2007'den Bugüne 92,258 Tavsiye, 28,211 Uzman ve 19,973 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!



İnsanın Ruhsal Gelişim Evreleri
MAKALE #419 © Yazan Psk.Mehmet Emin KIZGIN | Yayın Kasım 2007 | 17,741 Okuyucu
İNSANIN RUHSAL GELİŞİM EVRELERİ


Ruhsal gelişmeyi tam manasıyla kavrayabilmek için biyolojik gelişmeyi model olarak alabiliriz. Biyolojik gelişimde anne rahminde üç evre vardır. Bunlar tıbbi isimlerle birinci trimestır (ilk üç aylık evre), ikinci trimestır (ikinci üç aylık evre) ve üçüncü trimestır (üçüncü üç aylık evre) şeklindedir.Bebeğin organizmasının anne rahminde sağlıklı bir şekilde gelişebilmesi için bu evrelerin sağlıklı bir şekilde geçirilmesi gerekir. Bebeğin biyolojik gelişiminin ilk evresinde meydana gelecek olan bir takım hatalar ve problem çocuğun biyolojik yapısının çok ağır şekilde bozulmasıyla sonuçlanır.

Yukarıda genişçe ortaya koymuş olduğumuz gibi anne ve babadan gelen 23 tek kromozom anne rahminde birleşerek zigoru meydana getirirler. Bu insanoğlunun ilk nüvesidir. Zigottaki ilk hücrenin kromozomları hemen kendisini kopyalayarak bir benzerini oluşturur. Yani hücre ikiye bölünür. Her hücre tekrar kendini kopyalayarak bir benzerini meydana getirir. Kopyalama çok süratli bir şekilde devam eder. Bu kopyalama sistemi, sıkıştırılmış programların çoğaltılmasıdır. Bütün bu sıkıştırılmış program adenin, trozin, guanin ve urasil bazlarıyla oluşan bir sistemden meydana gelir. Bu dört baz karşılıklı çiftleşerek bir dizilim meydana getirir. Bu dizilimdeki sıra içinde bir insanoğlunun yaratılışının şifresinin taşıyan bir hikaye başlatmaktadır. Her kopyalamada bu şifre bir kademe açılarak bir alt şifreye dönüştürülür. İlk üç ay içerisinde hücreler yoğun bir bölünme ile kopyalarını yaratır. İşte bu dönem bebeğin en hassas olduğu dönemdir. Bu dönemde anne rahminde bulunan çocuk, dışarıdan gelebilecek olan x ışını, iyonizen ışınlar, kimyasal maddeler, virüsler, enfeksiyonlar ve annenin kullanmış olduğu ilaçlara karşı hassastır. Bu yapılardan birine veya birkaçına maruz kalan bebeğin ilk hücrelerinde şifre sisteminde bozukluklar meydana gelir. Bir hücrenin dahi bozulmuş olması o hücrenin üstlendiği görevin tamamen bozuk olması sonucunu doğurur.

Diyelim ki bu bölünmenin belirli bir aşamasındaki bir hücre beyin dokusunu oluşturacaktır, diğer bir hücre deri dokusunu, bir diğeri ise kan dokusunu meydana getirecektir. Bu hücrenin yukarıda bahsettiğimiz etkenlere bağlı olarak orijinal şifresinin bozulması, ondan sonra oluşacak olan tüm hücrelerin şifreyi yanlış okumasına ve açılımların hatalı çıkmasına neden olacaktır. Sonuç itibariyle beyni, gözü, kulağı, kolu v.b olmayan bebekler dünyaya gelebilecektir. Bebeklerin bir kısmı bu tür etkenlere maruz kalmakta be bunların %90’ dan fazlası henüz anne rahmindeki ilk aylarını doldurmadan bilmediğimiz bir mekanizmayla düşük olarak vücudun dışına atılmaktadır. Vücut sağlıklı bir bebek üretemeyeceğini fark edince bu sistemi durdurmaktadır.
Tıp tarihi, doktorlar tarafından oluşturulmuş bu tip facialarla doludur. Bunlardan en çok bilineni TaliDomit faciasıdır. Hamile annelerin hamileliğe bağlı bulantı ve kusmalarını önlemek amacıyla TaliDomit ilacı kontrolsüz bir şekilde annelere kullandırılmış ve sonuçta tüm dünyada yüzlerce kolsuz ve bacaksız bebek dünyaya gelmiştir. Bir ilacın dahi bu kadar insan organizmasına etki ettiği düşünülecek olursa diğer faktörlerin ne denli tehlikeli olabileceği tasavvur dahi edilemez.

İlk üç aylık evreyi koruyucu bir şekilde geçiren ve zarar verici bir etkene maruz kalmayan anne rahmindeki bebek, ikinci trimestıra (üç aylık dönem) geçecektir.bu dönemde çocuğun ana organları oluşmakta ve organların detayında organları fonksiyonel hale getirmeye yönelik çalışmalar yürütülmektedir. Bu aşamaya gelmiş olan embriyo insan şeklini almakta; kalp, böbrek, beyin ve kan gibi organlar fonksiyonel hale gelmeye çalışmaktadır. Burada da yine hücreler genetik şifrelerinde yazılı olan sıkıştırılmış dosyaları açarak her biri kendi görevini yapmaktadır. Organizma geliştikçe ve organlar spesifikleştikçe görevler de netleşmekte ve özelleşmektedir. Bu dönemde meydana gelebilecek olan zararlı etkenler, bebeğin canlılığını tehlikeye sokmamakta ancak fonksiyon görmeyen ya da yeteri kadar fonksiyonel olmayan organların gelişimine neden olmaktadır. Kulak organı var, ama işitmiyor, göz organı var ama görmüyor, böbrek organı var ama fonksiyonel değildir.

Bu dönemi de atlatan fetüs, gebeliğin üçüncü evresine ulaşır. Bu evrede organlar ana yapıları itibariyle çalışır haldedir ve sanki organizmanın makyajı yapılmaktadır. Hücrelerin deşifre sistemi insanı güzelleştirmek, organları yerli yerine oturtmak ve makyajı tamamlamak üzere açılımlarını tamamlamaktadır. Bu dönemde meydana gelebilecek zararlı etkiler çocukta hafif kusurlara neden olur.

Dokuz ay on gün sonra anne rahminden çıkarak doğan bir bebek sanki yeni bir rahime düşmektedir. Bu rahime ruhsal rahim diyebiliriz. Bu ruhsal rahimde bebeğin anne rahminde geçirdiği türden üç evreden bahsedilebilir.ruhsal rahim süreci anne rahmiyle kıyaslandığında oldukça uzun olup toplam süresi beş – altı yıl civarındadır. Bu ruhsal rahimde geçirilen süreyi üç evreye ayırmak mümkündür. Birinci evre, oral evre dediğimiz ağzcıl evre, ortalama olarak bir yıldır. İkinci evre, anal evre dediğimiz dışkılama evresi ortalama iki yıldır. Üçüncü evre fallik evresi yani cinsel kimlik evresi ortalama olarak iki yıl sürmektedir.Aşağıda bu evrelerin detaylarını geniş bir şekilde göreceğiz.

İnsanın ruhsal gelişim evrelerini birbirinden net çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Ruhsal gelişim dinamik bir süreç içerisinde hem büyümeyi hem de gelişmeyi barındıran bir süreçtir. Çocuğun beyin yapısı ve organizması biyolojik gelişimini sürdürürken zihinsel yapı da buna paralel olarak gelişimini devam ettirmekte, kapasitesini artırmakta niteliksel ve niceliksel bir değişime uğramaktadır. Değişim evrelerini belirlemek, tanımlamayı ve karşılıklı anlaşmayı kolaylaştırmak için gerekli olan bir kategorizasyondur. Bir yapının diğer yapıdan keskin sınırlarla ayrılması mümkün değildir. İnsanın gelişim evrelerinin neye göre ve nasıl sınıflandırılacağı, bulunduğunuz yere ve temel aldığınız referans noktasına göre çok geniş bir yelpazede değişkenlik arz eder.

Bahsedilen sınıflandırmayı temel almamızın nedeni, referans noktası olarak da beynin biyolojik olarak doğum öncesi dönemdeki dengeli veya dingin haline ulaşmayı hedef alması ve bunun için ruhsal olarak dinginliğin karşılığı olan mutlak haz duygusunu esas almasıdır. Çok çeşitli sınıflandırmalar yapılabilir: Genel kabul görmüş sınıflandırma ve bizim de tercih ettiğimiz sınıflandırma hazzın yönelimi açısından yapılan sınıflandırmadır. İnsanın gelişiminde haz, önce ağızda odaklanmakta, sonra dışkılama fonksiyonlarında sonra cinsel kimlikte, sonra sosyal rolde daha sonra da kimliğin onaylanmasında oluşmakta ve devam etmektedir.

I. AĞIZCIL (ORAL) EVRE

A- Hazzın Yönelimi Açısından (Psiko – seksüel Açıdan)

İnsanın biyolojik gelişimini incelerken doğum sonrası dönemde süt çocukluğu dönemini daha önce anlatmıştık. Organizmanın biyolojik gelişiminin nasıl şekillendiği ile ilgili bilgiyi de detaylı olarak vermiştik. Ruhsal bir bileşenin ilk oluşumu çocuğun doğumuyla beraber başlar. Bu dönemde olup bitene ve bu dönemden sonra oluşan yapılara bir anlam kazandırma, psişeyi yorumlama ve bunları bütüncül olarak tanımlama, bilimsel anlamda Sigmund Freud ile başlamıştır. Freud bu döneme, ‘Oral Dönem’ yani ‘Ağızcıl Dönem’ adını vermiştir. Bu dönemin özelliklerini dinamik psiko – patolojik anlayışa göre Freud ve onun takipçileri özel bir şekilde yorumlayarak değerlendirmişlerdir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde oral evrenin oral olarak isimlendirilmesinin temel nedeni Freud’a göre hazzın ilk oluşum yerinin belirlenmesiyle ilintilidir. Buna göre, gerilim içinde olan organizmanın bu gerilimden kurtulup hazza ulaşabilmesi için bebeğin dıştan gözlemlenen ilk davranışının emme reaksiyonuyla ortaya çıkması ve bu emmeyi de ağzıyla gerçekleştirmiş olması bu evrenin tanımlanmasına hareket noktası olmuştur.
Freud, psiko – dinamik teorisini geliştirirken ve oluştururken mihenk noktası hazzın gelişim seyridir. Burada haz kavramının içeriği çok önemlidir. Freud’un kastettiği hazza, orijinal metnin çeşitli dillere tercüme edilmesi esnasında farklı anlamlar yüklendiği kanaatindeyiz. Freud’un kastettiği haz organizmanın gerilimden kurtulması ve dürtülerin deşarj olması anlamındaki hazdır. Ama bu haz kelimesi daha sonraki bilim adamları tarafından ergen insanın hazlarından birisi olan seksüel bir hazla ilintilenmiş ve eşleştirilmiştir. Bu durum, gerçeği ters yüz etmektir. Zira cinsellik de hazlardan birisidir ama sadece birisidir. Burada Freud’un vermeye çalıştığı mesaj, ilk zigot hücrenin farklılaşarak çeşitli dokuları oluşturabilme yeteneğine dönüşmesi gibi, ilk hazzın da farklı hazlara dönüşmesidir ki Freud bunların süreçlerini ortaya koymaya çalışmıştır.
Bebeği gözlemlediğimizde, doğduktan sonra onun dünyayı algıladığı ve dünya ile iletişim kurduğu tek organının ağzı olduğunu görürüz. Açlık duygusu, daha sonraki dönemlerde ilgi ve sevgi arayışı ve bir nesne ile kaynaşma ihtiyacı şeklinde takdim edilen temel dürtüsel ihtiyaçlar veya arzular, ağız yoluyla nesnesine ulaşmakta yani memeyle buluşmaktadır. Bu dürtülerin hedefine ulaşmamasının sonucunda organizmada meydana gelen gerilim yani acı, bebeğin ağız yoluyla memeye ulaşıp, emme eylemini gerçekleştirerek dürtülerini deşarj etmesi ile ortadan kalkmaktadır. Bebek bu şekilde rahatlamakta, dinginliğe ulaşmakta ve haz diye tanımladığımız duygusal süreci yaşamaktadır. Bu dönemde bebeğe ‘sen nesin’ diye sorulsaydı, bebek muhtemelen ‘ben ağızım’ diye cevap verirdi. Yine aynı bebeğe, ‘dünya nedir’ diye sorulsaydı ‘dünya bir memeden ibarettir’ cevabını verirdi.

Oral dönem, ortalama olarak on iki ay sürer. Bunun başlangıcı ve bitişi, olayları kavramak için teorisyenler tarafından belirlenmiş olan süreçler olup, bunlar mutlak ve kesin değer sistemleri değildir. Bebek bir yaşında nitel ve nicel bir değişime uğrar. Yatay olarak hareket eden bebek ayağa kalkar yürümeye, daha da ötesi konuşmaya başlar. İşte çocuğun doğumundan yürümeye kadar geçen süre içerisindeki hikayesine oral dönem diyoruz. Bu dönemde her şeyi oral bölge belirlemez. Ama ana eksen ağızcıl yapı etrafında teşekkül eder. Egonun ilk oluşum dönemi ve ilk ilkel savunma mekanizmalarının oluşumu bu döneme denk gelir. İlk nesne tasarımları bu dönemde oluşur. İlk self (kendilik) duyumu bu dönemde algılanır; iyi ve kötü nesne ve kendilik temsilleri bu dönemde başlar.

Freud, teorisini oluşturduğu dönemlerde bebeğin ruhsal gelişimi ile ilgili bugünkü bilgilerin çoğundan mahrum idi. Dolayısıyla genel çerçeveyi görmüş ama detayları izah etmekte zaman zaman yetersiz kalmıştır. Bu dönemi dinamik ekol içerisinde en yakından inceleyen kişi Mahler’dir. Dinamik ekolün farklı okullarının temsilcileri bu dönemle ilgili yap – bozun farklı parçalarını bize göstermeye çalışmışlardır. Nesne ilişkileri kuramı, kendilik kuramı, klasik dinamik kuram, ayrılık kuramı ve Adlerci kuram bu dönemi çok yakından ele almışlardır. Genel hatlarıyla bakacak olursak bu dönemde çocuk bakıma muhtaç, çaresiz ve farkındalık düzeyinde dürtülerden ibaret bir varlıktır. Ama bu dünyayı keşfetmeye, anlamaya ve anlamlandırmaya hazır bir potansiyele sahiptir. Çocuk, kendisine bu dünyayı anlatacak, algılatacak ve yorumlayacak bir rehbere ihtiyaç duyar. Bu rehber kendilerine bakacak kişidir ve genellikle de annedir. Çocuk dünyayı algılayabilmek için önce ‘içe almak’ zorundadır. Bunun adı introjeksiyondur. İçe almayı ağız yoluyla başlatır. İlk içe alınan şey anne memesidir. Bu içe alma fonksiyonu beş duyu ile devam eder. Beynin biyolojik gelişimine ve zihinsel yapının açılımına uygun olarak içe alınan materyal bütünleştirilip birleştirilir ve anlamlandırılır.

Anne çocuğa bakım yaparak ihtiyaçlarını giderir. Onun bu ihtiyaçlarını giderirken çocuk, almayı öğrenir. Annenin verme eyleminden de vermeyi öğrenir. Böylece çocuğun hayatta öğrendiği ilk şey alma ve verme eylemidir. Rahatlıkla veren bir bakıcının ellerinde alma ve verme edimini gerçekleştirmek çocuğun ilk ruhsal oluşumunun en önemli yapı taşını sağlıklı bir şekilde oluşturmasını temin eder. Çocuk bu içe almalarla dış dünyanın bir kopyasını içinde tasarlar. Dış dünya şekli, duygu ve anlam olarak somut bir şekilde içeri alınmıştır. Nesnelerin sürekliliği ve devamlılığı anlamına gelen obje constanti duygusunu oluşturarak zaman ve mekan kavramını meydana getirir. Bunu oluşturabilmesi için çocuğun anneyle iç içe girmesi gerekir; annenin ruhuyla çocuğun ruhu bütünleşmeli, kaynaşmalıdır. Bu manada oral evreyi araştırmacılar dört alt küçük evreye ayrılmaktadır.

Çocuk anne ile birleştikten, kendi vücuduyla anne vücudunu bir gördükten sonra yeterli donanıma ve kapasiteye ulaştığı dönemde, anneden ayrışmayla ilgili egzersizlere başlar. Bu ayrışma dönemi oral evrenin son altı ayı boyunca aşama aşama devam eder. Anne kucağındayken bebeğin başını geriye iterek anneden uzaklaşma yönündeki gayreti ilk ayrışma denemeleri, ilk birey olma mücadelesidir. Altıncı aydan sonra bebek yerine bırakıldığında sürünerek anneden uzaklaşmaya çalışır. Aralarında gizli bir aura ilişkisi vardır sanki. Belirli bir metre anneden uzaklaşan bebek aradaki mesafenin açıldığını fark edince paniğe kapılıp tekrar anneye yönelir. Annenin buradaki bakışları çok önemlidir. Ben buradayım korkma seninleyim mesajını içeren ve bir taraftan da onun daha uzağa gitmesini cesaretlendiren bir bakış ve hissediş çocuğun birey olma konusundaki cesaretini arttırır ve daha uzağa gitme konusundaki eylemine motivasyon kazandırır. Böyle bir çocuk sağlıklı bir gelişim çizgisinde olan çocuktur. Annenin korkak ve ürkek bakışlarıyla çocuğun kendisinden biraz uzaklaşma hissi karşısında hissettiği negatif duyguları alan bebek aynı panik hissiyle ayrışma isteklerinden vazgeçerek anneyle tekrar kaynaşmaya yönelir. Bu durum da ruhsal gelişmeyi bloke eder. Bu dönemde bebeğini seven, koruyan, kollayan, şefkat duygularını ona hissettiren ve onun birey olma konusundaki ufak çıkışlarını destekleyen bir anne, ideal bir annedir. Aşırı sevgiyle veya aşırı ilgisizlikle çocuğuna yaklaşan anneler ise çocuğun potansiyel gelişimini bloke eden bir süreci başlatmaktadırlar.

