2007'den Bugüne 92,309 Tavsiye, 28,219 Uzman ve 19,977 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!


Psk.Dnş.Mustafa Burak ARABACI'nın Öykü ve Şiirleri
Psk.Dnş.Mustafa Burak ARABACI
  1. Beyaz'ın Ölümü ÖYKÜ | Ağustos 2019
Facebook'ta paylaş Twitter'da paylaş Linkin'de paylaş Pinterest'de paylaş Epostayla Paylaş
 Yazarla İletişim  


Beyaz'ın Ölümü
ÖYKÜ © | Yayın Ağustos 2019
Kardeşlerimin aksine Yeşil'i severdim ben. Onlar kış, bense baharım. Onlar karanlık ve Beyaz, bense ağaçların ve çiçeklerin rengiyim. Hiç yadırgamadılar beni kendimi bildim bileli, ilkmişim de ben içimizden, biliyorum babam diyeli beri. Çayıra, Yeşil'e göçmüş atalarımız da varmış, ancak onlar iki ayaklı şeytanlarla dost olmuşlar, boyun eğmişler; Beyaz'a değil de ağacın, toprağın ve çiçeğin rengine bağlıymış onlar, bizim Beyaz'a bağlı olduğumuz gibi. Görünürde onlara benziyor olabilirim; aramızda onlara benzeyen başkaları da olabilir gelecekte; ama özümüz dağlı kardeşlerimizle; Beyaz'a bağlı olanlarladır. Ne ben ne de kardeşlerim; canımız pahasına da olsa, hepimizin ,biz ki Beyaz'ın, soğuğun efendileri, sonsuza dek unutulması pahasına da olsa, asla boyun eğmeyeceğiz iki ayaklı şeytanlara ya da başka bir düşmana. Bazılarımızı Beyaz'dan toprağa, toprağın ve Beyaz'ın kardeşçe yaşadığı tundralardan sürüp Beyaz'ın asla uğramadığı çayırlarda yaşamak zorunda bırakmış olabilirler. Beyaz'a tekrar ulaşma zaferinin tadını alamasak da, evlatlarımız elbet geri alacak bizim olanı.

Beyaz'ı hatırlayabiliyorum. Hatırladıklarımın içine ailemin Beyaz'ı kaybetmemek için canlarını ortaya koyarak verdiği mücadelelere dair hatıralarım eklenince de tam zihnimdeki halini alıyorlar, atalarımın can suyu ile boyanmış ve kahramanlıklarıyla bezenmiş halini. Doğduğumda annem altıncı baharını yaşıyormuş; babamsa yedinci, henüz topraklarımıza iki ayaklı şeytanların ayak basamadığı zamanlarmış. Annem ilk evladı olduğum için hem çok heyecanlı, hem de çok endişeli olduğunu anlatırdı hep. Ben de onun hem endişesi, hem de heyecanı olarak doğmuşum. Heyecanım ve coşkum ruhuma hükmeder dolu dizgin, endişem ise onların mahmuzlarını elinde tutar. Babamınsa gözü karalığıyım, cesaretiyim. Ben, kardeşlerim ve atalarım; ana-babalarımızın evlat sahibi olma isteğinin bunu eyleme koyuşları ile perçinlenmesinden ibaret değil asla doğuşumuz. Ruhların harmanı olarak dünyaya geliriz, Beyaz şekillendirir bizi, biz ise O'na hükmederiz. Bahar mevsiminde başladı benim bu hükmetme maceram; ilk avıma babamla birlikte çıkmıştık. Öncesini hatırlayamıyorum. Toprak rengi boynuzlu yaratıkların benim için kolay bir "ilk" olacağını söylemişti babam.
"Doğa ile bütünleş!". İlk kuralımız buydu, ilk kurala uymamak hem farkedilmeye açık olmak, hem avı kaçırmak hem de her tür düşmanın saldırısına açık olmak demekti. Doğa ile bütünleşmek benim için kolaydı oldukça, ben de onun bir parçasıydım sonuçta.

- Beyaz'a olabildiğince yakın ol, yer ile bütünleş. Sessiz ol, nefes dahi alma! İşaretimi bekle.

