olana ulaşmak için, ilk önce ruhunun karanlık delhizlerinde dolaşmak gerekir. Karış karış aklının anılarını masaya yatırıp, zararlı otlarını temizlemen gerekir. Bunu en iyi, serbest çağrışım çalışmalarıyla yapabildim. İzin verdim zihnimden gelen her duyguya, düşünceye. Serbestçe akmalarını sağlamak için yazdım, resim çizdim, müzikle ritim tuttum. Şükürle abdest alıp, samimiyetle ibadet ettim. Kimseyi kandırmadan, vitrine koymadan gizlice yaptım. Sembollerle, temsillerle, ritimle akıp dışarı geldiler. En anlamsız cümle dizilimlerinin arasında, en anlamlı duygular açığa çıktı. Dışarıdan anlaşılmayacak karalamaların arsında kalbimin kırılganlığının çizgileri vardı. Siz duyamasanız da, göremeseniz de ben duydum, gördüm. Kendi ruhumun tanığı bendim o anlarda. Kendimde kendimi izledim. Yaratılmışlığıma şahit oldum. Aklımın sanat üreten, duygu üreten kutsallığına da, bağırsağımın dışkı üreten iğrençliğine de aynı anda şahit oldum. İki zıtlık arasındaki düalizmi söktüm attım. Tek ve bütün olmanın, öylece yekpare tek parça kalmanın huzurunu keşif ettim. Kulağıma gelen bir notada, atalarımın acı çeken çığlıkları vardı. Çok başka iletişim yöntemleri ile ruhuma dokundum. Saatlerce yüzdüm, suyun içinde dans ettim, balık gibi hissettim ve derin sulardan korkmamayı öğrettim kendime. Derinliklerin içinden huzuru çekip aldım. Ayak basmaktan korktuğum, kuytu köşe karanlık yanlarımdan ne ışıklar saçıldı bilseniz. Ruhumun bam telini serbestçe çağrıştırdım, çığlık çığlığa konuşturdum onu. Aklımın gerçekle bağını koparmadan, gerçek üstü olanın peşinden iz tuttum. Benliğimin köşe bucak kuytularında bırakılmış ip uçlarının peşinden koştum. Yaratıcının ikramlarını dışarıda arayan uykulu cahil gözlerim, benliğimin iç diyarlarına bakmayı öğrendiğinden beri, büyüdüm, büyüttüm çocukluğumu. Benliğinin merkezine doğru yaklaştıkça, yorumsuz bir şekilde hayatı izlemeyi öğreniyorsun. Merkezde konumlanmış bakış açısı yaşamda olmakta olan olaylardan en az etkilenmeni sağlayıp seni dengede tutuyor. Olan her şeyin mutlak oluşta cereyan ettiğini fark edince, her şeyin bir amaca hizmet ettiğini fark ediyorsun. Yorumsuz bakabilen gözlerin şahitliği, tarafsız seyretmeyi öğrenmiş yetişkine çok yakışıyor. Hayat planının bir parçası olduğunu fark edip, planın sahibine güvenini tazelediğinde, akıntıya sırt üstü uzandığında, yaşamın amaçlı ilerleyişine teslim oluyorsun. Teslimiyet, başlangıçta zayıflık gibi gelen, kadercilik gibi küçümsenen teslimiyet. Seni olduğun halden daha iyi bir hale doğru alıp götürüyor. Telaşa ve paniğe kapılmadan hayat denizinde sakince akıp gitmek ne güzel.
İyi olana ulaşmak, dengeye ulaşmak, o kaosun ortasındaki huzurlu noktayı yakalamak çaba istiyordu. Anlamlandırmak gerekiyordu. Kendinle yüzleşmek gerekiyordu. Travmatize edilmiş çocuk yanlarını keşif edip onu iyileştirmek gerekiyordu. Affetmek gerekiyordu. Affettikçe, ruhunda açılacak alanlara iyi oluşun dengeli sesi yayılıyordu. Bilincinin travmatik yaralarıyla konuşan, geveze ergen çocuğu sustukça, olgun bilge öğütlerine başlıyordu. İyi olana giden yol kişiler adedincedir. Kendi yolunu o bilge sana tarif ediyordu. Sen duyuyordun evet, ilk defa laf üstüne laf binmeyen sakin bir iç sesin keşfi kadar heyecanlı bir şey yoktu. Zihnini susturabilen. Anda var olmaya başlayabilen cennete giriyordu. Karamsar, vesveseli, korkak, şükürsüz, panik, kaygılı bir iç sesin cehenneminde yaşayanlar bilirler. Andaki zaman nasıl da elinden kayıp gidiyordu. Aklın, geçmişin keşkelerinde karamsar, geleceğin bilinmezliği içinde kaygılı oluyordu. Anda tam da şuan da bir huzur vardı. Serin bir suya sırt üstü uzanıp, dalga sesleri arasında, masmavi gökyüzünde seni izleyen o sarı saçlı güneşle bakıştığın an. İşte o an. Anda kalmanın huzur ile nasıl da mutluydun.