Aşırı doyurulan bebekler belirli oranlarda früstre edilmediğinden yani engellenmediğinden doyumsuz olacak ve narsist bir kimlik geliştirecektir. Bağımsızlık arayışları anneleri tarafından bloke edilen ve dış dünyanın tehlikeli olabileceği ile ilgili sinyalleri annesi vasıtasıyla alan bebek bağımlı ve çekimser bir kişilik örüntüsü içine girebilecektir. İlgisiz ve sevgisiz bir ortamda yetişen bir bebek ise ya otistik bir dünya kuracak ya da bu bebeğin motor ve zihinsel gelişimi fazlasıyla yavaşlayacaktır.
Bu dönemde en önemli hususlardan birisi de çocuğun ilk kendilik çekirdeğinin oluşmasıdır. Nesne tasarımlarını içeride şekillendirirken, yani dış dünyanın kopyasını iç dünyasında tasarlarken, o tasarımlar dünyasının içerisine, onlarla ilişki kuran bir birey olarak kendisini de koymak zorundadır. Ama kendisi nedir ve kimdir? Bir bebeğin kendisiyle ilgili bir yargıda bulunması, kendini tanıması ve tanımlaması, en azından kendisinin iyi bir şey mi kötü bir şey mi olduğu hakkında karar verebilmesi mümkün değildir. Yıllardır çocuğun kendilik tasarımının ne zaman ve nasıl oluştuğuyla ilgili sorular hep havada kalmaktaydı. Lacan’ın bu dönemle ilgili bir takım açılımlar getirmesi bu dönemi daha iyi kavramamıza imkan vermiştir. Lacan’ın Aynalama(mirroring) evresi olarak nitelediği bu süreçte bebek kendiliği ile ilgili ilk tasarımları kendisine bakım yapan insanın gözlerindeki, yüzündeki ifadeden çıkarmakta ve kendisinin nasıl bir nesne olduğu ile ilgili tasarımda bulunmaktadır.

Bu dönemde duyguların ve imajların simgeye ve dile dönüştürülmesinin matematiksel yapısını izah eden Chomsky, epigenetik bir formülasyondan bahsetmektedir. Dilin gelişiminin de ruhsal aygıtın gelişimine paralel olarak bir nedensellik taşıdığı ve matematiksel bir kurgudan oluştuğunu bize göstermektedir. Kendiliğin (self) ve dilin oluşumundaki bu matematiksel yapıyı tüm detaylarıyla ortaya çıkarmaya yönelik çok ciddi çalışmalar halen devam etmektedir. Yine burada bilmediklerimiz bildiklerimizden çoktur. Ama yap – bozun parçaları gittikçe netleşmektedir. Gerçeklik ilkesinin oluşturulabilmesi için nesneler önce introjekte edilmeli, yani içe alınmalı, ardından iyi ve kötü tasarımına bölünerek ayrıştırılmalıdır. Bu işleme bölme/ayırma (splitting) diyoruz. Bu ayrıştırma işlevi önce bakıcının davranışlarıyla şekillenmektedir. Bakıcının davranışlarıyla bebeğe vermiş olduğu mesajlarla zaman zaman bebekte değerlilik ve kıymetlilik hislerinin oluşturulduğu iyi kendiliği aktive edilmekteyken, zaman zaman da değersizlik ve kıymetsizlik hislerinin oluşturulduğu kötü kendilik aktive olmakta, bunu oluşturan da kötü nesne olmaktadır. Bu durumda bakıcının ya da annenin şahsında dünya birbirinden tamamen farklı bir şekilde algılanan iki parçaya ayrılmaktadır: iyi dünya ve kötü dünya. Bunların aynı varlık olduğu algılanamamaktadır. Bakıcı hangi dünya olarak bebeğe ulaşmışsa bebeğin iç dünyasında o kendilik aktive olmakta ve faaliyet sürdürmektedir. İyi kendilik oluştuğunda çocuk mutlu ve huzurludur, kötü kendilik aktif hale geldiğinde de çocuk bir an önce bundan kurtulmak için mücadele vermektedir.

B- Psiko – toplumsal Açıdan (Güven – Güvensizlik)

Ruhsal gelişimin psiko – toplumsal açıdan yorumlanmasını Eric Erickson formüle etmiştir. Freud’un ruhsal gelişim evrelerini aynen kabul eden Erickson insan hayatının tamamını ele alarak bunu sekiz evreye ayırmıştır. Bu evrelerin de ilki oral evredir. Hazzın yönelimi ile ilgili evreleri aynen kabul eden Erickson, bunun yanında psiko – toplumsal gelişimin de aktif olduğu önermesinde bulunmuştur. İlk bir yaşında çocuk, bakıcının elinde temel güven duygusunu oluşturmalıdır. Bu doğal ve olumlu gelişim sürecidir. Temel güven duygusunu oluşturamayan bir bakıcı veya bakıcılar çocukta temel güvensizlik duygusunu meydana getirirler. Burada da muhtemelen yorumlamalarda ve tercümelerdeki hatalar sonucu temel güven duygusu yanlış anlaşılmaktadır. Temel güven duygusu sanki bir öz güven duygusuyla eşitlenmiş gibidir. Ama burada kastedilen bebeğin öz güven duygusunun gelişimi değildir. Buradaki temel güven duygusu anne ile kaynaşmış olan bir bebeğin anne vasıtasıyla dünyanın gerçekliğinin, sürekliliğinin ve değişmezliğinin temel bir yapı olarak varolduğuna inanması ve bu noktada temel bir güven ve inanç duygusu oluşturmasıdır. Yani renk, renk olarak, cisim de cisim olarak kalacak, sıcak yakacak, soğuk üşütecek ve fiziksel yasalar her zaman geçerli olacaktır. Anne hep sevecek, koruyacak bakım yapacak ve böylece ihtiyaçlar karşılanacaktır. Ruhun ilk örgütlenişinde bilinmezlik, belirsizlik ve tesadüf söz konusu değildir. Çocuk ruhsal kimliğinin inşasında ilk katını çatarken sağlam bir temel üzerine çıkmalıdır. Bu da bir annenin varlığını ve devamlılığını oral dönem boyunca sürdürmesiyle mümkündür. Annenin oral dönem içerisinde ölmesi, gitmesi, kaybolması veya ilgisini çocuk üzerinden çekmesi çok ciddi bir temel güvensizlik duygusu oluşturur. Bu nesnelerin sürekli olamayacağı ve her eline geçirdiği varlığı kaybedebileceği ihtimalini çok yoğun hissetmesi temel güvensizlik duygusunu oluşturur. Daha sonraki dönemlerde herhangi bir varlıkla var olan birey bunları her an kaybedebileceği duygusunu bir sıkıntı yumağı halinde içinde sürekli hissedecektir.
Temel güven duygusunu oluşturmuş bir bireyde ise bu duygular hissedilmeyecek ve olaylar reel boyutta değerlendirilebilecektir. Daha açık bir ifadeyle, temel güven duygusunu oluşturmamış bir sevgili her an sevgilisini kaybedebileceği veya sevgilisinin terk edeceği, zenginliğe ulaşmış varlıklı bir bireyin her an zenginliğini kaybedebileceği, güvenlik içinde olan bir bireyin her an tehdit altında olabileceği, daha da ötesi bilgi sahibi bir bilim adamının bilgisini yitirebileceği ya da bilgisinin değersizleşeceği kaygısını içinde hissetmesi bebeklikten gelen temel güvensizlik duygusuyla ilintili olabilir. Bu bireyler içlerini hep dolduramadıkları bir boşluktan bahsederler. Nesnelere bağlanırken aşırı bağlanma ve bağlandıktan sonra da onları kaybetme kaygıları yüksek düzeydedir. Aynen bir bebeğin anneye bağlanıp onu kaybetmek istememesi gibi. Bu temel güveni geliştirememiş bireyler, temel güvensizlik duygularını örtebilmek için yoğun bir efor harcarlar ve nesneleri hep ellerinde tutmaya çalışırlar.


II. ANAL EVRE (DIŞKILAMA) EVRESİ

A- Hazzın Yönelimi Açısından

Hazzın yönelimi açısından anal evre, kimliğin ve kişiliğin şekillendiği evredir. Bir yaşını dolduran çocuk yürüyebilecek ve konuşabilecek kadar biyolojik yapısı gelişmiş, içte nesne tasarımları dünyasını kurmuş, nesneleri seslerle etiketleyerek somut iletişimine başlamıştır. Çocuklar üzerinde özellikle Mahler’in yaptığı çalışmalarda yürümeyle birlikte çocukların annelerinden ayrımlaştığı, ayrı bir birey olma konusunda mücadele verdikleri ve dış dünyanın keşfine yönelerek farklı bir bireysel varoluşu gerçekleştirdikleri gözlemlenmiştir. Artık çocuk zihinsel olarak dikkat edebilmekte, odaklanabilmekte, nesneleri seçebilmekte, nesneler arasında bağlantı kurabilmekte, düşünebilmekte ve kısmen akıl yürütme yoluyla sonuç çıkarabilmektedir.

Kurgusal bir zeminde beş duyu ile alınan duygusal bellek uyarılarının birinci bellekte algıya dönüşmesi yani seçilmesi, çok sık kullanılan uyaranların da ikincil belleğe atılarak kişiliğe kazandırılması söz konusudur. Şöyle bir hayal edelim. Bir canlı, bir yaşında bir bebek, dışarıdan her an milyonlarca uyarıya muhataptır. Ve bu uyarılar kesilmeden ardı ardına devam etmektedir. Kulağa sesler gelmekte, göze ışık yansımaları ulaşmakta, burna kokular gelmekte, ağızda bir tat duyusu var olmakta, derinin yüzeyi her an sıcaklığı soğukluğu, ağrıyı, basıncı ve titreşimi ölçmektedir. İçimizden de tüm organların her alanında milyonlarca bilgi aynı şekilde beyne ulaşmaktadır. Bebek önce bunları birleştirmekte, anlamlandırmakta ve sınıflandırmaktadır. Kendi bireysel sınırlarını kavramış olan bebek temel güven duygusuyla nesnenin nesne olarak sürekliliğini idrak etmiş, onunla iletişim içerisine girmeye başlamıştır.

Çevresindeki binlerce nesne ile nasıl iletişim kuracaktır? Sadece bir nesneyi ele alarak örnekleyelim. Odanın ortasında bir sehpa vardır. Bu sehpaya uzak mı duracak yakın mı, bu sehpanın üzerine mi çıkacak yoksa altına mı girecek. Bu sehpayı ısıracak mı yalayacak mı yoksa içmeye mi çalışacak. Sehpaya eliyle mi, kafasıyla mı yoksa ayağıyla mı dokunacak, sehpadan korkacak mı yoksa onu sevecek mi yoksa ona karşı nötr mü kalacak. Sehpaya vuracak mı yoksa onu okşayacak mı? Bu fiilleri bir günlük zaman diliminin içerisinde hangi saate ne kadar süreyle ne kadar tekrarla yapacak? Eğer sehpanın üzerine bir biblo konulursa biblo bu ilişkiyi nasıl etkileyecek? Üstelik odanın içini eşya ile doldurduğunuzu ve bunun üzerine zaman faktörünün değişkenliğini ve birde ağabey, abla ve kardeş faktörünü koyduğumuzda işin ne kadar kompleks bir hal alacağını tahmin bile edemezsiniz. Bütün dünyadaki nesneleri ve onlarla ilişkilerini düşünecek olursanız sonsuz sayıda kombinasyon ortaya çıkar ki bu da çocukta sadece şaşkınlık ve donma duygusu yaratır. Eşya, eşya olarak anlamlandırılmış olmakla birlikte onunla ilişkinin nasıl gerçekleşeceği bilinmez soru olarak karşımızda durmaktadır. İşte burada bebeğin tek çıkar yolu vardır. Sehpa ile annenin nasıl ilişki kurduğunu gözlemleyerek modelleme yapmak. O zaman iş kolaylaşacaktır. Çocuk bir evreyi daha aşmış bilinmezi bilinir hale getirmiştir. İş kolaydır, anne, sehpa veya diğer nesnelerle nasıl bir iletişim içine giriyorsa çocuk bunu modelleyecek ve kendine bir nevi yeni yollar açacaktır. Bir nesneye ulaşmanın milyonlarca yolu vardır. Ama anne o nesne ile bir şekilde iletişim kurmaktadır. Milyonlarca yoldan birisini tercih ettiğinden dolayı belirsizlik ortadan kalkmaktadır, kaosa düzen gelmektedir.

Fakat bu esnada çocuk ikinci bir problemle karşımıza çıkar. Evdeki diğer aile bireyleri nesnelerle ilişkilerinde birbirinden farklı yaklaşım tarzlarını benimsiyorlarsa, çocuk küçük ama yeni kaosun eşiğindedir. Birkaç yoldan hangisini tercih edecektir. Sehpa sevilecek mi, dövülecek mi yoksa nötr bir alet olarak duracak mı? İşi biraz daha karmaşık hale getirirsek anne, nesne ile iletişim içerisine girerken, nesneyi zaman zaman sevmekte zaman zaman dövmektedir. Bu kurallı ve mantıksal bir yapı içerisinde oluşuyorsa ne zaman seveceği ne zaman döveceği kurallara bağlı ise problem yoktur. Netleşme daha da berraklaşmaktadır. Ama annenin nesne ilişkisinde kuralsız bir şekilde ne zaman seveceğini ve ne zaman kızacağını bilmiyorsak çocuk borderline bir krize düşmektedir.

Buraya kadar her şeyin normal gittiğini varsayalım, bütün bunların farkına varan ve sorunsuz bir aile ortamında nesne ile sağlıklı ilişkiye giren bir bebek var olduğunu düşünelim. Burada insanoğlunun en büyük açılımı gerçekleşir. İnsanoğlu otomatizmadan çıkmakta nesne ile iletişim kurma ya da kurmama kararını verecek olan irade dediğimiz bir kavramla karşılaşmaktadır. Bu bebeğin tanımadığı bir şey olup insan olarak varoluşun ilk çekirdeğidir. Böyle bir yetisinin var olduğunu fark etmek bebeği şaşırtmaktadır. Eylemin yaratıcısı olduğunu bilmek kadar onu hem hoşnut eden hem de ürküten başka bir şey yoktur. Artık anne veya ebeveyni model alarak eşya ile ilişkinin yollarını öğrenmiştir ve eşya ile ilişkiye girmeme, girecekse hangi tür ilişkiye gireceğinin kararını bebeğin kendisi vermektedir. Burada çocuk ambivalansın tam ortasındadır: yapmak veya yapmamak. İkisi de yaratmaktır. Yapmayı da yapmamayı da kendisi tercih edecektir. İkisi de güzel ve kıymetlidir. Yaptığı zaman yapmanın gururunu duyarken, yapmama edimini gerçekleştiremediği için onun üzüntüsünü yaşayacaktır. Yapmama tercihinde bulunduğu zaman yapmamanın getirmiş olduğu eylemin yaratıcılığını hissedecek, diğer yandan yapabileceği şeyleri kaçırmanın hüznünü yaşayacaktır. Yıllar boyu bunun ayak izlerini ruhumuzun derinliklerinde hep hissedeceğiz. Bir karar verirken neler kaçırdığımızı düşünerek, karardan vazgeçerken de neler yapmadığımızı düşünerek…

Bu aşamada bebek insan olmuştur. Bu noktadan itibaren kendi kararlarını kendi vererek geleceğini tayin etmekte ve hayatının sorumluluğuna sahip olmaktadır. Çocuk birey olmanın heyecanıyla bir an önce bağımsızlığını ilan ederek ayrı bir birey olma gayreti peşinde koşar. Anne bu bağımsızlığı destekler ve uzaktan bakarak takip ederse gelişim çizgisi olumlu yönde devam eder.

Bütün ruhsal hadiselerde olduğu gibi olaya birçok bakış açısıyla yaklaşmak gerekir. Bebek ayrılmayı düşünürken, anne neler hissetmektedir. Anne kendisinden bir parça kopmamasını istememektedir. Kendi uzantısının ondan ayrılması onun canını yakmaktadır. Anne kendi vücudu üzerinde nasıl mutlak bir hakimiyete sahip ve bundan gurur duyuyor ve bunu doğal kabul ediyorsa kendi bebeğinin üzerinde hakimiyet hissetmesi ve onu kontrol etmek istemesi de aynı doğallıktadır. Ama bu bebeğin gelişim sürecine aykırı bir şeydir. Bebek anneden ayrılmakta, ayrılmak istemekte ve ayrı bir birey olarak var olmanın peşinden koşmaktadır. Anne ile bir iktidar mücadelesi başlar, çocuk gücü yettikçe iktidarını korumaya, anne de ona müdahale etmeye çalışmaktadır. Ayrıldığını hissedip anneye sözünü geçirdiğini hissettikçe haz kavramı doruklara ulaşmakta ve varoluşun mutluluğunu yaşamaktadır. Annenin iktidarı kırılıp bebeğin iktidarı geliştikçe anne bir taraftan hüzün duymakta diğer taraftan bebeğin büyüyüp gelişimini seyrettikçe mutlu olmaktadır.

Çocuğun ‘bırak ben kendim yerim, bırak elbisemi kendim giyerim, ben kendim yürürüm’ şeklindeki ben merkezli yaşam anlayışına anne zaman zaman müdahale eder, çocuğun fiziksel kapasitesinin sınırlılığını ve iradesinin mutlak olmadığını ona gösterir ve ispat eder. Anne izin vermediği müddetçe, özgür iradesinin istediği eylemleri gerçekleştirmesi mümkün değildir. Çocuk burada bir acizlik içine düşer, yeni bulduğu ve keşfettiği birey olma duygusu bu şekilde ağır bir darbe almıştır. Anne veya ebeveyn her zaman güçlü ve üsttedirler. Eliyle büfedeki bibloya uzanmaya çalışan çocuk onu almaya gayret etmektedir. Tam ulaşacağı esnada anne bibloyu alıp bir üst rafa koyar. Çocuk orada fiziksel sınırlılığının ve yetmezliğinin annenin iktidarının gücünün farkına varmaktadır. Çaresizlik duygusuyla öfkelenmekte kızmakta ağlamakta etrafı tekmelemektedir. Dürtü hedefine ulaşmamış ve haz kaybedilmiştir.