Avlanırken ve düşmanlarımıza karşı dururken her şeyden önce sabırlı olmalıydık. Babamın bana ilk öğrettiklerinden biri "Bekle, sabret ve düşün, hesapla, planla!" idi.Tek vücut olmalıydık, hem doğa ile hem de birbirimiz ile. "Ben"den çok "biz"in önemini kavramalıydık.

O gün ikimiz vardık, babam ve ben. Gözümüze kestirdiğimiz toprak rengi boynuzlu yaratığın olduğu yere konuşlandığımızda avımızı ortamıza alabileceğimiz yerlerde durmuştuk, babam tam karşımdaydı. Sakin hareketlerle, Beyaz'ın üzerinde adeta bir lekeymişçesine parça parça, azar azar konuşlanmış çalılar ile karnını doyurmakla meşguldü toprak rengi boynuzlu yaratık. Onu izlerken bir gözüm ve bir kulağım da babamdaydı, işaretini bekliyordum. Babamın rüzgara karışan derin hırıltısıyla, sırtımı hafifçe yukarı kaldırıp ağırlığımı ön ayaklarımın üzerinde toplayabileceğim bir pozisyon aldım; saldırmaya hazırdım. Kalbim bana "Sen annenin heyecanı ve endişesisin." dermişçesine, delice çarpıyordu beklerken. İkinci ve daha belirgin hırlamayı duyar duymaz atıldım, dişlerimi boğazına geçirdiğim anda avımın iniltileri başladı, yavaş yavaş çığlığa dönüşerek tüm yamacı sardı. Dilimde hissettiğim ıslak sıcaklık arttıkça iniltiler zayıflıyor, başlangıçta beni sırtından atarak sağa sola savurmaya uğraşan avım gitgide güçsüzleşiyor, durgunlaşıyordu. Onu yere devirmemin üzerinden çok geçmeden bir can suyu gölü oluşuverdi oracıkta. Artık avımın etkisiz ve kıpırtısız kaldığını düşünmeye başlamış, dikkatimi çevrede olup bitene vermeye başlamıştım ki; aynı avımınkine benzeyen mırıltılar duymaya başladım. Kulak kesilince farkettim ki iniltilerin kaynağı, toprak rengi boynuzlu yaratığın adeta küçük birer kopyalarıydı. Avımın can suyunun tadı ve sıcaklığı irademi öylesine kontrolsüzleştirmişti ki onlara da saldırmak için düşünmeden üzerlerine hızla ilerlemeye başladım; o ıslak sıcaklığı dilimde yeniden hissetmek için. Gözüm hiçbir şey görmüyor gibiydi, kulaklarımın tek işittiği ise onların ürkek iniltileri ile bezenmiş ayak sesleri ve gökten yağan Beyaz'ın rüzgara eşlik ederken çıkardığı uğultu idi. Onlarla aramda engel olarak nitelendirilebilecek tek şeyin aramızdaki kısacık bir mesafe olduğu düşüncesinin rahatlığına sarıldığım anda üzerime ne olduğunu anlayamadığım bir şey çullandı. Çok geçmeden açlığın ve tutkunun irademi ele geçirişinin etkisinden kurtulup düşüncelerimi bunun ne olduğunu anlamak üzere işler hale getirdim, tüm duyularım da bunun için çalışıyordu. Yamaçtan aşağı yuvarlanırken hem sırtım acıyor, hem de ağırlığın etkisiyle canımın da acıması yüzünden istemsizce bağırıyordum. Yuvarlanma ve boğuşma kısa bir süre sonra bittiğinde anladım ki, üzerime çullanan ağırlık babamdı. Karşı konulmaz bir kuvvetle göğsüme bastırıyor, bu da beni hareketsiz kılıyor ve yerde tutuyordu.

- Yeter! Ne bu açgözlülük!

Bu azarlama ve sitem karışımı nida, avımın can suyunun tadını dilimde hissettiğim ilk andan beri gözümün hiçbirşey görmemesinin sebebini bir anda anlamama vesile oldu: Açgözlülük. Ruhumu delebilecek bir hışımla gözlerimin içine bakarak konuşmasına devam etti:

- Onlar bizim düşmanımız değil, hiç olmadılar. Sadece karnımızı doyurmak için onlara ihtiyacımız var, hepsi bu; vahşet için, irademizi devreye sokmadığımız sürece doymak bilmeyen aç gözlü ruhumuzu tatmin etmek için değil. Beyaz'ın yasası gereği karnımız onlarla doyacak; dilimiz can sularıyla, midemiz etleriyle tatmin olacak. Ama asla fazlası değil!