Akıp giden zamanı takvime sığdıranlardan mısınız sizde? Kolunuzda taşıdığınız zaman makinasının insan eli değmiş suniliğini unutup, geçen saatlere, günlere, senelere anlam yükleyenler…Modern çağın, zaman yönetimi için sonsuz akış halinde olan yaşamı planlı dilimlere bölmesine alıştınız mı? Hayallerinizi, umutlarınızı ertelediğiniz günlerin elbet bir gün geleceğini düşündüren nedir size? Dünün, bugünün ve yarının zihninizdeki karşılığı, yaşadıklarınız, yaşıyor olduklarınız ve yaşayacaklarınızın başka bir adı mı?
İnsanın fark etmesi gereken belki de en önemli kavramlardan bir tanesidir zaman mevhumu. Doğduğun andan itibaren başlayan ve öleceğin güne kadar sürecek olan, bir çoğumuz için ölümden sonra da sonsuzluk adıyla devam edecek olan var oluş halini tanımladığımız bir kesit. Tarihsel süreç içinde çok başka isimler altında anlaşılmaya çalışılan, kum saatlerine sıkıştırılan, güneş takvimlerinde aranan, nesnesinin gölge boylarına yansıyan, insanın bir şekilde isim takmaya çalıştığı o sonsuzluğun ürpertici haline isim arayışı, zaman. Kafa karışıklığı işte tamda bu anda başlıyor. Oysa içinde yaşadığımız kainatın eylemlilik halinde devamlılığı, değişimi asıl olanken, hatta ve hatta uzayın başka noktalarında göreceliliğe göre zaman algısı değişiyorken, milyon ışık yılı uzaklıktaki bir galaksinin mevsimlerinin değişimleri dahi ön görülemiyorken, bu kadar kendi içine genişlemiş var oluşu kolumuzdaki makinanın akrebiyle, yelkovanı arasına sıkıştırmamız neden?
Belkide dünya denilen gezegende varlık sürdürmek zorunda olan insan organizmasının duygusal korkularından kaynaklanıyordur buda, her arayışı gibi . Geçmişle ifade edilen bir yerlerde yaşanılan acının yükünü azaltmak için, herşeyin ilacı zaman diyebilmek için duvardaki takvimde akıp giden sayılara ihtiyaç duyduk. İnandık ki şu kadar vakit geçerse unutulacaktı herşey. Sabredilirse toprağa ekilen her tohum fidan olacaktı ve sanılacaktı ki o tohumun değişiminin asıl sebebi toprağın altında kaldığı süre olacaktı. Aslında süre değildi, aslında o tohumun genetiğinde olan başkalaşımın açığa çıkan potansiyeliydi , onun değişimini herşey gibi zamana bağladığımızdan beri, asıl olanın sanatsallığını ıskalayıp kalbimizi de soğuttuk. Bedendeki, kalpteki yaralar bir müddet sonra geçecekti. Beklenen gelecekti. Zamansızlığa ölenler kalbin zamansızlığında sonsuza kadar yaşayacaktı, özlenecekti, anılacaktı. İnsana dair olan her duyguyu bir kesite sığdırmayı bıraksak, duyguların zamansızlığında, onun sonsuzluğunda özgürleşecektik sanki.
Sabrı ve umudu gelecekle anlatmak, pişmanlığı ve kederi geçmişe bağlamak, eylemliliği ve materyalizmi şu ana bağlamak, kainatın sonsuzluğu ile duygunun sonsuzluğunu sadece dünyada tanımlanacak mevhumlarla bütünleştirmek, insanın kendisini hayat ile eşlemek için kurguladığı bir tiyatro gibi. Oysa yine devamlılık vardı hayatta, herhangi bir mevhuma sığmayan o muhteşem ahenk. Tarihin takvimlerinin kesitleri arasına sıkıştıralamayacak kadar özgürdü var oluş ve her an yenileniyordu.