Tam bu esnada çocuk mutlak iktidarı yakalar. Nasıl mı? Bir gün annesi gelir. Çocuğa tuvalet alışkanlıklarını öğretmek amacıyla onu tuvalete götürerek kakasını ve çişini büyükler gibi artık oraya yapması gereğinin vaktinin geldiğini sevecen bir dille söyler. Bu ciddiyet karşısında çocuk sanki şaşırmıştır. Hiçbir konuda muhatap alınmayan çocuk ilk defa bu şekilde ciddiye alındığını fark etmiştir. Anne ile iktidar paylaşımında fiziksel gücünün elverdiği oranda iktidar alanını koruyan bebek burada da iktidarını korumaya karar vermiştir. Annesinin taleplerine karşı ne kadar direnirse o kadar bireysel varoluşun hazzını yaşayacaktır. Ama bunun da bir sınırının olduğunu daha önceki tecrübelerden bilmektedir. Biblo ile oynarken biblosu elinden alınmıştır, kirli kazağını çıkarmak istemediğinde zorla çıkarılmıştır, kirli topun yatak odasına bırakılmasına müsaade edilmemiştir. Bugün ise anne, çişini ve kakasını tuvalete yapmasını istemektedir. Çocuk burada direnmelidir. İktidarını korumalıdır. Ne kadar çok koruyabilirse o kadar var olacak ve o kadar birey olduğunu hissedecektir. Annesinin sözüne karşı gelir, çişini ve kakasını bırakmaz. Ve süreci beklemeye koyulur. Bibloda, elbisede ve topta olduğu gibi anne müdahale ederek kakasını ondan alacak ve tuvalete annesi bırakacaktır.

Ama hikaye böyle gelişmez. Annenin kendi içindeki çiş ve kakasını bir biblo gibi alamadığını fark eder. Devasa ve mutlak iktidar sahibi olan anne acziyet içerisine düşmüş ve çocuğun kararına mahkum olmuştur. O ne zaman isterse çişini ve kakasını kendi verecektir. İlk defa mutlak güç ve iktidarın hazzı çocuğa geçmiştir: Anneyi bekletme ve istediği zaman ve şartlarda çişi ve kakayı verme. Çişi bırakmak ve tutmak ya da kakayı bırakmak ve tutmak yoluyla yaratıcı gücünü hissetmenin zevkini yaşamaktadır. Bu nedenle ilgi odağı ağızdan, oral tatminden anal bölgeye ve anal tatmine kaymıştır. Burada hazzın iki ekstrem şekli vardır. Birincisi bırakma ve tutma edimlerini yapabilme gücüne ulaşmak, diğer taraftan anneyi kendisinin kararına mahkum etmek.

Bu evrede haz çocuğun iradesini ve özerkliğini kullanma yetisi üzerine odaklanmaktadır. Anne ile kıyasıya süren bu iktidar mücadelesinde annenin veya ebeveynlerin çocuğa yaklaşım tarzı çocuğun kişiliğini belirleyecektir. Bizim toplumumuzda annelerin çocukları karşısında yumuşak karınları mevcuttur. Çocuklar bunu çok iyi değerlendirir. Mutlak iktidarın elde edildiği alan sadece tuvalet alışkanlıkları olmayıp, yemek yeme ve uykuya yatma fiilleri de çocuk için bir meydan muharebesine dönüştürülebilir. Yeme konusunda çocuğun üzerine aşırı düşen bir anne farkında olmadan iktidar alanını çocuğuna kaptırmaktır.

Fiziksel bir ihtiyaç olması bakımından acıktığında çocuk yemek yemek için yoğun taleplerde bulunacaktır. Ama anne çocuğa yemek yedirmek için aşırı bir gayretkeşliğe düşer ve bunun kendisi için çok önemli olduğu duygusunu çocuğa hissettirirse çocuk ağız girişinde bir gümrük bölgesi oluşturacaktır. Annenin iktidarının sınırlandığı, bir kaşık çorbanın içilmesi için pazarlıkların yapıldığı ve çocuğun mutlak iktidarının temin edildiği bir zemin yaratılmıştır. Aynı şey çocuğun uykuya yatırılması konusunda da geçerlidir. Zaman zaman çocuk ebeveynlerin açmazda olduğu dönemleri (misafirlerin gelmesi, kalabalık bir market ortamı v.b) keşfederek mutlak istek ve iktidarını bu zamanlarda gerçekleştirir. Aile de bunu pekiştirerek aynı acziyeti gösterir. Burada çocuk için hazzın yakalandığı, ebeveynlerin kendine mahkum kılındığı ender dönemlerden biridir. Muhtemelen temel haz kaynağı elde edilmek istenen obje değil, anne ve babanın mutlak iktidarının kırıldığını gözlemlemek ve bireysel varoluşunu gerçekleştirmektir. Ebeveyn ile girişilen bu iktidar mücadelesinde çocuk hazzını yaşamaya çalışır; haz temel olarak anal bölgenin fonksiyonları üzerindedir ve her alanda yansımaları vardır.

B- Psiko – toplumsal Açıdan

Psiko – toplumsal açıdan bu evre ya özerkliğin sağlandığı ya da kaybedildiği bir evredir. Ya insan varoluşunu gerçekleştirecek ve bağımsız bir birey olacak ya da kuralların karşısında köle olacaktır. Yukarıdaki sehpa örneğimizde olduğu gibi. Sehpa ile muhtelif şekillerde iletişim kurulabilir. Bunu bir başka örnek ile açıklayacak olursak, İstanbul’ dan İzmir’ e çeşitli yollarla gidilebilir. Bu yollar bir nolu karayolu, 2 nolu karayolu, demiryolu, hava ulaşımı, deniz yolu, otomobil, bisiklet, yürüyerek veya elinde bir harita veya güzergah olmadan yalnız başına rasgele gidiş. Yalnız başına eşya ile iletişim kurma, kaosu ve belirsizliği getirir ki bununla yaşamak mümkün değildir. İstanbul’ dan İzmir’ e giderken yollardan biri seçilecektir ki bu yollar insanların kişilik örgütlenmesidir. Kişilik örgütlenmesi demek nesne ile devamlı ve tutarlı bir ilişki örgütlenmesidir. Kişilikler çeşitli şekillerde sınıflandırılabilir.

Bu kişilik örgütlenmeleri DSM – 4’ te (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders) üç kümede toparlanmıştır. A kümesinde paranoid, şizoid, şizotipal; B kümesinde antisosyal, narsistik, borderline (sınırda), histrionik; C kümesinde bağımlı, çekingen, obsessif kompulsif ve miks tip. Bunların dışında da normal kişilik örgütlenmesi söz konusu edilmektedir. Buna ilaveten daha önceki sınıflandırmalarda mevcut olan iki kişilik örgütlenmesi daha vardır ki buna da toplumumuzda sıkça rastlanmaktadır. Bu iki kişilik örgütlenmesi pasif agresif tip ile self – defeating (kendini heder ve kurban eden) kişilik. Bu kişilik örgütlenmeleri bakıcılarla çocuk arasındaki iktidar mücadelesinin sıfırdan yüze ulaşan spektrumunda herhangi bir yerde sınırların belirlenmesiyle ilintilidir. Yelpazenin en başına narsistik kişilik örgütlenmesini, diğer başına da obsesif kompulsif yapıyı koyabiliriz. Narsist yapı kakasını, istediği zaman istediği yere, istediği şekilde yapan çocuğu simgelerken, obsessif kompulsif yapı spektrumunun diğer ucunda kakasını nerede, nasıl ve ne şekilde ne kadar yapacağını kurallarıyla yapan kimliği simgeler.

Ebeveyn çocuğun birey olma özlemlerini destekleyip realitenin acı gerçeklerini de bir taraftan gösteriyorsa bu, özgür, özerk ve bağımsız bir kimliği oluşturur. Çocuk bu kimliği oluştururken iki güzergahta çalışır. Bunların ilki, anne – babayı modelleyerek nesne ile iletişimin yolunu öğrenir. Anne – baba özerk ve saygın kişilikleri haiz ise çocuk bunu modelleyerek nesne ile sağlıklı bir ilişki içine girer. İkinci alanda, anne ve babayla iktidarı paylaşırken kendi iktidar alanına saygı duyulması ve tercihlerine önem verilmesi ama realitenin sınırlarının zorlanmaması şeklindeki bir eğitim modeli çocuğun sağlıklı kimliğinin daha da pekişmesini temin eder. Çocuk ne narsist ne de obsesif yapıya kayar. Çocuğun bağımsızlık arayışı, bir takım girişim ve kararları aile tarafından ketlenirse çocuk yaptığı eylemlerden hep kuşku duyar.daha sonraki hayatında bu kuşkunun izlerini hep görürüz. Bağımsız olarak verdiği her karardan kuşku duyarak başkalarından onay alma ihtiyacı hisseden bireyler görürüz. Veya bu dönemde çocuğun ortaya koyduğu bağımsız eylemler ve acemi teşebbüsler aile tarafından alay konusu edilirse çocuk içinde utanç çekirdeğini geliştirir. Daha sonraki dönemlerde toplum içerisindeki yapacağı her eylemden sonra alay edileceği endişesi duyan, utanç çekirdekli bir kimlik meydana getirir. Toplum içinde yaptığı her türlü eylemden utanır, korkar, ürker ve çekinir. İşte, bağımlı, çekimser ve sosyal fobik yapının kaynağı budur.


III. FALLİK EVRE (ÖDİPAL, CİNSEL KİMLİK EVRESİ)

A- Hazzın Yönelimi Açısından

İki bucuk – üç yaşlarına geldiğinde çocuk Fallik evreye geçer, bu evre cinsel kimlik evresidir. Biyolojik ve zihinsel yapı birbirine paralel bir şekilde gelişimini ve büyümesini sürdürmektedir. Buna uygun epigenetik açılımlar da devam etmektedir. Bu döneme kadar çocuk, kendisi ve nesne varlığındaki bir dünyada vardı. Bu ana kadar üçüncü kişi devrede değildi. Anne veya babayla ya da çevredeki her türlü nesne ile birebir ilişki içindeydi. Bu devrenin başlamasıyla üçüncü bir kişi oyuna girecektir. Fallik dönemde çocuğun zihinsel yapısı cinsel kimliğin ayırdına varma kapasitesine ulaşmıştır. Cinsel kimliğin farklılığını fark etmiştir. Annenin göğüsleri var, babanın göğüsleri yok; annenin sakalı çıkmıyor, babanın sakalı çıkıyor. Her şeyden önemlisi babanın penisi var, annesinin yok. Bu farklılığı her cinsel kimlikte gözlemlemeye ve ayırtına varmaya başlıyor. O ana kadar uniseks olan çocuk bir cinsel kimliğe ait olması gerektiğini tespit ediyor. Bu ana kadar nesne ile nasıl iletişim kurulacağını öğrenen ve bu şekilde bir kişilik örgütlenmesi geliştiren çocuk bu kişilik örgütlenmesini yürüteceği bir cinsel kimlik arayışına girmektedir. Erkek çocuk kendisinin babaya benzediğinin farkına varacaktır. Artık cinsel kimlik modellemesi ve özdeşimler devreye girecektir. Sosyal öğrenmenin, teşvikin ve motivasyonun çocuğu bu özdeşimlere zorladığı, bunun karşılığında toplumsal onay gördüğü ve değerlilik hisleriyle donatıldığı ortamda cinsel kimlik gitgide pekişecektir.

Erkek çocuk kendisini erkek gibi hissederken kız çocuk kendisini kız gibi hissedecektir. Artık birey olmanın ötesinde bir de sosyal bir rol çıkmıştır karşısına. Önce insandır, ardından ya erkektir ya da kız. Sosyal bir rolün fiziksel ve biyolojik bir karşıtlığı da vardır. Fiziksel yapının erkek veya kız olması bu yapının mutlak anlamda kişiliği de o bağlamda oluşturacağı kesinliğini doğurmamaktadır. Erkek bir fiziksel yapıdan, kadınsı bir cinsel kimlik; kadınsı bir biyolojik yapıdan erkek bir cinsel kimlik oluşması bu dönemde mümkündür. Bu da olayın tamamen sanal bir program olduğunu bize göstermektedir.

Bu dönemi birkaç bağlamda ele almak istiyorum. Birinci bağlamda erkek ve kadınlığın fark edilmesi, ikinci bağlamda özdeşimlerle bu rolün benimsenmesi, üçüncü bağlamda benimsenen bu rolün realize edilerek karşı cinse ulaşma ve hemcinsini yok etme paradoksuna girilmesi ve dördüncü ve son bağlamda da içselleştirilen anne – baba figürlerinin ve onların temsil ettiği değer yargılarının oluşturduğu süperegonun olaya müdahil olması. Bu bağlamlarla birlikte çoklu kombinasyonlar karşımıza çıkmaktadır. Erkek ve kız çocuğun cinsel çatışmaları ve paradoksları atlatması ve süperegosunu razı ettirmiş bir halde bu devreyi geçmesi, sağlıklı bir cinsel kimlik oluşumuyla mümkündür. Değilse dinamik anlamdaki tüm nevrotik yapılandırmalar temelini bu dönemdeki halledilmemiş çatışmalar, karşıtlıklar, zaaflar, baskılar ve şartlanmalardan almaktadır. Bu döneme kadar olan yapılarda düşünce sistemi ve kişilik örgütlenmesi gerçekleştirirken bu dönemle birlikte varoluşun daha ince detayları ve estetik yapılandırmaları meydana gelmektedir. Bu dörtlü bağlam erkek ve kız çocuğu için farklı iki kulvarda seyretmektedir. Erkek çocuğun hikayesi farklı, kız çocuğununki farklıdır.

1. Erkek Çocuk İçin Fallik Dönem

Erkek çocuk bu dönemde kendi cinsel kimliğinin ayırtına varır, babasıyla özdeşim yaparak babası gibi olmaya çalışır. Bu özdeşimde muhtemelen iki dinamik vardır. Birincisi babayla özdeşim yaparak erkek cinsel kimliğini tamamen içselleştirmek, bir erkek olarak toplumda varolmak ve erkek rolünü oynamaktır. Erkek rolü hemen yanı başında bir evlilik müessesesini birlikte getirmektedir; bir erkeğin bir kadını olur. Bir kadının da bir erkeği olur. Çocuk erkek olduğunu fark etmiş, özdeşimlerle bunu hissetmiş, sosyal rol gereği kendisine bir partner arayışına girmiştir. En yakinen bilinen, en yanında olan oral ve anal dönemin haz kaynağı hemen yanı başındadır. Bu annedir. Problem çözülmüştür. Kendisi erkek ve koca, annesi kadın ve eştir. Bu duygusunu ve düşüncesini dile getirdiğinde veya hissettirdiğinde şiddetli bir tepki ile karşılaşır; anne ona yasaktır ve eş olamaz. Bu yasak medeniyetin oluşması için gerekli olan ensest yasağıdır. Anne, babanındır, eş olarak baba ona sahiptir. Anne de babanın kontrolündedir. Anne çocuğa eş olamaz, hem bu baba tarafından ağır cezalandırılması gereken büyük bir yasaktır. Çocuk bu yasağı kabullenmez ve isyan eder. Anneye sahip olmak ister. Anneye sahip olmanın yolu ya babayı ortadan kaldırmak ya da baba kadar veya ondan daha güçlü olmaktır. Babayı ortadan kaldırmak kolaydır, babanın ölümünü istemek onun ortadan kaldırılması için yeterlidir. Çünkü zihni seviye henüz bu düzeyde olup düşünme ile eylem, hayal ile gerçek henüz ayrışmamış olup eş değerdedir. Babayı düşüncede yok eden çocuk ihtiyaç duyduğunda da babayı her an çağırabilir. Bu da id’ den gelen mantıksızlıktan oluşmaktadır. Çocuk babayı zihnen öldürmesine rağmen her an babanın varoluşunu anlamlandıramamakta, onun varlığını yok edememektedir. Babayı reel olarak alt etmenin yolu baba kadar güçlü olmaktır. Babayı özdeşim ve introjeksiyon yoluyla içselleştiren ve taklit eden çocuk, baba kadar güçlü ve saygın olduğuna inanır. Zaman zaman da baba ile test yaparak bu gücünü sınar. Babanın boyuyla kendi boyunu ölçer, baba ile güreş tutar. Ne zaman ki babasının boyuna ulaşacağını hep sorar olur, işte o an hesaplaşma günüdür. Baba ile güreşen çocuk babanın zaman zaman yenilmesi karşısında mağrur bir komutan edasındadır. Artık anneye giden engeller bu güç sayesinde yok edilebilir. Tam bu esnada süperegonun ağır baskısı, bu düşünceyi eyleme vurmanın sıkıntısını çocuğun ruhuna yükler. Çocuk babayı taklit ederken, babanın ayakkabısını giyerek ceketini takarak kravatını boynuna geçirerek, fötr şapkasını takarak babalaşır ve sanki anneye şöyle mesaj verir: “Anne bak beğendiğin baba benim, ben babamla aynıyım beni tercih edebilirsin.” Ama anneden beklediği cevabı alamaz. Çocuğa göre anne, babanın baskısı karşısında gerçekleri itiraf edemeyen ve kurtarılmayı bekleyen bir melektir. Hele ilk sahne bir şekilde yakalanmışsa, babanın anneyi boğduğu ve yok ettiği düşüncesi dahi çocukta yer edebilir. Bu duygu babanın ne kadar zalim ve gaddar olduğu çağrışımlarını güçlendirirken, annenin bu zalimden kurtarılması için bekleyen mağdur ve mazlum bir yapıyı temsil ettiği duygusunu çocuğun ruhunda şekillendirir.
Bu dönemin düşünce yapısına şöyle bir göz atacak olursak üç dört yaşlarında ki bir çocukta; a- Düşündüğüm herkes tarafından fark ediliyor ve biliniyor, b- Düşünce ile eylem birbirinin aynıdır, c- Düşündüysem bunu yapmışım demektir, d- yaptıysam sorumluyum demektir ve kötü bir şey yaptıysam mutlaka cezalandırılacağım, şeklinde bir dizi akıl yürütme devrededir.