Haklıydı babam. Bir anda gözüm dönmüş, asil bir Beyaz iken açgözlü ve vahşi bir yaratığa dönüşüvermiştim. Ayaklarını göğsümden çekti, üzerimden kalktı ve arkasını dönüp usulca yürümeye başladı. Başım önde peşine takıldım, avımızın yanına dönmeliydik. Vardığımızda "Zaferini kutla, kardeşlerinle paylaş!" diye gürledi babam. Anlayamamıştım. Bu halim bakışlarıma da yansıyınca babam hiç beklemeden bana yol gösterdi, ulumaya başladı. Eşlik ettim; ardından yamacın, dağın ve karşımızda uzanan yaylaların dört bir yanındaki kardeşlerim. Ulumalarımız yeri göğü inletiyor, karanlığa gebe gökyüzünün dinginliğine isyan edercesine, rüzgarın uğultusu eşliğinde bir zafer nidasıymışçasına yankılanıyordu. O an, zaferin yalnızca bana değil, "Biz"e ait olduğunu iliklerime dek hissettmiştim. Şimdi düşünüyorum da, aslında benim sahiden "Ben" olmamı sağlıyor bu olay. O zamandan beri yaşadıklarımı düşündüğümde, sanki hepsinin temelinde bu yatıyormuş gibi geliyor.

- Artık sen de bir Beyaz'sın.

Ben büyüyüp kuvvetlendikçe, babam da gitgide yaşlanıyordu. Yıllar akıp geçtikçe, bununla birlikte büyük ailemizin fertlerinin sayısı arttıkça doğanın şartları bizim aleyhimize zorlaşıyordu. Elbet ki bu zorlaşmanın sebebi ne biz idik, ne de doğa. Bozan, talan ve işgal eden, onlara boyun eğmeyenlere yaşam hakkı tanımayan iki ayaklı şeytanlar; yaşam alanımız ve besin kaynaklarımızı bencilce ve sanki hiç tükenmeyecekmişçesine yağmaladıkça, onlara engel olamayan bizim aleyhimize dönüyordu doğanın şartları. Aynı babamın bana ve tüm Beyaz'ların evlatlarına o ilk av sırasında öğrettiği gibi biz de, düşmanımız, dostumuz ya da avımız olanlar da, doğanın yaşayan ve nefes alan tüm parçaları da yalnızca ihtiyacımız kadarını alırdık; fazlasını değil. Hepimizin ne yiyecek ne de barınak sıkıntısı çekmeden yaşamımızı sürdürebilmemizin yegane sebebi bu ilkeyi benimsemiş ve her eylemimizin içeriğinde ona yer vermiş olmamızdı. Beyaz'ın bu temel yasasına uymamakta ısrar eden tek bir tür vardı: İki ayaklı şeytanlar. Biz bir toprak rengi boynuzlu yaratığı avlayarak, yedinci güneş doğana dek tüm aile, açlığımızı dizginleyebilmemize rağmen, onlar yavru ya da yetişkin, karnında bir can taşısın ya da taşımasın dinlemeden her gelişlerinde onlarcasının canını alıyorlardı. Tek başlarına yakaladıkları kardeşlerimizi sadece kürkleri için hunharca katlediyorlar, ağaçları ve çalıları ellerindeki parlak keskin çubuklarla düşüncesizce yok ediyorlardı, doymak bilmezce. Babama defalarca saldırmayı önerdim. Eğer biz onları yok etmezsek onlar bizim ve Beyaz'ın sonunu getireceklerdi. "Beklemeliyiz." cevabını alıyordum hep. Hiç şüphesiz bu bitmez bekleyişimizin sebebi iki ayaklı şeytanların Güneş'ten çalıp ağaç çubukların ucuna aktardığı yakıcı Güneş parçaları ve bir gümlemeyle doğrultulduğu kişiyi öldürebilen "gümleyen çubuklar"dı. Bizim gibi göğüs göğüse çarpışsalar galip gelmelerinin imkanı yoktu, tek bildikleri böyle korkakça ve haince, sihirle saldırmaktı.

