2007'den Bugüne 92,323 Tavsiye, 28,223 Uzman ve 19,980 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!


Op.Dr.Ali Nurettin GÜRSES'in Öykü ve Şiirleri
Op.Dr.Ali Nurettin GÜRSES
  1. Parfüm Fendi ÖYKÜ | Aralık 2010
  2. 31 Numara - Saniye Hanım ÖYKÜ | Aralık 2010
  3. Horoz Vakti Hikayecileri ÖYKÜ | Aralık 2010
Facebook'ta paylaş Twitter'da paylaş Linkin'de paylaş Pinterest'de paylaş Epostayla Paylaş
 Yazarla İletişim  


Parfüm Fendi
ÖYKÜ © | Yayın Aralık 2010
(TV için kısa öykü - oyun, sinopsis)

Geceyarısı Sinderella'da yer alan "Parfüm Fendi" isimli öyküden oyunlaştırılmıştır.


KİŞİLER:

ADAM

KADIN

YAŞLI ADAM

SEKRETER KIZ

İŞÇİ TULUMLU ÜÇ GENÇ

YER:

Yatak odası.



Bir öğle sonrası...

Adam ve kadın günün yorgunluğuyla eve girer, odalarına çekilirler...

Kadın yatak odasının perdelerini kapatır.

Adam yatakta okumaya niyetlendiği dergiyi oda kararınca bırakır...

Kadın yatakta adama sokulur.

Adam, kadından ulaşan parfüm kokusunu hisseder.





KADIN: Sevdin mi bu kokuyu?



Adam gözlüklerini çıkarır, uyumaya niyetlidir, yarım yamalak yanıt verir.


ADAM: Evet.

Yatağın içinde adam kadına yönelir, belini kavrar.

Öpüşürler.

Ağır aksak, acelesiz sürer sevişmeleri.




Adam bir an irkilir.


ADAM: Pardon canım, bir şey mi dedin, duyamadım.



Kadın şaşırır.


KADIN: Bir şey demedim, neden durdun?



Adam ter içindedir.

Durur ve yataktan doğrulur.

Üzerindeki rahat giysileri de çıkarmak ister.

Adam her zamanki gibi özenle çıkardığı giysilerini yine özenle yatağın kenarına buruşturmadan koyar.

Kadın bu halini bildik bir gülümseme ile karşılar.




Bu kez kadın üzerindekileri inadına telaşla çıkarıp fırlatır, adama döner.


KADIN: Hadi bakalım, gel artık.

Adam kadının üzerine doğru uzanırken yine bir ses duyar.

(Bu özel bir efekt olabilir. Bir kontrbas ya da bir orkestranın konser öncesi akor sesi gibi bir ses...)




Adam ikinci kez irkilmiştir.

Bu kez odanın içini en ince ayrıntıyla kontrol eder.




Makyaj masasının hemen yanında sarı bezden yazlık bir koltuk, rejisör koltuğu takılır gözüne.




ADAM: (kendi kendine mırıldanır) Bu koltuk da arka balkondaydı, nerden girmiş içeri?



Tam o anda farkeder.

Koltuğun hemen yanında, koca suratlı, iri kıyım, bir amerikan buldogunu andıran suratıyla, YAŞLI ADAM durmaktadır.

Ayağında kalın tabanlı lofer tipi ayakkabı, üzerinde doğal keten rengi bol kesim pantolon, elinde havana purosu, koyu renk güneş gözlükleri vardır.


Yaşlı adam oldukça sert bir sesle uyarır.


YAŞLI ADAM: Olmuyor, olmuyor efendim, ne yazık ki olmuyor!



Kızgındır yaşlı adam, iki adım odanın içinde yürüyüp arkası dönük olarak küsmüşcesine bağırır:


YAŞLI ADAM: Hiç sürdürmeyin bu rezaleti, daha iyi!



Adam utanır.

Çıplaklığını, daha da çok kadının çıplaklığını örtmeye çalışır.




Kadın çok doğal bakmaktadır.

Yüzünde sanki yapılması gerekeni yapamamanın, başarısızlığın sıkıntısı vardır.




