2007'den Bugüne 92,260 Tavsiye, 28,210 Uzman ve 19,973 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!



Lacan'ın Öznesi Olarak, Kapitalist Serbest Rekabetçi Toplum Bireyinin, Özgür Seçim Yapma Olanağı Var mı?
YAZI #898 © Yazan Dr.Mutluhan İZMİR | Yayın Ekim 2010
LACAN'IN ÖZNESİ OLARAK, KAPİTALİST SERBEST REKABETÇİ TOPLUM BİREYİNİN, ÖZGÜR SEÇİM YAPMA OLANAĞI VAR MI?

Mutluhan İzmir

“Ego için nesne, kendi başına Gerçek bir şey olmaktan ziyade, sadece bir ideal biçim ya da özdür. Ya da Kantçı terimlerle bilincin nesnesi, zaman ve uzayın önceden belirlenmiş kategorilerince belirlenen öznel bir sezgidir. İnsanlar görmek istediklerini görürler ve görmek istedikleri şey de, egonun bütünlüğünü güçlendiren ve temsilcilerin ideal biçimlerinin üretilmesi yoluyla, özne ile dünya arasında aracılık etmeye yarayan, yarattıkları dünyalarının bütünlüğüdür.” (Between Philosophy and Psychoanalysis, Lacan's Reconstruction of Freud, Robert Samuels, Routledge, New York, 1993, s:63) Bu karmaşık görünen cümleyi bir örnekle açabiliriz: “Beklemesini bilirsen, her şeyin sırası gelir.” Bu sözün sahibi 1773-1854 yılları arasında yaşamış olan Fransız Kont Joseph Villéle'dir. Villéle'in dünyayı algılayışını bu kısa cümlede görebiliyoruz: yeterince bekleyip sahip olacağını düşündüğü şey yoksulluk, eziklik, yoksunluk, acı, ya da ceza değil, Kont'un dünyası, yeterince beklerse kendisine herşeyin en iyisini vermek üzere kurgulanmış öznel bir sezgidir. O, görmek istediği dünyayı görüyor, dünyayı ve temsilcilerini ideal bir bütünlüğün içinde kurguladığı için de, kendi egosu da ideal bir bütünlük içinde eksikliğini hissettiği herşeyi, kendisine er ya da geç temin edecek bir yapıya bürünmüş. Kont simgesi krallık döneminin simgesel kimliğidir, Aydınlanma devriminin aynasında bu simgesel kimlik bir hiçliğe dönüşmüştür. Sayın Kont yaşadığı dönemde reaksiyoner olarak biliniyormuş ancak, kendisi herhalde katıksız bir pasifistti. Fransız Devrimi sırasında devrimci değil kralcı olarak yaşamını sürdürmesi bu nedenle hiç şaşırtıcı değil. Peki neye reaksiyonerdi acaba? Kendisine herşeyin en iyisini er ya da geç vereceği inancı ile kurguladığı ideal dünyanın öyle olmadığını, kendisinin de boş bir ünvanın arkasına sığınarak yaşayan bir hiç olduğunu yüzüne vuran devrimcilere karşı herhalde. Ne yazık ki çoğumuzun Kont gibi sabitleşmiş imgesel bir kurgudan ömür boyunca beslenmemiz mümkün olmuyor. Peki günümüzün serbest rekabetçi, kapitalist toplumlarının bireyi dünya algısı açısından ne durumda acaba?
Lacan, “Gerçek, hiçbir eksiğin olmaması durumudur” der. Lacan' ın sözettiği Gerçek, yaşantımızın ilk 4 ila 6 ayı zarfında içinde yaşamış olduğumuz koşullardır. Yaşamımızın bütünüyle çeşitli organlardan ya da vücut parçalarından kaynaklanan duysal ve algısal etkilerden oluşan bu ilk döneminde, biyolojik bir varlık olarak hiçbir eksiklik hissi yaşamayız. Diğer bir deyişle çocuk Gerçek'in düzenine doğmuştur. Bu bir anatomik, “doğal” (doğa burada olumludan ziyade direnç anlamında) düzendir, saf bir bütünlük ve doluluk halidir (Jacques Lacan, A feminist introduction, Elizabeth Grosz, Routledge, London, 1990, s34) Varlık