Beklenmedik bir saldırı ihtimaline karşı gün geçtikçe nöbetleşe uyur ve ölmeyecek kadar az yemek zorunda kalır olmuştuk. Sayımız yirmiden sekize dek düşmüştü; babam, annem ve üç yaşlımız hariç genç ve dinç olan kardeşlerimin sayısı ise ben ile birlikte üçtü. Beyaz'ın hüküm sürdüğü mevsimin, kışın gelmesine az kaldığı günlerden birinde, her zaman olduğu gibi bize uykuda saldırdılar. O gün nöbet bendeydi, kahretsin ki yamacın benim olduğum tarafından değil de diğer tarafından geldiler. Farkettiğim an tüm gücümle uludum. Çok geçmeden Güneş'ten çalınmış çubuklar parlamaya, gümleyen çubukların seslerini ise kardeşlerimin initileri izlemeye başlamıştı. Geç kalmıştım onlara haber vermekte. Koştum, rüzgar benim için çok yavaştı. İki ayaklı şeytanların tüm o haince, korkakça saldırma biçimlerine rağmen kahramanca çarpıştık o gece. Babamda, annemde ve çarpışan tüm kardeşlerimde o ilk avımdaki açgözlülüğümü gördüm, ancak arada ince bir fark vardı; onlar özgürlüklerine ve bizim olanın bizde kalmasına açtılar. Güneş hırsızlarının sıcak ve yakıcı Güneş parçalarından korkmuyor, gümleyen çubukların can suyumuzu akıtması hiçbirimizin umrunda olmuyordu. İki ayaklı şeytanların bacakları, ön ayaklarının parçaları, can suları ve çığlıkları havada uçuştu. Yakaladıklarımızı hunharca parçalıyorduk, acımak nedir unutmuştuk. Doğanın ve Beyaz'ın kanununa karşı gelmişlerdi, bu yaptıklarımızın yüzlerce katını bile hak ediyorlardı.

Gece soğuk ve sessizdi, onların korkak çığlıkları hariç; gece uzun ve sonsuzdu, onların dişlerimizin arasında yok olmaya mahkum ömürleri hariç. Her birimiz gecenin kahramanlarıydık, istisnasız. Ancak iki ayaklı şeytanlar tükenmek bilmiyordu, sanki her öldürdüğümüzün yerine üç tanesi daha, daha fazla gümleyen çubuk ve Güneş parçası ile geri geliyor gibiydi. Bizse çaresizdik, gitgide yoruluyor ve tükeniyorduk. Yenilgi kaçınılmazdı. Biz sekiz kahramandık o gece, ama sekiz ölümsüz olduk. Önce babamın acı iniltisini duydum; çevresini saran onlarca iki ayaklı şeytan onu köşeye sıkıştırmış, yamacın keskin bir kenarından yaralanmış bedenini boşluğa, uçuruma itmeye uğraşıyorlardı. Başarılı da oldular. Babam aynı yaşadığı gibi onurlu bir biçimde süzüldü boşluğa, sessizce ve şikayet etmeden.