Adam kafası karmakarışık, hızla giyinmeye çalışır.

Gömleğini bile yanlış iliklemişken, giymeye çalıştığı pantolonun paçaları ayaklarına dolaşır, sendeler.




Kadın yataktan uzanarak adamın kolunu tutar.


KADIN: Bir kez daha denemeliyiz sevgilim, lütfen!



Yaşlı adam biraz yumuşamıştır.

Yapmacık bir yumuşaklıkla, koltuğa çöker, bekler.




Kadın yarı çıplak görüntüsü ile adamın sırtına yapışır.

Elini boynunda gezdirerek, kulağını öper ve fısıldar.


KADIN: Lütfen benim için bir kez daha çaba harcamalısın, lütfen!

Adam, makyaj masasındaki aynadan yaşlı adamın odanın orta yerine puro dumanı üfleyen umarsız bakışını yakalar.


ADAM: Peki bu adamın işi ne yatak odamızda?

Giderek öfkelenir.

Kadına fısıldar.


ADAM: Sen nasıl olur da bunu doğal karşılayabiliyorsun, bu adam ne zamandan beri bu odanın içinde ve ben niçin bunu bilmiyorum!!!



Yaşlı adamın purosundan sarkan küller yerdeki halıya dökülür.




Adam o an farkeder, balkonun kapısı da aralık kalmıştır.

İçeriye giren serinliği farkeder, bir üşüme gelir üzerine.




Kadınla fısıldaşarak konuşur:


ADAM: Odanın içinde bizi sevişirken seyrettiği yetmezmiş gibi, utanmadan, hem de yatak odamızda puro içiyor... Balkon kapısını sonuna dek aralamış... Daha yeni hastalıktan kurtuldum sayılır. Boynum hala tutuk!



Adam eski günleri düşünür... Sevişirken komik şeyler anlatır, bir tür oyalanırdı. Eski bir inanışa göre, birbirine tutkuyla sarılmış, sevgi içinde iki insan sevişirken odanın içi Cinlerle dolar ve odada Cinlerin kahkahaları yükselirmiş...

Kadın inanmaz, gülerek "Delisin!" derdi. Adam ısrar ederdi, "Ancak sevgiyle sevişen iki insan için Cinler doluşur. Sevginin olmadığı buluşmalar, her zaman Cinlerden yoksun kalır!" derdi.


ADAM (düşteki sesi): Duyuyor musun cinlerin kahkahalarını? Bugün ne çok kalabalıklar! Yine doluştular odanın içine!

Kadın adama iyice sokulur. Düşten çıkmışlardır.


KADIN: Düşünme şimdi adamı, doğal olmaya çalış, hadi gel, üzerindekileri çıkar da sevişelim... Sabrı tükenecek, kızacak şimdi, görmüyor musun; zaten zorla oturuyor koltukta.



Adam kırık, kırgın üzerindekileri isteksizce çıkarır.




Bir düşün içinden sıyrılmak ister gibi gözlerini kapatır. Parmak uçlarıyla kadına gözleri kapalı dokunmaya çalışır. Parmaklarını kadının gövdesinde gezdirir, gerçek ile düşün ayırdında kalabilmek ister. Saçlarına dokunur. Parmak uçlarıyla gözlerini yoklar. Kadının gözleri de sımsıkı kapalıdır.


Her ikisinin sessizliği birbirine karışarak, kadın ve adam, bilinmedik bir dinin kutsanmışlığında dansedercesine sevişirler...

O sırada bir alkış sesi patlar odada.


Yaşlı adam iri yarı gövdesiyle ayağa kalkmış, yatağa doğru yürür. Yelek cebindeki saatine bakar.


YAŞLI ADAM: Kutlarım sizi! Herşey fazlasıyla doğaldı.

Ayağını yatağın ucuna dayayarak sürdürür.


YAŞLI ADAM: Başlangıçta hiç olmayacak gibiydi... Ama sonunda başardınız. Tebrikler, kutlarım ikinizi de!