Tüm bunların yanında ego tamamen olaylara hakim olup, mantıksal zinciri kuramadığı için primer düşünce süreci dediğimiz süreç çocukta yer yer hakimiyetini sürdürmektedir. Zıtlar aynı anda bulunabilmektedir. Ölüm ve canlılık yan yana durabilmektedir. Sevgi ve öfke birlikte var olabilmektedir. Hayal ile gerçek iç içedir. Tasarımlar ile dış dünya, zaman zaman karışmaktadır. Beklentiler ile gerçeklik birbirine girebilmektedir. Tüm bunların cereyan ettiği bir ortamda, erkek çocuk babayla özdeşim yapıp, babanın kendisine sağlıklı bir model olması yoluyla bu süreci tamamlarken annesinden vazgeçmeyi kabul eder. Partner arayışını başka alanlara kaydırır. Bu sağlıklı gelişimin belirtisidir. Burada baba ile rekabet duygusu ve bir sevgi objesine ulaşma gerçeği vardır. Burada üçlü bir ilişki kurulmuştur. Bir sevgi objesine ulaşmak için onu engelleyen faktörlerle mücadele etmek gibi bir zorunluluk vardır. Bundan sonra hayat hep bu şekilde devam edecektir.

Burada üzerinde durulacak olan esas konu, babanın, cinsel kimliğinin ötesinde güç ve iktidarı temsil eden bir odak olmasıdır. Bu odak hem korkulan hem hayranlık uyandıran; hem de onun gibi olmak için özlem çekilen bir odaktır. Anne ise her zaman olduğu gibi hazzın, sevginin, ilginin ilk prototipi ve süregelen temel nesnesidir. Cennetin kaynağıdır. Çocuk otoriteyi aşarak sevgi kaynağı olan anneye ulaşmak durumundadır. Ruhu iki kutuplu çalışacaktır. Bir taraftan güç ve otoriteyi aşma mecburiyeti, diğer taraftan sevgi objesine ulaşma özlemi. Haz veren bütün kaynaklar sevgi temel objesi olan annenin türevi olarak karşımıza çıkarken, güç ve otorite olarak bildiğimiz tüm odaklar da babanın türevleri olacaktır. İlk üçlü ilişkide otorite, sevgi objesi ve birey arasındaki ilişki sağlıklı ve akışkan bir şekilde kurulmuş ise bundan sonraki tüm ilişkiler aynı rahatlık ve güven duygusu içerisinde devam edecektir. Çocuk bireyliğinin keyfini sürecektir. Ama bu dönemlerde hem babadan hem de anneden kaynaklanan engelleyici, çatışmalı, cezalandırıcı ve yasaklayıcı tavır ve tutumlar çocukta ruhsal gelişim evresinde yüzlerce klinik tabloyla şekillenebilecek bozuklukları medyada getirecektir. Bu yelpazede transeksüel kimlikten eşcinselliğe, fobilerden anksiyete bozukluklarına, obsesif kompulsif yapıdan dürtü kontrol bozukluklarına, yeme bozukluklarından cinsel fonksiyonel bozuklukların, duygu – durum bozukluklarından reaktif hallere kadar birçok patoloji bu üçlü yapıdaki muhtelif kombinasyonlardan ortaya çıkacaktır. Klinik tablolar işlenirken konu daha detaylı ve spesifik olarak ele alınacaktır.

Bu döneme kadar öğretilmiş ve tecrübe edilmemiş hiçbir şeyden korkmayan çocukta kendiliğinden korku, panik ve kabuslar başlar. Bu süreçte muhtemelen babayı yok ederek ortadan kaldırmaya yönelik düşüncelerin bilinçdışında yaşam bulması, fakat reel olarak babanın her an gelip canlı olarak çocuğun karşısında var olması, çocukta cezalandırılacağı korkusunu hep yaşatmaktadır. Bu ceza ortadan kaldırılma ve öldürülme olabileceği gibi, kızların da pipilerinin olmamasını da aydınlatabilecek bir rasyonalite ile babanın gelip çocuğun erkeklik organını kesip onu da kızlaştırması korkusunu canlandıracaktır.

Bu dönemdeki erkek çocukların en hassas olduğu bölgeleri cinsel organlarıdır. Erkek olmanın temel simgesi erkek cinsel organıdır. Çocuk bunu kaybetmemek, kaptırmamak ve kestirmemek için yoğun bir koruma içinde olacaktır. Tüm bilinçdışı süreçler bunun üzerine odaklanmıştır. Fakat babanın her an gelip ceza olarak bunu keseceği korkusu baba ile aynı mekanda yaşamayı imkansız hale getirmektedir. Fonksiyonlarıyla palazlanmış olan ego, bu durumdan kurtulabilmek için yeni yeni oluşturduğu savunma mekanizmalarından birisini yani yer değiştirme mekanizmasını devreye sokarak babanın korkulan tarafını herhangi bir objeye transfer eder. Bu korkulan obje dışarıda kendisine zarar veremeyen, yaklaşılmadığı ya da karşılaşılmadığı müddetçe tehlike arz etmeyen bir şey olacaktır. Geriye, çocuğuna dondurma, çikolata ya da oyuncak alan sevgili bir baba kalmaktadır. O babayla hoşnut bir şekilde yaşayacaktır. Ama korkunun transfer edildiği obje at, köpek, kedi, örümcek, karanlık, öcü, yan oda vs. korkuyu kontrol altında tutmayı sağlayan konteynır olarak fonksiyonuna devam edecektir. Ruhsal yapı bu şekilde dengeye oturmuştur. Korkunun transfer edildiği bu nesne daha sonraki dönemlerde korku objesi olarak hayatımızı belirleyebilmektedir.

İnsan gelişiminin her evresinde biyolojik gelişimine uygun motor ve zihinsel değişimler meydana gelmektedir. Bu değişimler çevreyle etkileşime girerek sosyal bir öğrenme modeli içerisinde davranışsal kalıplar olarak şekillenebilir. Ayrıca aile içerisindeki bilişsel algılama, değerlendirme ve yorumlama biçimine göre de bilişsel bir şablon ortaya çıkabilir. Bu gelişim dönemlerindeki olguları izah ederken biyolojik, davranışçı, bilişsel ve varoluşsal etmenleri olabildiğince dışlayarak dinamik açıdan bu dönemleri izah etmeye çalışıyoruz. Burada dikkat edilmesi gereken husus bu gelişim evrelerinin temel karakterini belirleyen tek etkenin dinamik gelişimsel olmadığıdır. Bütüncül yaklaşımın içerisinde bu etmenlerin ne kadar etkili olduğunun klinisyen tarafından tayin edilmesi gerekir. Biz bu bölümde dinamik yaklaşım tarzı üzere gelişimsel evreleri incelemeye çalışmaktayız. Bu manada kastrasyon (iğdiş edilme) ve oto kastrasyon (kendi kendini iğdiş etme) kavramlarına ışık tutmaya çalışacağız.

Anne, baba ve çocuk üçgenindeki erkek çocuk çok yönlü güçlerin etkisi altındadır. Bu güçleri anne, baba ve çocuk için ayrı ayrı inceleyelim:

A- Çocuk:

1. Çocuk birey olarak kendini nasıl algılamaktadır. Kendilik tasarımı nasıl gelişmiştir., bu çok önemlidir.
2. Çocuk, mutlak nesnel gerçekliği algılamasının ötesinde ne anlam ifade eder?
3. Çocuk kendilik tasarımına göre babanın onu nasıl algıladığını nasıl tasarımlamaktadır?
4. Çocuk annesinin, onu nasıl algıladığını tasarımlamaktadır?

Burada karşımıza dörtlü bir kombinasyon çıkıyor. Bu kombinasyonlardan bir örnek verecek olursak, çocuk mutlak manada zayıf ve çelimsiz olabilir. Kendisini güçlü ve kudretli algılayabilir. Babasının onu sevmediği ve cezalandırılacak bir çocuk olarak gördüğü şeklinde bir tasarım yapabilir, annesinin onu sevdiği ama baba baskısı nedeniyle bu sevgisini direk dile getiremediği şeklinde bir anne tasarımı oluşturabilir. Bunlar çok çeşitli kombinasyonlar halinde birleştirilebilir, buna göre de klinik tablo ortaya çıkar.

B- Baba:

Baba yönünden olaylara baktığımızda;
1. Babanın reel olarak mutlak nesnel varlığı nedir?
2. Baba kendilik tasarımını nasıl oluşturmuştur?
3. Babanın gözünde çocuk ne anlama gelmektedir?
4. Babanın zihninde çocuğunun kendisini nasıl algıladığı şeklinde bir tasarım vardır.
5. Babanın eşiyle ilişkilerinde eşini nasıl tasarımladığı, eşinin onu nasıl algıladığı ile ilgili ne tür bir zihinsel imaj vardır?

C- Anne:
1. Annenin mutlak gerçek varlığı nedir?
2. Anne kendiliğini nasıl tasarımlamaktadır?
3. Diğerlerinin (eş, çocuk vd.) onu nasıl tasarımladığını düşünmektedir?
4. Diğerleri (eş, .ocuk vd.) anneyi gerçekte nasıl tasarımlamaktadır?

Aile içerisine girecek olan her yeni kardeş ve her yeni birey (dede, babaanne, hala, dayı, amca vb.) bu tabloyu daha da karmaşıklaştıracaktır. Fazla detaya girip ayrıntıda boğulmamak için ana eksenler üzerinde çalışmayı sürdürelim. Burada iki temel eksen vardır: Haz ve sevgi kaynağı olan anne, otorite ve gücü simgeleyen baba. Bir aile içerisinde iktidarın dağılımı gelenek ve göreneklerle belirlenirken ataerkil bir ailede iktidarı temsil eden kişi babadır. Baba aile bireylerine belirli iktidar alanları dağıtır. Verilen bu iktidar alanlarına bir itirazınız varsa, iktidar sahibi ile savaşmak zorundasınızdır. Burada da çocuk, anne objesine yalnız başına sahip olmak istemektedir. Ama baba otoritesi buna engeldir. Anne, babaya aittir. Çocuk temel haz kaynağı olan anneyi istemektedir ve bunun için çılgınca çaba gösterir. Baba ise buna engel olan mutlak güç ve otoritedir.

Baba faktörü nasıl aşılabilir ve anneye nasıl ulaşılabilir? Baba ile özdeşim yaparak, baba taklit edilerek çocuk sanal dünyasında baba olduğunu hissedebilir. Sağlıklı bir özdeşimle buna yardımcı olan bir baba modeli, çocuğun bu problemi aşmasına, kendini baba gibi hissetmesine ve bunun karşılığında da anne ile ilgili taleplerini bilinçdışına bastırmanın bedelini ödemek durumundadır. Bu her insanoğlunun temel doğal yazgısıdır. Eğer baba ile özdeşim imkanları olamaz ise, çocuk baba ile yoğun bir rekabete girecek ve sanal bir savaşın temellerini atacaktır. Baba ile özdeşim yağamadığı için baba gücünü hissedemeyecek, onun karşısında rakip bir birey olarak var olmaya çalışacaktır. Bu modeldeki baba dost bir baba değil, rakip ve düşman bir babadır. Bu rakip ve düşman baba çocuğa her an zarar verebilir. Olumlu manada özdeşim yapamadığı bu baba modeli, çocuğu kendisine rakip olmaktan çıkarabilir. Bunun da tek yolu çocuğun kastre edilmesidir. Çocuğun erkek olmasını ve baba olabilmesini simgeleyen tek fiziksel yapı pipisidir. Çocuk bunun üzerine kaygılanacaktır. Birçok toplumda ve kültürde güç ve iktidarın sembolü, dikleşmiş bir penis modelidir. Penis organ olarak önemi olmayan bir organdır, ama güç ve iktidarı temsil eden yönüyle çok büyük bir fonksiyon icra etmektedir. Hazzı elinizle tutabilmenin yolu güç ve iktidara sahip olmanızdan geçer. Güç ve iktidar aile içerisinde babadadır. Babanın babalığını simgeleyen şey onun cinsel organıdır. Çocuğun güç ve iktidara sahip olabilmesi için kendi cinsel organını koruması kollaması ve büyütmesi gerekmektedir. Bazı toplumlarda fiziksel olarak, cinsel organa aşırı bir önem verilirken, bazı toplumlarda ise güç ve iktidarın farklı görünümleri ön plana çıkmaktadır. Burada temel olay penisin varlığı ve yokluğu değil güç ve iktidara kimin sahip olduğudur. Güç ve iktidara sahip olan, hazza sahip olur. Haz ise insanoğlunun vazgeçemeyeceği temel yaşam nedenidir.

Güç ve iktidar elde edildikçe babaya kafa tutabilecek, onunla savaşılacak hatta onu alt edebilecek bir yapı oluşturulabilecektir. Fallik dönemde babasıyla sağlıklı özdeşim yapamamış bireylerde ödipal çatışma kalıcı olur ve daha sonraki evrelerde çeşitli klinik tablolar halinde karşımıza çıkar. Babanın güç ve iktidarı yaygınlaşarak her türlü güç ve iktidar sahipleri, bireyin savaşıp geçmek zorunluluğunu hissettiği düşmanlar olurlar. Bu manada sonsuz sayıda baba türevleri karşımıza çıkar. Bitmek tükenmek bilmeyen bir çatışma zinciri içerisine girer. Eksenin bir tarafında baba ile temsil edilen güç ve iktidar varken, diğer tarafında ulaşılmak istenen haz kaynağı vardır. Anne ile temsil edilen haz bu evreden sonra çatışma halinde kalınmış ise her türlü zevk verici nesne ve olgu anne türevi olur. Çocuk büyük bir arzu ile hazza ulaşmaya çalışır. Ama her haz, kaynağında yasak olan anne hazzının türevi olduğu için suçlama ve cezalandırılma duygularını içinde barındırır.

Kastrasyon terimi güç ve iktidar sahibi babanın ve onun türevlerinin çocuğun güç ve iktidarını bloke etmesine verilen isimdir. Bu kastrasyon olgusu çocuğun pipisinin baba tarafından kesilip kendisinin öldürülebileceği kaygısından başlayarak, konuşmasının yasaklandığı, hep emirlere uymak zorunda bırakıldığı, taleplerinin yerine getirilmediği, isteklerinin değerlendirmeye alınmadığı bir perspektifte de ele alınabilir. Bu da klinik tablonun nasıl şekilleneceğini belirler. Bu yapı, çözülmemiş ödipal kompleks, ergenlik döneminden başlayarak çok çeşitli tablolarla kendini gösterebilir. Bu savaş sanal bir savaştır. Gerçek baba ölmüş olabilir, aciz ve zavallı duruma düşmüş olabilir, bunun hiçbir anlamı yoktur. Çocuk ruhunda, kilitlenip kaldığı güç ve otoritenin temsilcisi olarak algıladığı dört yaşlarında yaşadığı baba ile savaşmaktadır. Dört yaşındaki gerçek babanın yerini, yüzlerce binlerce güç ve iktidara sahip olan baba türevleri almıştır. Böyle bir birey resmi bir kuruma gittiğinde ve bir otoriteyle karşılaştığında içinde bir bunaltı ve anksiyete (sinirlilik) hisseder. Dinamik literatürde buna kastrasyon anksiyetesi adı verilir. Bunu bir sosyal fobi tablosu olarak görmek mümkündür.
Birey herhangi bir hazza ulaştığında veya bir mutluluk elde ettiğinde yine bir sıkıntı hissedebilir. Bu da güç ve iktidara sahip olan babanın haz kaynağına el uzatmak gibi algılanır ve bunun bedeli sıkıntı hissetmektir.

Oto kastrasyon ise kişinin bu sanal savaşta bir ileri aşamaya geçerek güç ve iktidarını kendi kendine bloke etmesidir. Bu bir nevi daha büyük bir cezadan kurtulmak için verilen daha küçük bir ödün gibidir. Mesela anne yerine bilinçdışı olarak ikame edilen bir partnerle ilişkiye girmek sanal babanın öfkesini çekeceğinden dolayı bu kişi bu anksiyeteyi hissetmemek için cinsel ilişkiden uzak durup ereksiyon problemi yaşayabilir. Bu bir oto kastrasyondur. Bir topluluk karşısında konuşma yapmaya hazırlanan bir birey, bir güç gösterisinde bulunacaktır. Bu sanal dünyada sanki babaya başkaldırış gibi algılanabilir. Bunun doğuracağı anksiyeteden korunmak için kişi toplantı saatini unutabilir, toplantıya giderken arabasıyla kazaya neden olabilir. Bulantı ve kusma nöbetleri geçirebilir, bunlar da oto kastrasyonun değişik tipleridir. Çok büyük bir buluşa imza atacak olan bir bilim adamı çalışmasının son evresinde sakarlıkla laboratuarını ateşe verebilir. Çok başarılı bir öğrenim hayatı geçirmiş bir genç, son yılda bir sınavda hep başarısız olur ve bir türlü diplomasını alamaz. Bunlar da oto kastrasyonun değişik versiyonları olabilir.