İhtiyacımız yoktu gelip geçen herşeyin kronolojisini tutmaya, asıl olan devamlılıktı hani ya. Tek noktadan genişleyen gezegenin savrulduğu her bir köşesinde ayrı bir oluşla dans halindeyken yaşam, sen dünyanın zamanına sıkışıp kalamazdın. Huzurla yaşlanıp ölebilirsin, hatta yaşlanmadan da ölebilirsin, hatta ve hatta bebekken de ölebilirisin. Her ölümün erken olduğunu düşünmeden, ondan korkmadan, huzurla yaşlanabilmenin tek yolu ruhunda yaratacağın zamansızlıkta gizli. Bir kelebeğin ömrü sana verilseydi bir günlük olacaktın, bir çınar olsaydın asırlıktı köklerin. Dağ olsan, yağmur olsan, rüzgar olsan ölümsüzdün. Ancak sen insandın, duyguların ağır yükünü kalbinde taşımak zorunda olan. Bu nedenle sadece sana bağış edilmişti zamansızlığı algılayabilecek o derin sezgi. Ölümsüzlüğün sırrı o algıda saklıydı, kainatın her bir köşesine savrulmuş varlığının hiç bir takvime ihtiyacı yoktu. An bu andı. Bu anı yaşadığın kadar hayattaydın. Geçmişteki kaldıkça hüzünlü, geleceği düşündükçe kaygılı. An bu andı, burada ne geçmiş nede gelecek vardı sadece seninle her an değişimde olan eylemlilik hali mutluluğunun asıl adıydı. Anda yaşamayı öğrendiğin kadar mutlu, mutlu oldukça tamdın.
Sabrı ve umudu gelecekle anlatmak, pişmanlığı ve kederi geçmişe bağlamak, eylemliliği ve materyalizmi şu ana bağlamak, kainatın sonsuzluğu ile duygunun sonsuzluğunu sadece dünyada tanımlanacak mevhumlarla bütünleştirmek, insanın kendisini hayat ile eşlemek için kurguladığı bir tiyatro gibi değil mi? Oysa devamlılık vardı hayatta, herhangi bir mevhuma sığmayan o muhteşem ahenk. Tarihin takvimlerinin kesitleri arasına sıkıştıralamayacak kadar özgürdü var oluş. Bedenin yaşlanıp toprağına kavuştuğunda, dirhem dirhem dünyaya karıştığında, sana kalan korkularından arınmış, tamlık, hiçlik, gizem, inanç, şüphe, zerafet ve en nihayet zamansızlık olacaktı. Yani sen, sana göre ölecektin bana göre özgürleşecektin çünkü zamanın kallın zincirlerinden azad olacaktın. Ölümsüzlüğün adı zamansızlıktı anlayacaktın.
|
Yazan
|
Bu makaleden alıntı yapmak
için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir: "Mutlu Olmak Dengede Olmak Demektir." başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Uzm.Psk.Osman İLHAN'e aittir ve makale, yazarı tarafından TavsiyeEdiyorum.com (http://www.tavsiyeediyorum.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır. Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak Uzm.Psk.Osman İLHAN'ın izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz. |
Yazan Uzman
|
Sitemizde yer alan döküman ve yazılar uzman üyelerimiz tarafından hazırlanmış ve pek çoğu bilimsel düzeyde yapılmış çalışmalar olduğundan güvenilir mahiyette eserlerdir. Bununla birlikte TavsiyeEdiyorum.com sitesi ve çalışma sahipleri, yazıların içerdiği bilgilerin güvenilirliği veya güncelliği konusunda hukuki bir güvence vermezler. Sitemizde yayınlanan yazılar bilgi amaçlı kaleme alınmış ve profesyonellere yönelik olarak
hazırlanmıştır. Site ziyaretçilerimizin o meslekle ilgili bir uzmanla görüşmeden, yazı içindeki bilgileri kendi başlarına kullanmamaları gerekmektedir. Yazıların telif hakkı tamamen yazarlarına aittir, eserler sahiplerinin muvaffakatı olmadan hiçbir suretle çoğaltılamaz, başka bir
yerde kullanılamaz, kopyala yapıştır yöntemiyle başka mecralara aktarılamaz. Sitemizde yer alan herhangi bir yazı başkasına ait telif haklarını ihlal ediyor, intihal içeriyor veya yazarın mensubu bulunduğu mesleğin meslek için etik kurallarına aykırılıklar taşıyorsa, yazının kaldırılabilmesi için site yönetimimize bilgi verilmelidir.