algısı tek ve bütün bir varlıktan ibarettir, sanki büyük patlama öncesi evrenin durumu gibi. Bebek ise bu tek ve bütün varlığın kendisidir, henüz vücudu ve psişik yapısı ile ilgili hiçbir deneyimi bulunmamaktadır. Anne, anne memesi, ya da bakıcımızdan henüz kendimizi ayrı bir varlık olarak algılayamadığımız için biyolojik gereksinimler ve doyum ekseninde, normal düzeyde bakım alan bir çocuk için hiçbir eksiklik hissi oluşmaz. Tam bir yeterlilik, tam bir güce sahip olma hissi ile doludur bu dönem. Bu dönemde aslolan şey biyolojik dürtülerdir. Dürtüyü duyumsayan kendisidir, eksikliğini hissettiği şeyi yaratıp temin eden de kendisidir, doyumu hisseden de. Lacan bu dönemi, “eksikliğin eksikliği” olarak tanımlar. Sonradan kendimizi çevremizdeki varlıklardan ayrı bir varlık olarak hissedip özne haline gelmeye başlamamızdan itibaren Gerçek, öznenin gerçekliğinin içinde bir kara deliğe dönüşür, çünkü Gerçek, “temsilde özümsenemeyendir, temsili olanaksız olandır”. Bu nedenle Gerçek, simgeleştirmeye direnir. O kara deliğe geri dönüş sadece rüyalarda ve psikoz denilen psikiyatrik hastalık durumunda mümkündür. Kendi gerçekliği içinde Gerçek'i arama girişimlerini yaşamı boyunca sürdüren özne, bu iki durum dışında, bu girişimlerinin her defasında Gerçek'i ıskalar.
Gerçek'in düzeninden koparak, yani ayrı bir kimlik ve kendilik hissi geliştirmemiz, sırasıyla önce hayal ve fantezilerden oluşan imgesel, son olarak da toplumsal gerçekliğimizin bize dayattığı simgesel düzenlere geçerek mümkün olur. Bu gerçeklik durumu, imgesel ve simgesel temsiller yoluyla yaşanılır ve öğrenilir. Artık Gerçek'in düzeninden kopmuş olan özne, varoluşundaki eksikliklerin de farkına vardığı bir algı düzeyine geçer. Bu da Gerçek'in düzeninin dürtüsünün, imgesel düzenin arzusuna dönüşmesine neden olarak bizi de bir arzu varlığına dönüştürür.
Neyi arzularız aslında? Yitirdiğimiz Gerçek'in yarattığı kara deliği doldurarak, eksiklik hissetmemizin önüne geçecek derecede her tür eksikliği giderecek, tam güçlü, mutlak bir yeterliliğe sahip bir nesnedir farkında olmadan aradığımız. Bu nesne, imgesel dönemde hayal ve fantezilerden oluşan bir imgeye yani hayale dönüşür. Simgesel dönemde, toplumla uzlaşarak yarattığımız düzende ise, Gerçek'in düzeninin tümü ve imgesel dönemin hayalleri bilinçdışına itilmişlerdir. Simgesel düzenin toplumsal öznesinin bilincinde, yani gerçekliğinde, bilinçdışı yani Gerçek, bir kara deliğe dönüşür. Hiçbir zaman ulaşamayacağımız bu kara delik, aynı zamanda tüm arzularımızı yönlendiren, varoluşumuzu biçimlendiren güçlü bir bilinçdışının oluşumuna neden olur. Bu durum da hepimizin “acaba yitirdiğim Gerçek'i kim elinde tutuyor ?” şüphesi ile yaşamamıza neden olur. Gerçek'i yitirdiğinin farkına varan özne eksiklik hissine kapılır, herşeye gücünün yettiği Gerçek'in düzeninin dönemi gerilerde kalmıştır. Bu durumda özne, eksikliğini tamamlayacağına inandığı adımlar atmaya çabalar. Bu adımlar, imgesel dönemde hayaller ve fantezilerle, simgesel dönemde de simgelerle atılmaya çalışılır, bu ise gerçeğin cevabıdır. Öznelerarası ilişkilerde gerçeğin cevabının olmadığı hiçbir simgesel iletişim bulunmaz.