2. Kız Çocuk İçin Fallik Dönem

Anne ile ikili ilişki içerisindeyken babanın da devreye girmesiyle beraber üçlü ilişkinin ortaya çıktığı bir dönemde kız çocuğunun pozisyonu nedir? Zihinsel yapısının gelişimine uygun olarak cinsel kimliğin ayırdına varıp kendisinin, annenin cinsiyetinden olduğunu fark eden kız çocuğu pozisyonunu nasıl değerlendirecektir. Klasik Dinamik yapı içerisinde kız çocuğu için bu dönem elektra kompleksi olarak isimlendirilir. Elektra kompleksi teorisi ana hatlarıyla kız çocuğunun güç ve otoriteyi temsiz eden babanın penisine karşı özlem duyduğu, bir penis sahibi olmayı arzuladığı, penis sahibi olanlara karşı kıskançlık hatta haset ve düşmanlık beslediğini iddia eder. Penis sahibi olamayacağını bilen ve fark eden kız çocuğunun daha sonraki evrelerde, bilinçdışı bir şekilde babadan bir bebek sahibi olarak göreceli bir penise kavuşmak gibi bir özleminin olduğu ifade edilmektedir. Tüm bu bilgiler ve elektra kompleksi klasik psikanalitik kuramının en zayıf noktalarından biridir. Kuram burada tam olarak işlememekte, bazı zorlamalara başvurmaktadır. Bize burada ışık tutacak olan şey klinikte kız çocuklarının yaşadıkları ve hissettikleri olmalıdır. Tabloya dinamik açıdan bakacak olursak kendi cinsel kimliğinin farkına varmış kadın olma rolünü benimsemiş bir kız çocuğu sosyal bir rol olarak gelin veya eş olma rolünü oynayacaktır. Buna da en yakın aday babadır. Babaya ulaşması evrensel ensest yasağı nedeniyle, kurallarca engellenmektedir. Diğer taraftan babaya ulaşmayı engelleyen bir annenin varlığı söz konusudur. Anne-babaya sahip çıkmaktadır. Anne, babanın eşidir. Dolayısıyla anne bu üçlü ilişkiden dışlanmalı ve babayla mutlu partner ilişkisi oluşturulmalıdır.
Burada kız çocuğunun yazgısı erkek çocuğunkinden daha acımasız ve kötüdür. Çünkü anne ilk sevgi objesidir. Hazzın ilk prototipidir. Oral ve anal evreleri onunla birlikte aşmıştır. Regrese olduğunda (gerilediğinde) dönebileceği kaynak annedir. Ama Fallik dönemde ortadan kaldırılması ve yok edilmesi gereken tek engel de yine annedir. Kız çocuk tam bir ambivalans içindedir. Babaya ulaşmayı çok arzulamaktadır. Bunun tek yolu anneyi yok etmekten geçer. Anneyi yok etmeyi başardığında kendi temellerini yok etmiş olur. Bu da dayanılmaz bir anksiyete yaratır. Burada da çocuk erkek çocuğun yaptığı gibi anne ile özdeşim yapıp babadan vazgeçme yolunu tercih etmeli ve alternatif sağlıklı türevlere yönelmelidir. Bu durum da sağlıklı bir anne modeliyle mümkün olabilecek bir geçiştir.

Teorik olarak dinamik yapının ödipal ve elektra kompleksi çok çeşitli şekillerde eleştirilmiştir. Toplumun kültürel yapılarına göre, ataerkil ve anaerkil oluşumlarına göre bu değer yargılarının oluşacağı, güç ve otoritenin bu yapılara göre şekilleneceği veya bölüşüleceği iddia edilmektedir. Antropolojik olarak da bazı toplumlarda farklı aile modellerinin oluştuğu dolayısıyla dinamik gelişimlerinin de farklı olduğu iddia edilmektedir. Olayı sadece penis ve cinselliğe indirgemenin doğru olmadığı iddia edilmektedir.

Muhtemelen insanın doğasında, fıtratına uygun olan hem güç ve iktidarı elinde bulundurmak hem de haz kaynaklarına sahip olmak temel dürtüsü vardır. Medeniyetin gelişim çizgisine baktığımızda ailenin şekillenmesinde genelde güç ve iktidarın erkek egemen bir yapıyı temsil ettiği görülmektedir. Kız çocuk bu güç ve iktidarı istemektedir. Ama bu fiziksel olarak mümkün değildir. Kaybettiği bu gücü, o güce sahip olan erkeği kontrol ederek elde etmesi mümkün olabilmektedir. Mücadelesi muhtemelen bu yöndedir. Kız çocuğu penisinin olmadığını fark ettiğinde bir eksiklik, bir kusur hisseder. Bızırını, penis gibi kullanmaya çalışır. Bu dönem itibariyle kız çocuğunda aşağılanma ve eksiklik duygusu kimliğine oturur.

Kız çocuğu için bir kastrasyondan bahsetmek mümkün müdür? Bazıları kız çocuğunun penisinin olmadığını fark ettiğinde, bunun kendisinden alındığına, koparıldığına ve yok edildiğine inanması şeklinde bir takım kastrasyon iddiaları ileri sürmektedir. Bu gerçekçi bulunmamakta ve zorlama bir açıklama gibi görünmektedir. Bilinen klinik bir gerçek kız çocuğunun annesiyle rekabet ederek babaya sahip olmayı istemesidir. Anne ile açık ve gizli ciddi bir mücadelesi vardır ve anne saf dışı bırakılmalıdır. Anneye karşı hissetmiş olduğu düşmanlık duyguları suçluluk duyguları olarak geri dönecektir. Daha sonraki evrelerde annenin üzerine aşırı hassasiyet, annenin sağlığı konusunda aşırı telaşlanma, bu suçluluk duygusunun reaksiyon-formasyon olarak ortaya çıkmasıdır. Klinikte gözlemlediğimiz annenin ölüm tehlikesi atlatması veya ölmesiyle birlikte ergen hanımlarda yoğun panik atakların çıkması, hipokondriyak şikayetlerin aktive olması bu suçluluk duygusunun bir bedeli gibi görünmektedir.

B- Psiko – Toplumsal Açıdan Fallik Evre

Freud hazzın gelişim evrelerini betimlerken Erickson bu evrelerde çocuğun toplumsal gelişiminin nabzını tutmaya çalışmıştır. Üç yaşına gelmiş olan çocuk bir taraftan süperegosunu oluştururken diğer taraftan dışarıdaki nesnelere karşı ilgi ve alakası daha da yoğunlaşmıştır. Kendi vücudunu tanımış, anneyi babayı tanımış, evini ve çevreyi tanımaya başlamıştır. Fakat soru, soru içindedir. Cevaplanması gereken binlerce yeni soru gündeme gelmektedir. Her şey somut perspektifte değerlendirilirken ayıp ve günah gibi bir takım soyut kavramlar kendini göstermektedir. Bu dönemde çocukta çevreye karşı yoğun bir ilgi başlamaktadır. Bu ilgi, büyük bir tecessüsle sorular oluşturmakta ve bunlara cevap aramaktadır. Bu soruların muhatabı genellikle anne-babalardır. Bitmek tükenmek bilmeyen bu sorulara anne ve baba sakin bir şekilde mantıklı, makul ve basit cevaplar verdiğinde çocuklarının ruhu sükunete kavuşmakta ve yeni sorulara doğru kanatlanmaktadır. Sorularda bu şekilde cevap bulan çocuklarda müteşebbislik ruhu bloke edilmeden gelişmektedir. Bir nevi, müteşebbislik ruhu oluşması için kimlik formatı yapılandırılmaktadır. Bu format ana eksenleri itibarıyla korkusuz bir şekilde soru sorabilen, bilmediği konuları rahatlıkla araştırabilen ve yeni konulara yönelmeye cesaret sahibi olan bir birey olmaktadır.

Bunun aksi olan durumlarda ise ebeveynin, çocuğun sorularını ciddiye almaması, onu muhatap kabul etmemesi, ciddi olmayan cevaplar vermesi ve onu terslemesi durumunda çocuğun müteşebbislik ruhu zedelenmektedir. Böyle bir çocuk daha sonraki hayatında bilmediği konularda tecessüs sahibi olmayacak, soru sormayacak ve ilgi duyduğu alanlarda bilgi sahibi olamayacaktır.

Fallik evredeki çocuk, sorular sorarken bir kısım soruların anne-babayı paniklettiğini, şaşırttığını hatta çaresiz bıraktığını fark edecektir. Bunlar genellikle ya cinsel içeriklidir ya da ölümle, Tanrıyla veya ahiretle ilgilidir. Bu tip soruları merak eden çocuk bu sorulara doyurucu basit ve sağlıklı cevaplar alamazsa yine bir şaşkınlığa düşecektir. Bu sorulara muhatap olan anne ve baba, soruya cevap vermek yerine çocuğu suçlayan, azarlayan, ayıp ve günah kavramlarını ön plana çıkaran bir yaklaşım tarzını sergilediklerinde, çocukta oluşturacakları tek duygu suçluluktur. Girişimlerinin bu şekilde suçlanarak engellediğini gören çocuk yeni girişimlerde bulunmak için yeteri kadar bir motivasyon ve enerji bulamayacaktır. Kendini içine kapanık, küskün, aciz ve zavallı bir konumda bulacak veya duygularını ifade edebilmek için saldırganlaşan bir yapıya bürünecektir.

Bu dönemde suçluluk duygularının ağır bastığı bir yaklaşım tarzıyla eğitilen bir çocuk, hayatının daha sonraki evrelerinde okulda, işyerinde ve sosyal hayatında çekimser, ürkek, korkak, birtakım yeni girişimlerde bulunduğunda da hep birileri tarafından suçlanacağı kaygısını taşıyan bir yapıda olacaktır. Böyle bir şey müteşebbisliğin, yaratıcılığın, başka limanlara yelken açmanın ve özgürlüğün sonsuz keyfini asla tadamayacaktır. Bunun yerine her yaptığı yeni girişiminde ürken, korkan, birilerinden onay alma ihtiyacı duyan ve suçluluk duygularını derinden hisseden bir birey olacaktır. Basit bir yaklaşımla iki tür bilim adamından bahsedilebilir: Mevcut statükoyu koruyan ve bilimsel araştırmalarını bu statükoyu izah etme yönünde kullanan bilim adamıyla hiçbir statü ve tabu kabul etmeyen özgürce yelkenlerini bilim denizine açan müteşebbis ruhlu bir bilim adamı, iki kişilik yapısının iki farklı tezahürüdür. Birincisi suçluluk duygusuyla bilim yapmaya çalışırken, diğeri müteşebbisliğin getirdiği coşkuyla bilim yapmaktadır.

Bir başka bağlamda partneriyle cinsellik yaşarken her an bir yakalanma ve suçluluk kaygısıyla bir ilişkiyi devam ettiren bir cinsellik anlayışı ve diğer tarafta partneriyle hiçbir suçluluk duygusu ve kaygı hissetmeden özgür bir cinselliğin yaşandığı kişilik yapıları iki görünümün farklı uzantılarıdır. Bir başka şekilde; yeni bir kıyafet almaya giden iki insandan birisi kıyafet alırken niçin aldığını başkalarına izah etme ihtiyacı hissederken ve birilerinden onay alma mecburiyetine mahkum kalırken, diğeri kendisine yakışacak en güzel modeli özgürce seçme peşindedir. Bir başka bağlamda evine gelen misafirlerin yanına çıkma konusunda çok tedirgin ve korkak olan çocuk, müteşebbislik ruhu kırılmış yaptığı eylemin doğru mu yanlış mı olduğu konusunda kaygılara sahipken; diğer taraftan evine bir misafir geldiği zaman onları güle oynaya karşılayabilen ve onlara bilmediği soruları rahatlıkla sorabilen bir çocuk müteşebbislik ruhunu geliştirmiş bir çocuktur. Okul hayatında, “bu sorunun cevabını kim biliyor” sorusuna karşın soruların cevabını bildiği halde parmak kaldıramayan öğrenciyle, yarım yamalak bildiği bir konuya rahatlıkla parmak kaldırıp konuşmaya çalışan bir öğrenci, bir yapının iki farklı görünümüdür.

Tüm bunların ötesinde erkek çocuğun kendini erkek çocuk gibi hissetmesi ve bundan bir suçluluk duymaması, kız çocuğun da kendini kız çocuk olarak hissederek bundan bir suçluluk duymaması sağlıklı bir gelişimin göstergesidir. Cinsel kimlik utanılacak ce saklanılacak bir şey olmayıp varlığımızı devam ettirecek gurur duyacağımız bir özelliğimizdir.

IV. EĞİTİM VE ÖĞRETİM EVRESİ YA DA (LATENT : GİZİLLİK) EVRESİ

Bireyin ruhsal gelişim evrelerinden en önemli evrelerden birisi de eğitim-öğretim evresidir. Klasik analitik kuramda Freud bu döneme gizillik (latent) evresi ismini vermiştir. Haz, bu evrede cinsel objeden ziyade farklı objelere yönelmiş olduğundan, bu şekilde isimlendirilmiştir. Birçok bilim adamı ve bizim kanaatimize göre bu dönemde cinsel yapılandırma aynı suretiyle devam ederken, hazzın farklılaşması ve yönelimi de aynı yoğunlukta sürmektedir. Kız ve erkek çocukta bu dönemde neler gerçekleşmektedir? Şöyle bir hatırlayacak olursak; ağzcıl, dışkılama ve cinsel kimlik evrelerinden geçen ve yaşı 5-6 civarına ulaşan bir çocuk yeni bir döneme ayak basmaktadır. Bu dönemi anlayabilmek için bu çocuğun getirdiği mirasa bakmak gerekir. Oral, anal ve fallik dönemlerden olumsuzluklarla dolu bir yüklenme ile bu döneme girmiş ise bu dönemde o negatif etkilerin izlerini sürdürecek, muhtemelen kişilik örgütlenmesindeki bu çatlaklar daha da derinleşecektir. Çocuğun şansı, iyi gider de eğitim ve öğretim kurumunda iyi bir öğretmene ve iyi bir çevreye düşerse negatif miras burada pozitife dönüştürülebilir. Bu gelişimi biraz sonra daha detaylı bir şekilde izah etmeye çalışacağım.

Daha önceki ruhsal gelişim evrelerini sağlıklı olarak geçirmiş, özerkliğini tamamlamış ve girişimcilik ruhu ile var olmuş çocuk, bu evreye de pozitif duygularla girecektir. Bu çocuğun şansı diğerlerine göre daha yüksektir.

Altı taşlarındaki bir çocuğu bulunduğu kesitten bir gözlemleyelim: Aile içerisinde sevilen, korunan, değerli ve önemli olduğu her vesile ile hissettirilen bir çocuk kendini mutlu huzurlu ve güçlü hissedecektir. Böyle bir çocuk gerçek dünyanın insan ilişkilerini ve nesne ilişkilerini daha kavramış, denemiş ve uygulamış değildir. Henüz gerçeğin çok az bir parçasıyla karşılaşmıştır. Evinin içerisindeki insan ilişkileri, dış dünyanın gerçekliğinden oldukça farklı ve uzaktır. Ailesi onu, karşılıksız bir şekilde var olduğu için sevmektedir, önemsemektedir. Aile içerisinde ruhsal gelişim evrelerinde göstermiş olduğu ufacık beceriler ve başarılar, aşırı bir heyecana neden olmakta, aile tarafından takdir ve taltif edilmekte ve önemsenmektedir. Çocuk yaptığı her iş, beceri ve başarı dahiyane bir buluş veya eylemmiş gibi etraftan yankı bulmasına alışmıştır. Bu pozisyon gerçekliği temsil etmemektedir. Çekirdek aile içerisinde bu süreçler yaşanırken zaman zaman ailenin içine giriş-çıkış yapan yakın akrabalar ya da komşular bu tabloyu pek de değiştirmemektedir. Yaşı itibarıyla sevecen olan bu yavruya herkes ilgi ve alaka göstermektedir. Bu durumda çocuk haz hissetmekte ve keyiflenmektedir.

Dış dünyanın reel gerçekliğinin yavaş yavaş fark edilmesi ve acılara katlanabilme yetisinin gelişmesi gerekmektedir. Bu da yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır. Bu dönemde eve misafir olarak gelen kuzenler, komşu çocukları ve yaştaşları ile bir oyun alanını paylaşırken rekabet duyguları, narsist istekler, güç ve iktidarı kullanma arzuları bir çatışma doğurmaya başlayacaktır. Bu çatışmada her çocuk kendinin mutlak haklı ve önemli olduğu duygusunu hissettiğinden çatışmalar ağırlaşacaktır. Ama sonuçta genellikle orta yolun bulunmasıyla birlikte taraflarda ilk hüsran duyguları ortaya çıkacak, bu da gerçeklik ilkesinin oluşmasını temin eden bir araç fonksiyonunu icra edecektir. Çocuk yalnız başına kaldığında veya kardeşiyle oynadığında, dış dünyanın acımasızlığına tahammül edip onunla iletişim içerisine girebilmek ve dış dünyayı kontrol edebilmek amacıyla yoğun bir şekilde oyun ile meşguldür.oyun fonksiyonlarında çeşitli rol denemelerini oynamış, diğer nesnelere muhtelif rolleri yüklemiş olan bu çocuk artık dış dünyaya çıkmak zorundadır.

Modern toplumlarda bu, eğitim ve öğrenim ile sağlanır. Anaokulu ile başlayan eğitim ve öğretim süreci, bu dönemin geçirileceği ve ergenliğe ulaşana kadar devam edecek olan bir zaman dilimini kapsar. Evde sağlıklı bir zeminde bir takım beceriler kazanmış, özgüven duygusunu hissetmiş, girişimciliği desteklenmiş ve iradesini rahatlıkla kullanabilmiş bir çocuk anaokuluna veya ilköğretimin ilk sınıfına başladığında güçlü bir donanımla sosyal hayatın içine ilk adımını atacaktır. Bu andan itibaren çocuğun ruhsal gelişiminde yeni bir evre başlamıştır. Dış dünyada, yani evin dışında, anne, baba ve akrabalarının koruyucu şemsiyesi olmadan yalnız başınadır. Sınıfa girmiştir, bu çocuk sınıfa girdiğinde veya sokaktaki oyun grubunun içine dahil olduğunda orada birey olarak vardır; yanında ne annesi ne babası ne de bir yakını mevcuttur. Sınıfın gerçekliğini, öğretmenin otoritesini, arkadaşlarının kendisine eşit olduğunu bilen, öğrenen bu yetilerle sınıfa giren bir çocuk için hayat o kadar da zor değildir. Ancak bu yetilerini henüz geliştirmemiş, dış dünyayı da ailesinin kendine davrandığı gibi davranacağı şeklinde bir algılama ile gören ve bu beklenti içinde olan bir çocuk için ağır hüsranların yaşanabileceği bir süreç başlamış demektir. Dış dünyada kimse ona anne ve babası gibi davranmayacaktır. Dış dünyaya dair bilgisi, becerisi ve yakınlığı oranında onu içine alacak ve kabullenecek ve ona göre de bir değer verecektir. Çocuk bunu kabullenmek zorundadır.