Ağlamak, bağırmak, tüm o iki ayaklı şeytanları milyonlarca parçaya ayırmak istedim. Babamla son gözgöze gelişimde gördüğüm o nefreti paylaşıyordum, bir dolunay gibi parlayan nefretini, intikamla yanıp tutuşan ruhunun gözlerine yansımış o soğuk alevini. Annem beni çekiştirdi: "Gitmeliyiz, hadi!". Bir ona bir de çaresizliklerine rağmen hala çarpışmakta olan kardeşlerimin babamınkilerle eşdeğer duygularla dolup taşmış gözlerine baktım. Annem yaralıydı, onunla gitmemem onun ölmesi demekti. Belki çarpışmayı bırakıp beni takip ederler umuduyla son bir kez uludum, cevap gelmedi kardeşlerimden. Annemle olağanca hızımızla yamacın aşağısına, çayırın ıssız yanına doğru indik. Yol boyunca birçok kardeş ve türdeşlerimizin ölü bedenlerine rastladık, bizim ailemize olan onların da başına gelmişti. Rastladığımız ilk mağaraya yerleştik, annem en azından üç tane gümleyen çubuk yarası almıştı, onlar iyileşmeliydi. Tam yedi güneş ve yedi ay zamanı boyunca onu iyi etmeye uğraştım; yaralarının acısını dilimle hafifletmeye, vücut direncini taşıdığım yiyeceklerle geri kazandırmaya. Nafile, annem sekizinci güneşin vakti nefes alamaz olmuştu. Çaresizdim, kabullendim, tepki veremedim. Artık "biz" kalmamıştı, Beyaz çok uzaklardaydı, kardeşlerim , türdeşlerim, annem ve babam da. Artık ruhumda taşıyordum özlemlerini, soğuk intikam isteklerini, yanan bakışlarını. Artık "biz" kalmamıştı, ama onlar da "ben" ileydi. Annemin cansız bedenini orada bırakıp dışarı çıktım. Uludum sağ kalmış bir kardeşim beni duyar umuduyla, uzun uzun, tüm çayırı, tüm Beyaz'ı inleterek, tüm doğaya acımı ve intikam isteğimi duyururcasına. Birkaç güneş ve ay vakti boyunca tekrarladım bunu; gücümü geri kazanmaya da uğraşıyordum. Ulumalarıma cevap gelmeyince iki ayaklı şeytanların izini sürmeye başladım, çaldıkları Güneş parçaları yaşadıkları bölgeyi bulmamı kolaylaştırdı, bir zamanlar en tehlikeli silahlarından ve koruyucularından biri olan Güneş parçaları, onların sonu olacaktı. Etraflarında gözükmeden uzun süre gözlemledim, en zayıf anlarını kolladım.

Ben annemin heyecanı ve coşkusuyum; babamın gözü karalığı, cesareti. Bugün onların benimle son kez nefes aldığı gün! Ay'ın Güneş'i kıskandırdığı o gece, biz son kez karşı durduk, saldırmadan önce uzunca uludum, kulaklarım bana gelen bir cevap olmadığını söyledi, ama ruhum asla öyle olmayacağını biliyordu. Tüm kardeşlerim benimleydi, bizimleydi. Yerleşim yerine Beyaz'la, toprakla bütünleşerek, aynı babamın öğrettiği gibi sabırla ve sessizce yaklaştım. İlk gördüğüm iki ayaklının boynuna atıldım, bir tane daha ve bir tane daha. Gümleyen çubukları ve Güneş parçaları olmadan karşımızda birer hiçtiler. Beni farkedenler silahlara ulaşmaya çalışıyor, bense fırsat vermiyordum. Gitgide kalabalıklaştılar, ağaçların onların yuvaları olabileceğini tahmin edememiştim, oralardan daha onlarcası çıkıverdi. Gümleyen çubuklarını üzerime yönelttiler. Parlak keskin çubuklarından sırtıma inenler olduğunu hissettim, direndim, hırladım, dişlerimi gösterdim, bağırdım, ama bir tane daha indi, ve bir tane daha. Can suyumun sırtımdan toprağa süzüldüğünü hissediyordum; ayakta durmak zorlaştı, ben de arka ayaklarım üzerinde çömeldim, çömelmek de zorlaştı gitgide, toprağa bıraktım kendimi. Bir parlak keskin çubuk daha! Ah! Ruhum kardeşlerime kavuşuyordu, dolunaya baktım son kez, o da bana, sanki "Gel!" der gibiydi.
 
     Beğenin    
Şiir-Öykü Listesi

Yazan Uzman
Mustafa Burak ARABACI Fotoğraf
Psk.Dnş.Mustafa Burak ARABACI
İzmir (Online hizmet de veriyor)
Psikolojik Danışman
TavsiyeEdiyorum.com Üyesi2 kez tavsiye edildiİş Adresi Kayıtlı

Bu sayfada yayınlanan öykü ve şiirlerin tüm hakları yazarına (Psk.Dnş.Mustafa Burak ARABACI) aittir ve Psk.Dnş.Mustafa Burak ARABACI tarafından TavsiyeEdiyorum.com Öykü ve Şiirler kütüphanesinde yayınlanmak üzere gönderilmiştir. Burada yer alan eserler yazarından önceden izin alınmaksınız başka platformlarda yayınlamaz, sadece kaynak gösterilerek ve yazar ismi zikredilerek KISA ALINTILAR yapılabilir. Aksine davranış Fikir ve Sanat Eserleri yasasına aykırılık teşkil edecektir.

06:27
Top