Gerçek'in düzeninden kopmak ve simgesel düzenin özne olma sürecine girmek için öznenin simgesel düzeyde temsil edilebilmesi ve bu temsili yerine getirecek icracı olan dilin, yani lisanın oluşması gerekmektedir. Özne temsil edilmeden kendi söyleminde yer alamaz. Yalnızca içinde temsil edildiği takdirde kendi söyleminde yer alabilecek olan özne, bu durumda bir benzerlik yaratma projesine girişir. Özne söyleminde yalnızca dublör konumunda ortaya çıkabileceği için öznenin söylemi, arzusunun gerçeğine kıyasla, mutlaka bir sahte tavır olacaktır. (Introduction to the Reading of Lacan, Joél Dor, Jason Aronson Inc., New Jersey, 1997, s157). Yani özne gizlemeye çalıştığı arzusu ile kendisini temsilci yoluyla kabul ettirdiği simgesel düzenin toplumsal kabulü arasında bölünür. Ancak bu bölünme her türlü tuzağa, her türlü kandırmacaya açık bir yarık oluşturur. İmgesel kayıt içinde, bütünüyle yabancılaştığı bir oyunun sürdürülmesine neden olan, öznenin kendisi hakkındaki söylemleri nedeniyle bu bir tuzaktır (age s157). Bu tuzakta öznelerarası ilişki, yitirmiş olduğumuz mutlak gücü ve bütünlüğü barındıran “Öteki”nin arayışı oyunu ile kendisini gösterir. Ama Gerçek, her zaman simgeleştirmeye direnir ve bir karadelik olarak kalır. Yitirmiş olduğu gücü ve tam yeterliliği kendi içinde barındıran “Öteki”ni umutsuzca bulma arayışındaki özneyi kandırmak zor değildir. Seçimler giderek, özneyi bu kandırmacanın içine çekecek oyunun arenası durumuna dönüşmektedir. Zaten tuzakta kıstırılmış olan seçmen özne, Gerçek'i bulma yanılsaması ile tercihini yaparken aslında özgür değildir. Özne, seçim arası dönemlerde çıkarları için etkin bir uğraş veren bir birey olmaktan koparak, bir hayalin kurgulayıcısı olan edilgen bir varlığa dönüşür. Seçmen öznenin sınıfsal bütünlüğünün yerini bireysel hayaller ve kurgular alır.
Yitirilen Gerçek, ona talep yaratır, ancak her talep aslında tam adlandıramadığımız, bir türlü ulaşamayacağımız, gerçekliğin ortasında duran Gerçek'e olan taleptir. Zizek bu durumu şöyle tanımlarken usta bir manevra ile, yanılgılarımızı katmerlendirir: “Sıradan günlük gerçekliğimizin , bildik kibar, nezih insanlar rollerimizi oynadığımız toplumsal evrenin gerçekliğinin, belli bir 'bastırma'ya, arzumuzun gerçeğini gözden kaçırmaya dayalı bir yanılsama olduğu ortaya çıkar. Demek ki bu toplumsal gerçeklik, gerçeğin müdahalesiyle her an parçalanabilecek bir kırılgan, simgesel bir örümcek ağından başka birşey değildir” (Yamuk Bakmak, Slavoj Zizek, Metis, 2004, Çev. Tuncay Birkan, İstanbul, S. 33). Buradaki ustaca manevra, toplumsal gerçeği sabit, değişmez bir gerçeklik olarak ortaya getirmekte yatmaktadır. Burada hangi toplumun toplumsal gerçekliği diye sormak gerekir. Farklı toplumsal yapılar, kendi söyleminde temsil edilerek varolan bireyin arzusu ile arasında oluşan yarılmanın azalmasına ya da çoğalmasına neden olabilir mi? Yani yitirilmiş Gerçek'in yarattığı eksikliği öznenin daha az duyumsamasını sağlayacak, öznenin bölünmüşlüğünü azaltacak, kendisini daha güçlü ve yeterli hissetmesini sağlayacak toplumsal bir düzen var mıdır Nazım Hikmet'in Şeyh Bedrettin Destanı'ındaki gibi:

Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yarin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber
diyebilmek
için

Bu kollektif bilince sahip toplumların toplumsal öznesinin arzusu paylaşmak, yardımlaşmak olabilir mi? Bu üretken, paylaşımcı özne, Gerçek'e daha yakın bir simgeselleştirmeye ulaşmış olduğu için bölünme sorununu daha az yaşıyor olabilir mi? Toplumsal dayanışmadan yoksun, günlük yaşamında haklarını koruma mücadelesinden uzak yaşayan seçmen özne, yalnızca söylemlerde yeralan sanal bir dublör müdür? Durkheim, kollektif bilincin varlığını idame ettiremediği bireyci toplumların sonunda çözülmeye gideceğini belirtir (Çağdaş Toplumun Bunalımı; anomi ve yabancılaşma. Barlas Tolan. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları, s:17-18:1980 Ankara). Hegel, insanın birey olabilmesi için, özde farklı olmadığı ve geçmişte birleşik olduğu, tümel, içinde bulunduğu çevreye, topluma ait şeylerden ayrılmasının zorunlu olduğunu belirtir (Yabancılaşma ve... Özbudun S., Markus G., Demirer T., s 17-18, Ütopya yayınları 2007, Ankara). Marx ise kapitalizmin insanı kendi emeğine yabancılaştırdığını, insanın emeğinin ürününün, insanı köleleştiren yabancı bir güç olarak karşısına dikildiğini belirtir (age s20). Bireyselleşmeye zorlayan, rekabetçi bir toplum yapısının toplumsal gerçekliğinin öznesi, Gerçek'in yerine koyabileceği kollektif bilinçten yoksun, söyleminde kullandığı temsilcisi ile daha çok yabancılaşmış, ürettiği ürüne sahiplenemeyen bir öznedir. Hegel ünlü efendi-köle örneğinde, efendisini mutlu edebilmek için çabalayan kölenin, zamanla bu çabalarının sonucu olarak doğaya hakim olarak güce de sahip olduğunu anlatır. Efendi köleye bağımlıdır, kölenin gözünde simgesel rolünü sürdürdüğü sürece güçlüdür, yani aslında kölenin yanında acizdir. Kölenin ise doğaya hakim olduğu için güçlü hissetmek, ya da eksiklik hissetmemek için simgesel bir kimliğe gereksinimi yoktur. Rekabetçi toplumlarda bireyin kendini topluma ait hissetmesinin önüne geçilir, birey, toplumun diğer fertlerini rakibi olarak algıladığı için onlardan uzaklaşır. Serbest rekabetçi, bireyselci kapitalist toplum düzeninin efendi-kölelerinin ise Hegel'in kölesi gibi doğaya hakim olma olanakları da yoktur. Günümüz derebeylik düzeninin efendi-köleleri, bordrolu çalışan, üretimden kopmuş, edilgen öznelerdir. Bu özneler efendi simgesini güçlendirme çabasının tuzağında, efendi ile köle arasında bölünürler, arzularını simgeselleştirmeleri olanaksızlaşmıştır. Bu edilgen özne için seçimler, etkinlik yanılsaması yaratan bir kandırmacadır, çünkü seçim sandığına gitmek dışında öznenin etkin olabileceği tüm yollar kapatılmıştır. Özne bireyselleştikçe, bir nebze yarasına derman olacak olan dayanışmacı, yardımlaşan, paylaşımcı öznenin anonim kimliğine ulaşma şansını da yitirir. Özgür demokrasilerin, serbest seçimlerinin öznesi olan seçmen, yitirmiş olduğu ve hiçbir zaman ulaşamayacağı Gerçek'i umutsuzca bulmaya çabalayan, kapitalist sistemin simgesel düzeninin içinde kırılgan, her an parçalanabilecek rollerle yaşayan, iktidarını yitirmiş, zavallı devrik bir kraldır. Simgesel dünyada aradığını bulamama durumunu sıklıkla yaşayan bu zavallı özne, imgelerin hayal ve fantezi dünyasına sıklıkla geri kaçma eğilimi gösterir. Özellikle de yaralanmış, zedelenmiş, travmatize edilmiş olduğu anlarda. Örneğin göç ederek herşeyini geride bırakmış olan bireyler ya da bir krizin, savaşın, saldırının etkisinde kalmış olan bireyler gibi. Bu hayallerinde ne bulur? Sıklıkla geçmişten arta kalmış, Gerçek'in kara deliğinde yaşayan kahramanların izleri vardır bu hayallerde. Demokratik özgür seçimlerde seçmen, demokrasi ve gerçeklikle ilgisi olmayan Gerçek'in bu kahramanını peydahlamak peşindedir ya da bunun peşine düşmesi teşvik edilir. Hitler seçimle işbaşına gelen bir Führer'dir. Seçmenin ulaşmayı umduğu Gerçek'in önünde seçmen tarafından engel gibi algılanan adayın ise vay haline, gerçekliğin doğrularını söylüyor olsa da bu aday, seçmenin arzu nesnesini elinden almaya çalışan kötü birisi olmaktan kurtulamayacaktır.
Seçmen özne ile oynamak hiç de zor değildir artık . Havuç gibi uzatılan Gerçek taklitlerinin peşinden umutla gidecektir. Bakın dünyanın en gelişmiş, kültürlü, refah içindeki ülkeleri olarak bilinen iki Avrupa ülkesi olan Fransa ve İtalya'nın seçmenleri ile nasıl oynuyorlarmış, Nilgün Cerrahoğlu'nun 8 Ağustos 2010 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazısından özetleyerek öğrenelim:

“Subliminal mesaj” diye bir şey duymuş

muydunuz?

“Sinsi/gömülü mesaj” diye dilimize

çevirebileceğimiz subliminal mesajın tam Türkçe

karşılığını bulmak zor.

Emmanuel Todd'un “Aprés la

Democratie/Demokrasiden Sonra” kitabında;

“Sarkozy ırkçılığı” için başvurduğu tabir bu.

Sarkozy, zira... aleni ırkçılık yapmıyor.

Müslüman göçmenler , Müslüman göçmen

çocukları, Müslüman Türkiye'nin Fransa adına bir

“tehdit/tehlike” olduğu algısını sürekli işleyen

devlet başkanı, çıkıp da dobra dobra, “Ey Fransız

halkı! Müslümanlar; ezcümle bizim

düşmanımızdır!” demiyor.

Ancak aynı mesajı, eline geçen her fırsatta

“subliminal” biçimde veriyor.

Fransızlar, diğer deyişle, devlet başkanlarının ne

dediğini anlıyorlar, ama “işlenen mesaj” tam

üstü açık biçimde söze dökülmüyor...

Ortalama Fransızın bu durumda “ hizmet

bekleyen seçmen” olmaktan çıkıp ; “medyalar

tarafından yönlendirilen seçmene” indirgendiğini

anlatıyor Todd.

“Kamuoyu” artık sadece “manipülasyon

malzemesi” işlevi görüyor.

Toplumsal çözülme ve ideolojilerin çöküşü bir

yandan; geleneksel olarak sağa oy vermeye

meyilli yaşlı nüfus artışı öbür yandan; sorunların

çözümünde etkisiz kalan politikacılar; “korku

oylarını” avlamaya çıkıyor...

2007 seçimlerinde Fransa Cumhurbaşkanı, daha

önce işgal ettiği “İçişleri Bakanlığı” koltuğundan

– güvenlik güçlerini de devreye sokarak ! - tahrik

ettiği “göçmenler ve banliyö gençleri”

sayesinde; halkın böyle “ korku oylarını”

toplamış.

Todd; - “saldırgan gençlerin” kaygılarıyla

yaşayan - “yaşlıların yüzde 64'ünün”oylarını

Sarkozy'ye verdiğini söylüyor.

Nüfusun geri kalanını da sürekli bu gerilim

hattında tutmak adına; medyanın çarkları ve

“rejimin entelektüelleri” çalışıyor.

“Demokrasiden Sonra”nın yazarı; Sarkozy'nin

2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini bizzat

“tahrik” ettiği banliyö isyanları ile sürece binaen

pazarladığı “Ulusal kimlik (ari ırk?) Bakanlığı”

sayesinde aldığını iddia ediyor.