Bu dönemde çocuk hayal dünyasında ve oyun kahramanlarında canlandırdığı muhtelif kimlik örüntülerini daha gerçekçi bir ortamda hafif bir oyunsu hava ile tekrarlamak durumundadır. Bir sonraki evrede yaşayacağı gerçek kimlik yapılandırmasının ön çalışmalarını ve egzersizlerini bu dönemde yapmak durumundadır. Çocuğu sınırlayan bir takım etmenler vardır. Toplum içerisinde bir kimlik kazanabilmesi için bir takım yetileriyle kendini ispat etmesi gerekir. Çocuk oyun kahramanlarında büyüsel düşünce ile kendine olağanüstü güçler atfederken, bugün okulda ve oyun sahasında arkadaşlarıyla bu rolü oynamak zorundadır. Erkek bir çocuk futbol oyununda dahiyane düşüncelerle müthiş bir futbolcu olduğuna kendini inandırmış olabilir, ancak okul sahasında sınıf arkadaşlarıyla kurulacak olan minik futbol takımında göstereceği başarı ve beceri kadar var olacaktır. Motor koordinasyonu ve zihinsel konsantrasyonu böyle bir yetiyi arkadaşları arasında sahada uygulama imkanını verirse, bu çocuk bir travma yaşamadan gerçekçi bir şekilde futbol oynayabildiğini, hem kendine hem de arkadaşlarına ispat etmiş olacaktır. Tersi durumda ise yetersizlik duyguları ortaya çıkacak, birkaç rol denemesinden sonra her girdiği yeti sınavında, sınavı kaybetmesi durumunda aşağılık duygusunun pekiştiği yeni bir kimlik süreci devreye girebilecektir.
Gözünüzde şöyle bir canlandırınız: İlkokulun birinci sınıfı, okulun başladığı ilk gün.bir öğretmen olarak sınıfa girdiğinizi hayal edin. Otuz, kırk öğrenci karşınızda kıpır kıpır heyecanla size bakmaktadır. Bu esnada ne olmaktadır. Öğretmenin zihninde yeni gelen öğrencilerle ilgili tasarımlar oluşmaktadır. Bu hayali tasarımların oluşmasında, öğretmenin mesleğine olan ilgisi, sevgisi, bireysel yeterliliği, özgüven duygusu, kişiliğinin sağlıklı yapısı ve o yaş döneminde geçirdiği süreç bu tasarımları etkileyen faktörlerdir. Bu faktörlerin yanına onlarcasını ekleyebilirsiniz. Zihnimizi kaostan kurtarmak için bu öğretmenin mesleğini seven ilgili, bilgili, becerikli ve kişilik yapısının sağlıklı olduğu var sayımından yola çıkalım. Karşıda ise kıpır kıpır olan, altı-yedi yaşlarında kırk çocuk vardır. Yirmisi kız yirmisi oğlan çocuğudur. Gerçekçi bir yaklaşımla baktığımızda bu sınıfın içerisinde kişilik örgütlenmesi itibarıyla her kişilik örüntüsünden çocukla karşı karşıyasınızdır. Bağımlı ve çekimser olanlar, agresif ve saldırgan olanlar, zeki gözlerle bakanlar, şüphe ile etrafı tarayanlar, bir tarafta yalnız kalanlar ve etrafına birkaç kişiyi toplayıp onlara liderlik edenler… Velhasıl toplumda görmüş olduğumuz tüm kişilik örüntülerinin prototiplerini bu küçük sınıfta bulmak mümkündür. Buradaki her çocuk ailesini terk etmiş, kırk kişilik yeni bir aileye, okulu hesaba katarsak belki bin kişilik yeni bir mahalleye taşınmıştır. Hayat inanılmaz şekilde değişmiştir. Sabahtan akşama kadar evde ve oyuncaklarla geçen hayat bir anda okul, dershane, defter, kalem, kitap, öğrenci ve öğretmenden ibaret hale dönüşmüştür.

Evde çocuk önemsendiği, kendini değerli hissettiği ve sevildiğinden emin bir konumda idi. Ya okulda? Önceleri aynı beklentilerle diğer çocuklardan ve öğretmenden kendisinin en önemli, en değerli ve farklı olduğu konusunda iletişim bekleyen, ilgi bekleyen bu çocuk çok kısa süre içerisinde hayal kırıklığına uğrayacaktır. Çok kısa süre içerisinde fark edecektir ki toplumun gerçekçi kurallarına uyan öğretmenin vermiş olduğu görevleri iyi bir şekilde yapan, kendini bir takım başarılarıyla ve becerileriyle ön plana çıkarabilen çocuklar sınıf içerisinde daha saygın bir konum elde etmekte ve onların yaşadıkları haz daha yüksek olmaktadır. Burada haz yönünü değiştirmiş, öğretmenin gözüne girme ve arkadaşları arasında daha güçlü bir konum elde etme isteğine dönüşmüştür. Arkadaşlarının ona gıpta ile, takdirle bakmaları ve ona yaklaşmaya çalışmaları onu mutlu etmekte, hazzın doruklarında keyif sürmesine neden olmaktadır. Tersi durumda ise hayal kırıklıkları, hüsranlar, beceriksizlikler, aşağılanmışlık hissi ve yetersizlik duyguları tüm ruhuna çöreklenecektir. Bu durumda okul dayanılmaz acı ve sıkıntı veren, huzursuz eden ve kaçınılması gereken bir yer haline dönüşecektir. Öğretmen vahşi bir kaplan, sınıf arkadaşları onu parçalamaya hazır bir sırtlan haline dönüşecektir. Çocuk okula gitmemek için birçok semptom geliştirebilecektir. Çünkü okulda öğretmen ve arkadaşları ona annesi ve babası gibi davranmamaktadır. Onu çok incitmektedirler.

İşte bu okul süresinde, ergenliğe kadar geçen dönemde çocuk birçok rol denemeleri yapar. İlk başta zeka açısından bir değerlendirmeye tabi tutulur. Çünkü sınıfta en çok takdir edilen şey, zeki ve çalışkan olmaktır. Çocuk biyolojik olarak zekası yetersiz ve çalışacak kadar azimli ve kararlı değilse bu kulvardaki mücadeleden vazgeçecektir. Bu durumda kendisine farklı alanlarda bir varoluşsal alan arayacaktır. Bu, bilinçdışı otomatik olarak ortaya çıkan bir süreçtir. Bu rol arama denemeleri sportif faaliyetler, resim, müzik gibi sanatsal aktiviteler, organizasyon gibi sosyal beceriler, temizlik ve usluluk gibi davranış örüntüleri olabilmektedir. Bu alanlarda, kendini var edebilen ve bu konuda da yeterlilik duygularını hissedebilen, iç dünyasında en az diğerleri kadar önemli, yeterli ve değerli olduğunu kabullenen bir çocuk, iç dünyasında hazza ulaşmış, mutluluğu yakalamış ve dengeye gelmiştir.

Bu açıdan bakıldığında ilkokullardaki kol faaliyetleri görev dağılımı, sorumluluk çalışmaları, psikolojik açıdan büyük önemi haizdir. Burada önemli olan çocuğun yaptığı her güzel etkinliğin ve ortaya çıkardığı bir becerinin öğretmen tarafından takdir edilmesi ve ailenin de bunu desteklemesidir. Çocuk iç dünyasında bir ketlenme hissetmeden kendini var edecek ve yeni açılımlara kanat açacaktır. Tersi durumda ise ciddi sıkıntı ve bunalımlar ortaya çıkacaktır. Çocuk böyle bir ortamda arkadaşlarıyla rekabeti, bunu belirli kurallar içerisinde yapmayı öğrenmeli ve bunu kabullenmelidir. Bunlar aşama aşama ruha sindirilerek hayatın acı gerçeklerine karşı tahammül edebilme derecesini artırarak güçlü bir birey olma yolunda emin adımlarla ilerlemeyi temin eder.
Bölümün başında belirttiğimiz gibi şayet çocuk negatif bir bilanço veya bakiye ile ruhsal gelişim evresine ulaşmış ise bu çocuğun işi diğerlerine göre daha da zordur. Anlayışlı bir öğretmen ve onu destekleyen kardeşçe bir arkadaş grubunun varlığında bu patolojik örüntüyü kırmak gibi bir şansı doğmaktadır. Burada yüzlerce klinik tablodan bahsetmek mümkündür. Bu çocuk ev ile okulun kesiştiği noktadadır.

Evde neler olmakta, okulda neler olmaktadır? Evde neler olabilir: Boşanmış bir anne-babanın çocuğu olabilir, ebeveynlerden birini veya her ikisini birden kaybetmiş bir çocuk olabilir, anne-baba tarafından terkedilmiş, başka akrabaları yanında büyütülen bir çocuk olabilir. Anne ve baba aynı çatı altında, ama hep kavgalı hep saldırgan olabilir. Anne ve baba alkolik veya uyuşturucu müptelası olabilir. Anne-baba sosyo-ekonomik olarak düşkün bir durumda olabilir. Anne-baba sosyo-kültürel seviyelerinin düşüklüğü nedeniyle şuursuzca çocuk yapmış ve hiçbir çocuğun sorumluluğunun idrakinde olmayabilir. Anne-baba çok çeşitli kişilik bozukluklarına sahip olup bu bozukluklarını çocuklarına aynen yansıtmış olabilir. Birçok klinik tabloyu buna ilave etmem mümkündür.

Evde pozisyon bu iken bir de okuldaki duruma bakalım. Birçok patolojik yapılarla örüntülü bir öğretmenin dershanesine düşen, böyle bir öğrencinin yaşayacağı manzara daha da korkunçtur. Kendi sorunlarıyla boğuşan öğretmen bireysel patolojilerini, öfkesini, hıncını ve saldırganlığını öğrencilere yansıtacaktır. Bu durum öğrencilerde yetersizlik duyguları, aşağılık kompleksi, içe kapanıklık veya saldırganlık duyguları oluşturacaktır. Böyle bir ortamda normal bir aileden gelen çocuk dahi ruhsal dünyasında ciddi sarsılmalara maruz kalacak, belki de bunlardan ciddi anlamda negatif yönde etkilenecektir. Kırk kişilik sınıf içerisinde birçok patolojik kişilik örüntüleriyle gelen diğer çocuklar bu çocuğun patolojilerini daha da derinleştirecek, onunla alay edecek onu dışlayacak ve aşağılayacaklardır. Onun hayatta var olma mücadelesinin son savunmalarını da yok edebileceklerdir. Bu durumda aşağılık kompleksinin derinleştiği, yetersizlik duygularının doruğa ulaştığı, hiçbir beceri ve başarı geliştiremeyen aciz ve zavallı bireyler ortaya çıkacaktır. Hayatta kalabilmek için çocuklar arkadaşlarına karşı acımasızca davranır. Kendi bireysel zaaflarını arkadaşlarına yansıtarak kendilerini kurtarmaya çalışırlar ancak bu arkadaşlarını daha da batırır. İleriki yaşlarda bize başvuran birçok hastamızda klinik tabloların birçoğunun ilköğretim çağında ortaya çıktığını gözlemlemiş bulunuyoruz.

V. ERGENLİK EVRESİ

Dinamik kuramın kurucusu Freud hazzın yönelimi açısından gelişim evrelerini tanımlamaya çalışırken, temelde üç ana evre üzerine odaklanmıştır. Bunlar; oral, anal ve ödipal evrelerdir. Latent dönem ve ergenlik dönemi göreceli olarak üzerinde fazla durulmamış ve işlenilmemiş konulardı. Dinamik kuramın takipçileri özellikle ergenlik evresinin hayati bir önemi haiz olduğunu tespit etmiş ve bir kısım araştırmacılar çalışmalarını daha çok ergenlik dönemi üzerinde yoğunlaştırmışlardır.

A- Hazzın Gelişimi Açısından Ergenlik

Ergenlik tam bir kesişme ve kavşak noktasıdır. Fiziksel olarak 12-13 yaşlarında başlayıp 20 yaşlarına kadar uzanan fiziksel ve ruhsal bir gelişim dönemidir. Bu dönemde her şey değişmektedir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi ergen, fiziksel olarak tamamen bir değişim içindedir. Vücudu kendine yabancılaşmakta ve kendilik algısı yeni bir tasarıma dönüşmektedir. Erkek çocukta boy uzamakta, ses telleri kalınlaşmakta, sakal, koltuk altı ve etek bölgesinde erkeğe özgü kıllanma meydana gelmektedir. Kız çocukta ise göğüsler büyümekte, kadın tipi yağlanma meydana gelmekte, leğen kemiği kadına özgü şekil almakta ve ilk adet oluşarak kadınlığa adım atılmaktadır. Kız ve erkek tüm ergenler, bu yoğun fiziksel değişime adapte olurken, ruhsal gelişim olarak tam bir karmaşanın içindedir. Birinci kimlik evresini anal dönemde ebeveynin etkisiyle oluşturan genç, ikinci kimlik evresinde kendini, kendi iradesiyle yeniden yapılandırmak gibi bir şansa sahip olmaktadır. Bu evrenin en temel özelliği haz kaynağının olgun bir cinselliğe ve karşı cinse yönelmiş olması ve de birey olarak varlığının toplum tarafından onanmasıdır. Bu dönemde genç nasıldır? Bu dönemde genç şaşkındır, dağınıktır ve rastgele bir devinim yapar gibi görünmektedir. O güne kadar oyun çağı içerisinde olan, cinsel kimliğine ve sosyal rolüne oyunsu veya çocuksu bir hava ile yaklaşan ve toplumdan da bu yönde tepkiler alan ergen, bu kez toplumun gerçek bir bireyi olmak üzere sahneye çıkmaktadır. Karşısında aşması gereken yüzlerce soru ve sorun vardır.
Ergenin aşması gereken evreleri çeşitli bağlamlarda değerlendirebiliriz. Öncelikli olarak değişen fiziğine uygun bir kendilik fiziksel tasarımının oluşturulmasıdır. Yani, eski tasarımın yıkılarak yerine yeni tasarımın ikame edilmesidir. Ergenin fiziksel değişimi ne kadar süratli ve ne kadar yoğun farklılık arz ederse adaptasyon sorunu o oranda zor olacaktır. Ergen fiziksel kendilik tasarımını değiştirirken başkalarının gözündeki kendilik tasarımıyla ilgili yaşantılamasını da bu süreçte gözden geçirip değiştirmek durumundadır. Bunlar kat be kat açılan gelişim evrelerinin peş peşe olması ile mümkün olan bir süreçtir. O güne kadar emanet rollerle yaşamını sürdüren ergen, artık gerçek rolünü sahiplenmek ve o rolü oynamak üzere hayata soyunmaktadır. Burada iki temel probleme çözüm bulmak zorundadır. Cinsel kimliğinin netleşmesi ve kimlik bocalamasından kurtulması gerekir. İkisi de hayatı belirleyen çok önemli iki temel konudur. Gelişim evrelerini sağlıklı bir zeminde geçirmiş, yani temel güven duygusunu almış, normal bir kişilik ekseninde utanç ve kuşku duymadan özerliğini yaşamış, suçluluk duygusu duymadan girişimci olmuş ve cinsel kimliğinin net olarak ayırdına varıp özdeşimlerle bunu kuvvetlendirmiş bir ergen bu dönemde de ya kimliğini netleştirecek ya da kimlik krizine veya kimlik bocalamasına girecektir.
Ergen öncelikle kendi cinsel kimliğinden emin olmak durumundadır. Cinsel duyumları ve arzuları çok yoğundur. Ergen kendini tam olarak bir kız ya da erkek gibi hissetmektedir. Vücudunda hormonal yapı çık yoğun bir şekilde etkisini göstermektedir. Bu hormonal yapı cinsel arzuyla birleşerek bir nesneye yönelmektedir. Bu nesne, karşı cinstir. Ergen kendini bir cinsel kimliğin tarafında hissederek doğal olan bu dürtülerini karşı cinse doğru yoğunlaştırıp dürtülerini karşı cins nesnesi üzerinde deşarj ettirebilme yeteneğine haiz ise normal bir cinsel kimlikten bahsedilebilir. Bu o kadar kolay olmamaktadır. Haz karşı cinse yönelirken bunu engelleyen içsel ve dışsal dinamikler bu süreci çok çeşitli aşamalarda bloke etmektedir. Bu blokajın nitelik ve niceliğine göre de ergenin cinsel kimlik yapılanmasında çeşitli değişimler ortaya çıkabilmektedir. Süperegosu yoğun ve cinsel duygularına tabu olarak yaklaşmış bir kültürel atmosfer içerisinde ergen, doğal olan bu tip arzular ve hislere yöneldiği için kendi kendini suçlayacak, kendi kendini aşağılayacak, suçluluk ve utanç duyguları içine düşecektir. Veya tamamen bunları yadsıyacak ve cinsel kimliğin varlığını bir nevi reddedecektir. Bu da kendisini gerçeklikten uzak bir azize veya rahip yaşantısına sürükleyecektir. Daha yumuşak bir ortamda cinsel kimliği ve değişimi aile tarafından onanıp kabul edilmiş ve doğal olarak karşılanmış ise ergen için çözüm daha kolaylaşacaktır. Bu durumdaki ergen için problem cinsel objenin kim olacağı ve nasıl olacağıdır. Daha önceki kimlik evrelerinde ve özellikle Latent dönemde sosyal ilişkiler ağına girmiş toplumsal bir rolle var olmuş ergen adayı, ergenliğe girdiğinde çeşitli partnerlere karşı ilgi duyacaktır ve cinsel objesini onlardan seçecektir.

Ancak gelişim evrelerinde takılı kalmış problem yumağını bir sonraki evreye devretmiş olan ergen, cinsel obje seçiminde de çok yoğun sıkıntılara maruz kalabilecektir. Dışa tam bir açılımı olmadığı ve birey olarak özerkleşemediğinden veya ego sağlıklı bir gelişim evresi geçirmediğinden dolayı yoğun cinsel dürtüler en yakındaki objelere yönelebilecektir. En yakındaki cinsel nesneler ise karşı cinsten ebeveyn, kardeşler veya yakın akrabalar olabilecektir. Bu durumda ergen yoğun bir bunaltının içine düşecektir. Bir tarafta kültürel değer yargıları, diğer tarafta yoğun cinsel dürtüler ve yolunu bulamayan arzuların şaşkın bir şekilde etraftaki nesnelere otomatik deşarjı söz konusu olacaktır. Bunların hepsi ergenin ruh dünyasındaki fantazma düzeyindedir. Bunların hiçbiri reel hayata henüz taşınmamıştır.

Ergenin tüm yaşantısı iç dünyasındaki fırtınalar gibidir. Ergen yakın çevresindeki karşı cinsten cinsel nesnelere yönelim yaparken bu dürtülerini bilinçdışında tutmaya çalışacaktır. Bu dürtüler zaman zaman kendilerini rüyalarda aktive ederken, zaman zaman flashback’ler halinde zihne hücum edebilecektir. Bu yoğun çatışmanın etkisi altında kalan ergen suçluluk duygusundan intihara kadar gidebilecek tepkiler gösterebilecektir. Tüm bu sıkıntıları başarı ile atlatmış ve kendi cinsel kimliğinden emin olmuş bir ergen, dışarıdaki karşı cinsten bir nesneye yönelecektir. Bu nesne okuldaki sınıf arkadaşı olabileceği gibi, mahallesindeki herhangi birisi veya televizyonda izlediği şöhret olmuş herhangi bir kişi de olabilecektir. Bu durumda tehlike daha azdır. Cinsel dürtü fiziksel olarak yolundan gitmekte ve toplumun da kabul edebileceği ensest içermeyen karşı cinse yönelmektedir. Bu sağlıklı bir gelişimin işaretidir. Ergen burada hem dürtülerini kabul etmekte hem kendini tanımakta hem karşı cinse yönelebilmekte hem de karşı cinsin kendini kabul edeceğinin duyumunu hissetmektedir. Üstü örtük veya açık bir şekilde karşı cinse göndermiş olduğu mesajlar herhangi bir şekilde karşı cinsten onaylanma anlamında döndüğünde ergen kendi cinsel kimliğinin formatını tamamlamış olacaktır.

Cinsel kimlik formatının tamamlanması kültürden kültüre değişiklik arz edebilmektedir. Gelişmiş ve modern kültürlerde bu yapı ergenin cinsel eylemini gerçekleştirmesi şeklinde onanırken ve bu doğal kabul edilirken bizim gibi kültürlerde bu evre flörtlükle sınırlı kalmaktadır. Flörtlüğün sınırları da örf, adet, gelenek ve dini inançlarla şekillenmektedir. Flört yapmak konuşmak, elele tutuşmak, öpüşmek ve sarılmak şeklinde veya cinsel ilişkinin olmadığı sevişme şeklinde tezahür edebilmektedir. Burada süreci belirleyen toplumsal değer yargılarıdır. Bizim gibi geçiş kültürü yaşayan toplumlarda bu dönem ergenler için çok daha ciddi sorunları ve çatışmaları barındırmaktadır. Geleneksel kültürlerde, cinselliğin tabu sayıldığı bir anlayışla karşı cinsle iletişimin her türlü boyutta yok sayıldığı ve ilişkinin kesildiği durumlarda, karşı cinsle karşılaşılan çeşitli mekanlarda (okul, kantin, eğlence merkezleri vs.) ve karşı cinsle iletişimin desteklediği eğitimin sistemlerinde süreçler farklı farklı yaşanacaktır. Ergenin yetiştirildiği aile kültür ortamıyla, eğitim ve öğretimini gördüğü kurumsal yapı arasındaki karşı cinse yaklaşım anlayışındaki tutarsızlık gençte ayrıca çok ciddi bocalama ve bunalımlara neden olacaktır. Bu tip çelişkilerin olmadığı aile ile sosyal kurumların aynı tip bir modeli benimsediği durumlarda ergenin kimlik oluşturma süreci sancısız ve rahat geçecektir.

Ergenin burada tek bir problemi kalmaktadır ki o da karşı cins tarafından fiziksel ve zihinsel olarak onandığının işaretini almasıdır. Ergen bunun için çeşitli denemelere girişecektir. Bu ilk defa fantazmadan çıkıp gerçekliğe adım atma başlangıcıdır. Bu teşebbüsler ergen için hayati önemi haizdir. Ergen bu teşebbüsleri yapabilecek metanette, cesarette ve girişim ruhunda olmak zorundadır. Bunları kazanabilmesi için daha önceki ruhsal gelişim evrelerini sağlıklı bir şekilde geçirmiş olması gerekir. Varsayalım ki bu evreleri sağlıklı olarak geçirmiş olan ergen, bu teşebbüslerde bulunma kararını aldı. Bu kararları alan ergen uygulamaya geçtiğinde çok daha ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. Reddedilme, aşağılanma, dışlanma, hakarete maruz kalma, hatta saldırıya uğrama ihtimali her zaman mevcuttur. Bu teşebbüslerinde bu tip yanıtlarla karşılaşan ergenin girişimci ruhu kırılarak bu kişi içine kapanıp değersizlik hislerinin ve yetersizlik duygularının oluştuğu bir kimlik bunalımına girebilir. Hele hele aile ortamında saygın bir konumu bulunmayan, aile bireyleri tarafından onandığı çeşitli şekillerde gösterilemeyen ergen bu kaygılarla giriştiği teşebbüslerinde başarısızlığa ulaşınca kimlik krizi veya bocalaması varlığına hakim olacaktır. Cinsel kimliğini bu şekildeki teşebbüslerle onanmış, karşı cins tarafından beğenildiğine inanmış ve karşı cinsle çeşitli boyutlarda iletişim içine girmiş ergende ise cinsel kimlik ile ilgili yapı netleşmiş ve özgüven duygusu hakim olmuştur. Burada ergen cinsel dürtülerini tatmin etmek için kendini bu alana kilitleyebilir. Düşüncesinin ve eylemlerinin büyük bir kısmın cinsel tatmin üzerine kurulabilir. Bu durum ergeni realiteden uzaklaştırabilir.
Bebeklik döneminde hazza ulaşmak için annenin memesini yakalayan, doyduğu halde memeyi bırakmak istemeyen bir haz yönelimi, dışkılama evresinde çiş ve kakası üzerine odaklanırken bu evrede cinsel ilişkiye odaklı ve mastürbasyon ağırlıklı bir haz yönelimi şeklinde ortaya çıkacaktır. Her ne kadar hazzın birçok alana bölünmüş şekilleriyle de ergen tatmin olsa da esas ana eksik cinsel tatmin yönündedir. Cinsel tatmin ergende hoşnutluk ve rahatlama duygusu verir. Karşı cinsle kurulan her türlü iletişim cinsel tatminin belirli bir dozda hissedilmesi duygusunu ergene yaşatır. Karşı cinsin varlığını zihinsel olarak oluşturmaktan başlayan bu tatmin süreci; karşı cinsle yan yana oturmak, konuşmak, karşı cinse dokunmak, karşı cinsle şakalaşmak ve espri yapmak, karşı cinsle bir ekip çalışmasında faaliyette bulunmak, karşı cinsi seyretmek veya karşı cins tarafından seyredilmek ve son aşamada da karşı cins ile ilişkiye girmek gibi hepsi de cinsel hazzı belirli aşamalarında tatminini sağlayan deşarj yollarını takip eder.

Olgunlaşmış cinsel yaşamın getirmiş olduğu keyfi yaşayan ergen, toplumsal hayatında yaşamış oldu stres, bunaltı, değersizlik, yetersizlik ve başarısızlık duygularının getirmiş olduğu durumlardan arınmak için mastürbasyona ve pornografiye yönelebilecektir. Böylece stresin çözümü doğrudan cinsel hazla tedavi edilmeye çalışılacaktır. Bu da ergeni toplumsal hayattan uzaklaştıracak ve gerçekçi olmayan bir dünyaya mahkum bırakacaktır. Veyahut da erkek egemen toplumlarda güç ve iktidarın simgesi erekte olmuş bir penisle simgelendiği için ergen, toplumsal zaaflarını, yetersizliklerini ve çaresizliklerini erkek olarak her zaman erekte bir penise sahip olma özlemiyle ve uğraşıyla geçirecektir. Fırsatını bulduğu her ortamda mastürbasyon yapacak ve libidosunu bu alanda harcayacaktır.

Haz gelişimi açısından (Psikoseksüel açıdan) ergenin yönelimi her ne kadar karşı cinsle iletişim kurup olgunlaşmış bir cinselliği yaşamak ekseninde ise de bu yönelim, haz kaynağının diğer tatmin yollarından da yararlanmaya çalışmaktadır. Bunlar, fiziksel güzelliğin, sportmen vücudun, sınıf içindeki başarının ve herhangi bir hobideki üstünlüğün topluma gösterilmesiyle duyulan hazzın diğer yönelim alanlarıdır. Bunlar dengeli bir şekilde dağıldıkça gelişim evrelerinin bu aşaması da sağlıklı bir zemine oturmuş demektir.

B- Psiko-toplumsal Açıdan Ergenlik

Ergenlik dönemi kimliğin oluştuğu, netleştiği ve çerçevesinin çizildiği bir dönemdir. Kimlik, gerçek manasıyla ergenlik döneminde oluşur.

Kimlik, kişiye özgü değişmeyen sürekliliğini muhafaza eden, kişinin vasıflarını bize belirten ve kişiyi diğer bireylerden ayrıştırmamamızı sağlayan hususiyetlerin tamamına verilen isimdir. Kişilik tipleri çeşitli şekillerde tanımlanmışlardır. Kreşmer’e göre kişilikler fiziksel yapılarına göre sınıflandırılmış bu bağlamda atletik, astenik ve piknik tiplerden bahsedilmiştir. Bir başka araştırmacı içe dönüklüğü ve dışa dönüklüğü eksen alan endomorfik ve ekzomorfik kategorilere ayırmıştır. Çağdaş psikiyatri ise kimliği, ICD-10 ve DSM-4 sınıflandırmalarında kişilik örüntülerine ve klinik görünümlerine göre sınıflandırmıştır.

Ergen, bu bahsi geçen sınıflandırmaların herhangi birisindeki bir kimliği ya edinecek ya da kimlik bocalaması içerisinde kalacaktır. Psiko-toplumsal dinamik açıdan ise bu evre ergenin kimlik oluşturma evresidir. Ergen kimliğini oluştururken şu aşamalardan geçmek durumundadır:

1.Özerk olduğunu hissetmek: Ergenin temel uğraşı, ayrı bir kimliği ve kişiliği olduğunu kendine kabul ettirmek ve bunu diğerlerine onaylatmak ihtiyacıdır. Ergenin geçmişine baktığımızda irade ve ilk bağımsız hareket bir yaşından sonra ortaya çıkmaktadır. Civarındaki objelerle ilişki içerisine girmenin yolunu bulabilmek, ebeveynin o nesnelerle ilişkisini taklit etmekle mümkün olabilmektedir. İlk özerklik denemeleri anne ve babanın nesne ile iletişim kurma şeklini taklit ederken, diğer taraftan bu ilişkiye kendi bireysel rengi ve özerkliğini vermeye çalışmaktadır. Mesela dışarı çıkarken elbise giyilmelidir, ama hangi elbisenin giyilmesine çocuk kendi karar vermek istemektedir. Anal dönemi anlatırken bu konuya detaylı şekilde değinmiştik. Fiziksel olarak gücünün sınırlılığını bilen, çocuk ergenlikte fiziksel gücünün de farkına vararak tam bir birey olduğunu ispata çalışacaktır.

Özerk bir birey olmanın tek yolu egemenliği altında olduğuna inandığınız güç ve iktidara karşı direnebilme ve ondan bağımsız olarak hareket edebilme yeteneğini haiz olmaktır. Ergenin psiko-toplumsal açıdan birinci problemi kendini yöneten ve yönlendiren üzerinde güç ve iktidar sahibi olan otoriteye yani ebeveyne baş kaldırmak şeklinde olacaktır. Eğer ergen ebeveynine karşı veya ebeveynin temsil ettiği her türlü güç ve otoriteye karşı açık veya gizliden, doğrudan veya dolaylı yolla isyan edebiliyor, başkaldırabiliyorsa özerk olmanın ilk adımlarını atabiliyor demektir. Bir insanın birey olabilmesi için eylemlerinin planlayıcısı, uygulayıcısı, takipçisi ve sonuçlarına da katlanabilme özelliklerini haiz olması gerekir. Kendi başına eylem planlayamayan, düşünce üretemeyen ürettiği düşünceyi eyleme sokamayan ve eyleminin sorumluluğunu üzerine alamayan bir insan birey olamamıştır. Bu insan başkalarına mahkum bir köledir. İlginçtir ki sanki biyolojik bir açılımla genetik şifresindeki materyale yazılmış gibi ergenliğe giren gencin ilk tepkisi isyan etmek şeklindedir. İsyan, kendisini yönettiğine inandığı, üzerinde güç ve otorite olarak nitelendirdiği her şeye karşıdır. Yine ilginçtir ki isyanın içeriği hiç önemli değildir. Burada doğru ve yanlış kavramı yoktur. Otoritenin kendinden talep ettiği şeyin tersi yapılarak başkaldırı ortaya konulursa özerklik ancak temin edilecektir. Ergenin isyanında mantık aranmamalıdır. Zira ergen, mantıksal bir başkaldırıda bulunmaz. Başkaldırı içgüdüsel bir harekettir. Ergen, başkaldırısını sadece aklileştirmeye çalışır. Bu dönemde güç ve otorite sahibi konumundaki kişi ve kurumlar ergenin bu başkaldırısını anlayışla karşılar; onun farklı düşünce ve davranışlarına saygı ile yaklaşır; onun özerkliğini ve bağımsızlığını yürekten kabul eder ve ciddiye alırsa problem çözülür. Ergen bu durumda özerk bağımsız bir birey olduğu kanaatine varır. Sanki yeni bir cumhuriyet kurmuş gibidir. Aynen cinsel kimlikte olduğu gibi ergenin başkaldırı teşebbüsünde bulunabilmesi için ruhunun ve kimliğinin bu isyanı yapabilecek formatlarla daha önceden donatılmış olması gerekir. Bu da aile içinde daha önce sindirilmemiş bir kimliğin oluşmasıyla mümkündür.

Düşünce ve davranışlarıyla alay edilen, görüşleriyle ilgilenilmeyen ve çocuk olarak dahi adam yerine konmayan bir aile ortamında ergenin böyle bir teşebbüsü aklına getirmesi dahi mümkün değildir. Bu durumda da ergen son şansını kaybetmiş, başkalarının peşine düşen, kendi fikir ve görüşleri olmayan bir birey halinde güdük kalmıştır. Bu teşebbüs imkanını bulmuş ergen, başkaldırı içine girdiğinde aile veya otorite bunu kendi iktidarlarına vurulmuş bir darbe olarak algılayıp bu girişimi ezerlerse ergenin özerklik ve birey olma mücadelesi de söndürülmüş olacaktır. Toplum ve aile sesi çıkmayan güdülebilecek bir bireyi oluşturmakta başarılı olmuştur.

Burada otoriteye başkaldırının temel niteliği her türlü ortam ve mekanda kendi inandığını savunabilmek cesaretini kazandırma yeteneğidir. Ergen, bunun formatını atmaya çalışmaktadır. Bu formatı atmış olan bir birey bağımsız, özgür ve özerk bir şekilde hayatının her aşamasında varlığını her yerde oluşturabilir.

2. Amaç edinebilme, yönelebilme, uygulayabilme yetisi: Ergenlik dönemine gelene kadar hep etraftaki rolleri görmüş ve bu rollerden yamalı bohça gibi bir kimlik edinmiş olan birey kendine has bir kumaşla bir elbise yapmaya çalışacaktır. Ergen önüne hedefler koyacak ve bu hedeflere yönelerek bu amaçlarla ilgili uygulamalara girişecektir. Ergenin amaçları bu dönem itibariyle çeşitli, değişken, kısa süreli ve tutarsızdır. Ergen bir nevi amaç edinebilme yetisini ve bunu uygulayabilme yeteneğinin formatını oluşturmaya çabalamaktadır. Burada da içerik önemli değildir. Ebeveyn veya otorite bu format atma uğraşını kavrayamadıkları için olayın özüne değil içeriğine takılmaktadırlar. Bu da ciddi sorunlar doğurmaktadır. Ergen amaç edinirken bir taşla iki kuş vurmayı da yeğleyebilir. Özellikle otoritenin istemediği veya kabul etmeyeceği amaçlara yönelerek hem otoriteye başkaldırma formatını edinirken hem de bir amaca yönelebilme ve o amaç üzere eyleme geçebilme yetisini oluşturmaya çalışabilmektedir. Muhafazakâr bir ailenin çocuğu ebeveyninden ergenlik döneminde şarkıcı olmak için izin isteyebilir. Veya bir saz kursuna kaydolabilir. Bürokrat bir ailenin çocuğu minibüs muavinliğine soyunabilir. Veya bilardo oynayarak hayatını geçindireceğini iddia edebilir. Çok çeşitli meslek dallarına, hobilere ve çeşitli uğraşı alanlarına yönelirken hem otoriteye baş kaldırmakta hem de kendi seçtiği bir amaca doğru yönelebilme ve uygulayabilme yetisini oluşturmaya çalışmaktadır. Ergen kendi iç dünyasındaki yetenekleri açığa çıkarıp toplum tarafından o yönde saygın bir kimlik edinmeye yönelme gayreti içindedir. Çeşitli amaç edinmelerde içindeki keşfedilmeye hazır bir takım yeteneklerini aktive ederek başarılı bir rol oluşturabilir. Başarılı olunan roller kalıcılığını sürdürürken, başarısız olunan rollerden çarçabuk vazgeçilir.