Tam adı “Göç, Entegrasyon ve Ulusal Kimlik

Bakanlığı” olan bakanlık etrafındaki tartışmaların

özde, “İslam karşısında Fransız ulusu” denklemi

olduğunu belirtiyor yazar.



Benzer manipulasyonlar, İtalya'da Berlusconi'nin iktidarını perçinlemek için de yapılıyormuş. Mankenleri uçağa doldurup cümbüşe giden 70'lik Berlusconi, iktidar gücünü sorgulanamaz bir düzeyde İtalyanların gözüne sokarken, Gerçek'i Roma İmparatorluğu özleminde arayan zavallı İtalyan seçmenler için iyi bir Sezar metonimisi oluşturuyor herhalde. Tabii ki Fransız ve İtalyan seçmen günlük yaşamlarında Sarkozy ve Berlusconi'yi tanıma fırsatı bulsalardı yanıltılmaları bu kadar kolay olmazdı. Ama ne yazık ki günümüzün mucizesi olarak takdim edilen, özgür demokrasilerin serbest seçimlerinde, mahallenizden tanıyıp hasbihal edebileceğiniz, elle tutulur somutluktaki bir adayı değil, medya vitrinindeki simgesel kılıfına bürünerek, size arzunuzun nesnesi gibi gösterilen sanal bir adayı seçebiliyorsunuz. Hokus pokus, sandıktan çıkan sonuç, seçmeni iktidara taşıyor mu?


Mutluhan İzmir
Eylül 2010- Ankara
     Beğenin    
Facebook'ta paylaş Twitter'da paylaş Linkin'de paylaş Pinterest'de paylaş Epostayla Paylaş
Yazan Uzman
Mutluhan İZMİR Fotoğraf
Dr.Mutluhan İZMİR
Ankara
Doktor "Ruh sağlığı ve hastalıkları - Psikiyatri"
TavsiyeEdiyorum.com Üyesi7 kez tavsiye edildiİş Adresi Kayıtlı
Makale Kütüphanemizden
İlgili Makaleler Dr.Mutluhan İZMİR'in Makale ve Yazıları
► Bir Yaşam Biçimi Olarak Mutluluk Dr.Mahmut AKYILDIZ
TavsiyeEdiyorum.com Bilimsel Makaleler Kütüphanemizdeki 19,973 uzman makalesi arasında 'Lacan'ın Öznesi Olarak, Kapitalist Serbest Rekabetçi Toplum Bireyinin, Özgür Seçim Yapma Olanağı Var mı?' başlığıyla benzeşen toplam 93 makaleden bu yazıyla en ilgili görülenleri yukarıda listelenmiştir.
► Ergenlik ve Tüketim Ekim 2009
Sitemizde yer alan döküman ve yazılar uzman üyelerimiz tarafından hazırlanmış ve pek çoğu bilimsel düzeyde yapılmış çalışmalar olduğundan güvenilir mahiyette eserlerdir. Bununla birlikte TavsiyeEdiyorum.com sitesi ve çalışma sahipleri, yazıların içerdiği bilgilerin güvenilirliği veya güncelliği konusunda hukuki bir güvence vermezler. Sitemizde yayınlanan yazılar bilgi amaçlı kaleme alınmış ve profesyonellere yönelik olarak hazırlanmıştır. Site ziyaretçilerimizin o meslekle ilgili bir uzmanla görüşmeden, yazı içindeki bilgileri kendi başlarına kullanmamaları gerekmektedir. Yazıların telif hakkı tamamen yazarlarına aittir, eserler sahiplerinin muvaffakatı olmadan hiçbir suretle çoğaltılamaz, başka bir yerde kullanılamaz, kopyala yapıştır yöntemiyle başka mecralara aktarılamaz. Sitemizde yer alan herhangi bir yazı başkasına ait telif haklarını ihlal ediyor, intihal içeriyor veya yazarın mensubu bulunduğu mesleğin meslek için etik kurallarına aykırılıklar taşıyorsa, yazının kaldırılabilmesi için site yönetimimize bilgi verilmelidir.


22:54
Top