Bu dönemde ergenin aile dinamiklerine uymayan amaç edinmesi ebeveynleri çok ciddi manada ürkütür ve birtakım tedbirler almaya iter. Ergenin bu tip girişimleri engellendiğinde hem özerk ve bağımsız bir birey olma formatı engellenmiş hem de bir amaç edinebilme ve o amaca yönelebilme yetisi kısırlaştırılmış olacaktır. Saçma, anlamsız veya imkânsız da olsa ergenin amaç edinmeyle ilişkin rol denemeleri cesaretlendirilerek onanırsa; ergen hem özerkliğini hissedecek hem de amaç edinebilme ve uygulayabilme yetisini var edecektir. Bu yetiyi oluşturmuş bir ergen daha sonraki hayatında önüne bir hedef koyabilmeyi bu hedefe rasyonel bir hazırlıkla yönelebilmeyi önüne çıkabilecek engelleri sağlam ego dinamikleriyle aşabilecek cesarete sahip olabilmeyi ve sonuca götürebilmeyi başarabilecektir. Bu formatı oluşturamamış ailesi tarafından engellenmiş bir ergen daha sonraki hayatında kendine ait hedefler edinebilme ve bu hedefleri başarıya ulaştırabilme yeteneğinden mahrum kalacaktır. Saz kursuyla, bilardo merakıyla, kelebek avcılığıyla veya pul koleksiyonuyla başlayan amaç edinebilme, uygulayabilme ve sonuca götürebilme denemeleri o ergeni daha sonraki hayatında ben bu ülkenin başbakanı olacağım ve bu ülkeyi yöneteceğim amacını rahatlıkla oluşturabilecek bir formatın temelini rahatlıkla atabilecektir. Aksi ise yönetilmeye mahkûm özerk olamayan güdülen insan topolojisini oluşturacaktır.

3. Sırdaş Edinme: Arkadaş çoktur. Arkadaş edinmek görece kolaydır. Ancak dost edinmek, sırdaş edinmek, sır verebileceği birisini bulmak ve birisinin sırrını saklayabilmek farklı bir şeydir. Ergen bu dönemde sırdaş olmanın da formatını atar. Yine burada aynı dinamikler söz konusudur. Öyle bir arkadaş ve sırdaş seçilmelidir ki bu hem otoriteye başkaldırı olabilsin hem bir amaç içersin hem de sırdaşlığı özünde barındırsın. Genç ergen suni sırlar oluşturur. Bu sırlar onun için hayati önemi haizdir. Yakın dost olarak nitelendirdiği arkadaşlarıyla bu sırları paylaşırlar. Onların buluştukları gizli ve özel mekanlar cardır. Onların paylaştıkları gizli ve özel bilgiler vardır. Bu bir kıza duyulan ilgi olabildiği gibi bir marketten birlikte yürütülen çikolatalar olabilir. Veya düşman olarak nitelendirilen ortak bir düşmana karşı eylem hazırlığı içinde olabilirler. Bu eylem, notları kıt veren bir öğretmene karşı uygulanması düşünülen bir takım davranışları içerebilir. Veya bu sır, akşam ders çalışma bahanesiyle bir başkasının evinde kalmak için alınan izin, bir pub’ da gece saatine kadar içilen bir biraya dönüşebilir. Bunlar sırdaş ve dost olan iki ergenin paylaşacağı sırlardır.

Aile veya otorite için ergenin hayatında açıklanamayan karanlık zaman dilimleri ve bölgeler vardır. Aile panikler, çocuk kontrolden çıkmak üzeredir. Aldatıcı ve sahte sözlerle arkadaşça bir yaklaşım tarzıyla “ben senin annenim, babanım, öğretmeninim, müdürünüm, biz dost ve arkadaşız, benimle her şeyi paylaşabilirsin” diyerek ergenden sırdaşına ihanet etmesi istenir. Ergen bu sözlere kanar da sırdaşına ihanet ederse bu sırdaşı ve dostu satmak anlamı taşır. Bu durum ergenin artık güvenilmez, dost olunmayacak kaypak bir kişi olduğu kanaatini besler. Daha sonraki hayatında hem hiç kimseye güvenemeyen hem de hiç güvenilmeyen bir kişiliğin, kimliğin temsilcisi olur. Bu tipler için diğer gençlerin koyduğu ilginç isimler vardır. ‘Yamuk’, ‘yalaka’, ‘anten’, ‘kalleş’, ‘muhbir’, ‘satıcı’, ‘ispiyoncu’ gibi isimler bu gencin sosyal ortamından dışlanmasına neden olur ve kaypak bir kimlik örüntüsü olarak hayatında devam eder.
Bu dönemdeki sırdaşlığı ebeveyn ve otorite tarafından anlayışla karşılanır hatta desteklenir ve saygı duyulursa ergende sırdaşlık, güvenilirlik ve sır saklama yetisi gelişecek; hem kendisi başkalarına güvenebilecek hem de kendisine güven duyulduğundan emin olma formatını geliştirebilecektir. Hayatta gerçek manada başarılı olan bireyler ergenlik döneminde sırdaşlık formatını atmış, bu sınavları başarıyla vermiş ve güvenilirliklerini kanıtlamış insanlardan oluşmaktadır. Bu tip bireyler toplum tarafından da saygı ile anılan, sözleri senet kabul edilen ve güvenilirlikleri çok yüksek kişiliklerdir.

4. Karşı cinsle iletişim ve beğenilme: Yukarıda da bahsettiğimiz gibi ergenlik döneminin temel niteliği hazzın yönelimi açısından cinsel kimliğin netleşmesidir. Bu da ancak karşı cinsle iletişim içerisine girip karşı cins tarafından beğenildiğine emin olmakla mümkündür. Ergen, karşı cinsle ilgili girişimlerinde ketlenmemeli, aşağılanmamalı ve suçlanmamalıdır. Bizim kültürümüzde mümkünse üstü örtük bir biçimde desteklenmelidir. Karşı cins tarafından beğenildiğine emin olan bir ergen, hayatının önemli virajlarından birisini daha dönmüştür. Bu dönemde ergenin fiziğine olan düşkünlüğü, saç bakımı, jölesi, makyajı, parfümü, kıyafeti, stili, tarzı yani her şeyi, kendini karşı cinse beğendirmek üzerine kurulmuştur. Hatta ergen, okula çoğu zaman okul için değil, oradaki kız veya oğlan için gider.

Bu dönemde karşı cins tarafından beğenildiğini düşünmeyen, teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlanmış, kendini çirkin ve yetersiz algılayan ergenin ileriki hayatında çok ciddi evlilik sorunları ve değersizlik hisleri, kendini objektif değerlendiremeyen ve tavize çok yatkın bir kimliğin inşasına neden olabilecektir.

5. Lider olabilme ve bir lidere bağlanabilme: Ergen, hayatının her aşamasında bir konuda önder olabilme, bazı konularda da bir önderin peşine düşebilme yetisini kazanmak durumundadır. Birilerine önder olarak onların sorumluluğunu alabilme, onları yönetebilme, yönlendire bilme ve organize’ edebilme bir yeti işidir. Ergenlik döneminde ergen bu yetisini çeşitli şekillerde tecrübe eder. Etrafında oluşturduğu arkadaş ya da hayran grubuna yönelik veya yetenekli olduğu bir alandaki yeteneklerini sergileme ve öğretme perspektifinde bir uygulamaya yönelerek liderliğe soyunabilir. Ufak gruplarla başlayan lider olabilme becerisi ve yeteneği, grupları büyülterek devam edebilir. Bu durum ergende özgüven duygusunu geliştirme sorumluluk sahibi olma, diğerlerinin sorumluluğunu yüklenebilme, onları belirli bir hedefe yönlendirebilme, o hedefe giderken onlara eşlik edebilme ve ekip başı olarak onları istenilen hedefe ulaştırma yetisini kazanır. Daha sonraki hayatında bir aile içerisinde aile reisi olabilme, bir işletmede yöneticilik vasıflarını kullanabilme, özel günlerde organizasyon yapabilme yeteneğini sergileyebilme becerisini eline geçirmiş olur. Bu tip teşebbüsler aile ve otorite tarafından desteklendiği ve yüreklendirildiği ölçüde gelişir özümsenir ve kimliğin bir parçası haline dönüşür. Önderlik ile ilgili girişimleri engellenen, alay konusu olan, dışlanan ve peşine kimsenin takılmadığı bir ergen daha sonraki hayatında bu yetiden mahrum kalır.

Ergenin çeşitli şekillerde eğlence amaçlı da olsa organizasyonları yapabilme, bu konuda liderlik edebilme, arkadaşlarını toparlayabilme ve onları bir hedefe yönlendirebilme çalışmaları takdir edilmeli ve desteklenmelidir. Yine ebeveyn burada olayın içeriğine takılmamalı ve ergenin liderlik vasıflarını ortaya koyabilme yetisine odaklanmalıdır. Böyle bir ergen devamlı desteklenir, organizasyonlarda liderlik eder ve liderlik hasletlerini geliştirirse hemen yanı başında bu ergen için bir tehlike ortaya çıkabilir ki bu da narsist kişilik örüntüsünün ortaya çıkma imkânıdır. Eğer her şeyi her yerde kendisinin örgütleyeceği ve her zaman önderliği kendisinin yapması gerekeceği şeklindeki bir inanç ve kanaat ergene hakim olursa arkadaşları arasında dışlanma tehlikesi ve yalnız kalma riskiyle karşı karşıya kalabilecektir.

Bunun için ergen bir başka öndere tabi olabilme yeteneklerini de geliştirmeli ve bundan bir aşağılanma ve gocunma duymamayı öğrenmelidir. Yani hem öncü olabilmeli hem de ardıl kalabilmelidir. Bazı organizasyonlarda başka arkadaşlarının önderliğine izin verip onların da bu yetilerinin gelişmesine destek olmalı ve onlarla iyi bir ekip çalışmasına işlerlik kazandırabilmelidir. Bu durumda da bir ekip ruhunu yaşayabilmeli, bundan mutluluk ve gurur duyabilmelidir. Böyle bir yapıyı oluşturabilmiş olan bir ergen toplumsal uyumu yüksek, her ortamda var olabilen ve gerektiğinde önderliği üzerine alıp gerektiğinde lideri takip edebilen sağlıklı bir birey olmuş demektir. Bazı aileler ergen önder olurken onu desteklediği halde bir başka arkadaşının önderliğinde yapılan bir işe ardıl olarak katılmasına sıcak bakmamakta, ergeni bu konuda kışkırtabilmektedir. Bu da ergen için çok ciddi potansiyel bir tehlike arz etmektedir.

6. Dünya görüşü çeperi ve ideolojik bir bakış oluşturmak: Kimliğin birçok rol denemelerinin kavşak noktasında olan ergen kendilik tasarımını ve özerkliğini oluştururken bir taraftan da tüm dünyayı yorumlayabilecek bir geniş dış çepere ihtiyaç duymaktadır. Kimliği bir sıvıya benzetirsek bu sıvının bir kaba konması gerekmektedir. Bu kabın çeperi dışarıyla kendisini ayıran dünya görüşüdür. Bu dönemdeki ergen dünyayı anlamlandırmak üzere bir ideolojik bakış tarzına ihtiyaç duyar. Burada yine içerik önemli değildir. Muhtelif ideolojilerden birisini benimseyebilir. Gencin derdi, kendini boşluktan kurtaracak ve varoluşunun çeperini sağlamlaştıracak bir dayanağa ihtiyaç duymasıdır. Aksi takdirde sanki varoluş, askıda kalmış, boşlukta duran, dayanaksız ve temelsiz bir yapı şeklinde hissedilmektedir. Dünyayı algılama, anlama ve anlamlandırma, böyle bir ideolojik eksenden bakıldığında daha da kolaylaşmakta evrenin karmaşası ve kaosu netleşmekte ve evrenle iletişimin sınırları belirlenmektedir. Ergen için bu temel bir ihtiyaç gibi görünmektedir. Ergen bu dönemde katıksız solcu, katıksız sağcı, dinci, ateist, komünist, faşist veya hedonist bir ideolojiye yönelebilir. Bunların hepsi dünyaya bir anlam kazandırmanın, şekil vermenin veya ruhsal yapıya bir çerçeve çizmenin ya da çeper oluşturmanın araçlarıdır. Sanki bu yapı ergeni iki üç yaşlarında yaşadığı mikro-kozmosundaki kişilik örüntüsünü, anne-babayı kopyalayarak oluşturmasının makro kozmosu yani evreni anlamlandırmak için anne-baba yerine ikame edebileceğimiz ideologların dünya anlayışlarını kopyalamak gibi görünmektedir. Ev ortamındaki iki-üç yaşında bir bebek için bütün evren odayla sınırlı iken odadaki eşyalarla iletişim kurma modelinin anne-babanın iletişim yöntemleri olması gibi, ergenlik döneminde dünyada olup bitenlere karşı hadiseleri anlamlandırma ihtiyacı dolayısıyla ideolojik bir çepere gereklilik duyulmaktadır. Nasıl ki iki-üç yaşında anne-babadan emanet alınan kimlik özellikleri ergenlik ile beraber yeniden bir yapılandırılmaya dönüştürülerek kendi kimliğini özerk bir şekilde kendi kendine kazanma şansını elde ediyorsa, muhtemelen ideolojik bakış açısıyla hasbelkader alınan tercihler erişkinlik ve olgunluk döneminde ruhsal dünyamıza giren yeni verilerle özerk bir şekilde denetlenebilmekte, değiştirilebilmekte ve kendine has bir vasfa dönüştürülebilmektedir.
Yukarıda bahsettiğimiz çerçevede ergenin önü açılır, bu yetileri desteklenir ve bir kimlik oluşturma konusunda cesaretlendirilirse geliştireceği kimlik de kendine özgü bir kimlik olacaktır. Ruhsal açıdan sağlıklı bir çeperi içeren bu kimlik örüntüsünün zaman içerisinde içeriği doldurulacak, zenginleştirilecek ve hayatın içerisinde varolacaktır. Böyle bir ergenin geleceğinden korkmamak ve ümitvar olmak gerekir.

Aksi takdirde ergen bu denemelerden başarısızlıkla çıkacak ve kimliğini netleştiremediğinden rol denemeleri mütemadiyen devam edecek, kimlik bocalaması veya kimlik bunalımı denilen klinik bir tablo ile karşımıza gelecektir. Kendini tanımlayacak bir kimlik bulamayan ergen sağlıklı yollardan bir çıkış bulamazsa alternatif çıkış yolları arayacaktır. Bu alternatif çıkış yolları ergene belki bir kimlik sunacak ancak bu kimlik daha hastalıklı ve daha büyük sıkıntılara gebe olacaktır. Daha sonraki bölümlerde bahsedeceğimiz bu klinik tablolardan birisi ergenin ters kimlik oluşturmasıdır. Ters kimlik kestirme ve kolaycı bir yolla ergene bir çeper çizebilir ve otoritenin kendisinden istediği her şeyin tersini yapmak onun kimliğini tanımlayan tek ölçüt haline gelebilir. Her yerde aksi her yerde inat her ortamda ters bir yapı sergilenir. Herkesle kavgalıdır ve her şeye zıttır.

Diğer bir hastalıklı kimlik örüntüsü hasta kimliği örüntüsüdür. Ergen bu sıkıntılar nedeniyle bir hekime gönderilip çözüm arandığında, ergene bir takım teşhisler konacaktır. Anksiyete, depresyon, kişilik bozukluğu, hipokondriyasis, obsesyon vb. doktorların da onaylanmış olduğu aile tarafından kabul gören bu etiketlenme sistemi ergen tarafından bir rol olarak benimsenip bir kimlik halini alabilmektedir. O artık hasta bir bireydir. Hasta kimliği onun kurtuluş reçetesidir. O artık hem bir kimlik edinmiş, sorumluluklardan uzak kalmış, hem de mağdur ve mazlum birini oynamaktadır. Doktorlar da bu süreci devamlı pekiştirmektedir. Bu tablolar daha sonraki bölümlerde detaylı bir şekilde anlatılacaktır.

Kaynak :
ÖZAKKAŞ,Tahir(2006).Bütüncül Psikoterapi
Yazan
Bu makaleden alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir:
"İnsanın Ruhsal Gelişim Evreleri" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Psk.Mehmet Emin KIZGIN'e aittir ve makale, yazarı tarafından TavsiyeEdiyorum.com (http://www.tavsiyeediyorum.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.
Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak Psk.Mehmet Emin KIZGIN'ın izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.
     1 Beğeni    
Facebook'ta paylaş Twitter'da paylaş Linkin'de paylaş Pinterest'de paylaş Epostayla Paylaş
Yazan Uzman
Mehmet Emin KIZGIN Fotoğraf
Psk.Mehmet Emin KIZGIN
Ankara (Online hizmet de veriyor)
Psikolog
TavsiyeEdiyorum.com Üyesi159 kez tavsiye edildiİş Adresi KayıtlıTavsiyeEdiyorum.com'u sıkça ziyaret ediyor.
Makale Kütüphanemizden
İlgili Makaleler Psk.Mehmet Emin KIZGIN'ın Yazıları
► Çocuk Gelişim Evreleri Psk.Elif ATABAY
TavsiyeEdiyorum.com Bilimsel Makaleler Kütüphanemizdeki 19,973 uzman makalesi arasında 'İnsanın Ruhsal Gelişim Evreleri' başlığıyla benzeşen toplam 26 makaleden bu yazıyla en ilgili görülenleri yukarıda listelenmiştir.
► Evlilik ve Doyum Ocak 2014
► Boşanma Sebepleri Aralık 2007
► Hipnoz Nedir? Ekim 2007
◊ Küçük Prens Ağustos 2008
Sitemizde yer alan döküman ve yazılar uzman üyelerimiz tarafından hazırlanmış ve pek çoğu bilimsel düzeyde yapılmış çalışmalar olduğundan güvenilir mahiyette eserlerdir. Bununla birlikte TavsiyeEdiyorum.com sitesi ve çalışma sahipleri, yazıların içerdiği bilgilerin güvenilirliği veya güncelliği konusunda hukuki bir güvence vermezler. Sitemizde yayınlanan yazılar bilgi amaçlı kaleme alınmış ve profesyonellere yönelik olarak hazırlanmıştır. Site ziyaretçilerimizin o meslekle ilgili bir uzmanla görüşmeden, yazı içindeki bilgileri kendi başlarına kullanmamaları gerekmektedir. Yazıların telif hakkı tamamen yazarlarına aittir, eserler sahiplerinin muvaffakatı olmadan hiçbir suretle çoğaltılamaz, başka bir yerde kullanılamaz, kopyala yapıştır yöntemiyle başka mecralara aktarılamaz. Sitemizde yer alan herhangi bir yazı başkasına ait telif haklarını ihlal ediyor, intihal içeriyor veya yazarın mensubu bulunduğu mesleğin meslek için etik kurallarına aykırılıklar taşıyorsa, yazının kaldırılabilmesi için site yönetimimize bilgi verilmelidir.


11:48
Top