Adam hemen yerinden fırlar. Acele giyinmeye başlar... Kadın başını yana çevirip gökkuşağı desenli yorganı burnuna dek çeker, uyumaya çalışır.




Yaşlı adam odadan çıkmıştır. Adam da peşi sıra yatak odasından çıkıp koridoru geçer ve salona ulaşır.




Salonda üzerlerinde kavuniçi işçi tulumları olan genç insanlar vardır. Üç genç, yatak odasından koridoru geçerek salona uzanan pembe renkte kalın tırtıllı bir plastik hortumu özenle katlayıp toplamaktadırlar...




Salondaki yuvarlak masanın üzerinde uçuk renkte bir alet seti durmaktadır. Makinenin başında yeşil gözlü, şuh bakışlı bir kadın gülerek selamlar adamı.




Yaşlı adam yine o sabırsız haliyle bağırır.




YAŞLI ADAM: Hadi artık toparlanın, fazlasıyla oyalandık. sallanmayın!



Adam salondaki yuvarlak masanın yanındaki sandalyeye sığınmışcasına çöker ve yalvarır bir sesle sekreter bayana sorar.


ADAM: Neler oluyor burda, bu kadar insanın evimde ne işi var, ne zamam oldu bütün bunlar, lütfen anlatır mısınız?!



Yeşil gözlü sekreter yeniden gülümser.




O sıra masaya yaklaşmış bulunan yaşlı adam, sekreterin omzuna yaslanır, kulak ardında bir parfüm kokusunu yeniden keşfetmiş gibi yaparak konuşur:


YAŞLI ADAM: Bazısına böyle binlerce kez anlatmak gerekiyor... Hem kendileri baştan kabul ederler, sonra da nasıl oluyor bir türlü akıl erdiremezler... Sen bir kez daha anlat güzelim, belki bu kez anlamaya başlayacaklardır.



Sekreter kız, bacak bacak üstüne atar. Yırtmacı iyice açılmıştır. Çorabının yanlarındaki puanlı desenler daha belirir.


SEKRETER KIZ: Bakın herşey çok basit. Firmamız gizli tuttuğu formülünde, sizin, yani insan soyunun, birlikte olurken, ilişki sırasında tabii ki, evet evet sevişirken çıkardığı ter, koku ve benzeri sekresyonları kullanıyor... Tekniğimiz o yönde geliştirilmiştir. Niçin bu formül? Bakın bunu da açıklamalıyım...



Adam şaşırmıştır.


ADAM: Lütfen açıklayın, niçin sevişirken, üstelik bizi gözetlerken!!



Sekreter kız, küçük bir şişeyi göstermektedir. (Burda görüntü bulanıklaşıp, parfüm reklamının o gizemli dünyası verilebilir.)




SEKRETER KIZ: Seven iki insanın çıkardığı sekresyon, yani salgılar, mutlak diğer koku ve terden farklı oluyor... Birbirini sevmeden sevişen çiftlerde aynı sonucu maalesef alamıyoruz! Diğer formüllerden üstünlüğümüz burda işte! Size defalarca doğal olun denilmesinin nedeni bu. Severek, içten, duygulu! Ancak o zaman bizim aradığımız sekresyonları çıkarıyorsunuz ve cihazlarımız onları topluyor. Sonuç tabii ki başarılı oluyor.



Adam yattığı yatakta başını hafif kaldırıp makyaj masasının üzerine göz atar. Eliyle uzanıp gözlüklerini takar. Şimdi daha dikkatle göz gezdirir makyaj masasının üzerine... İşte o an kadının parfümünü aynadaki aksiyle birlikte farkeder.




Burda ses efekti, baştaki özel efekt; bir kontrbas ya da bir orkestranın konser öncesi akor sesi gibi bir ses yeniden duyulabilir...




Sekreter kızın elinde tuttuğu küçük şişenin aynısıdır.




Adam şişeye ulaşabilmek için uzanır, o anda kadını hafif sarsmış ve kadının üzerine yüklenmiştir. Kadın irkilerek uyanır.




Kadın uyandırıldığı için söylenir.


KADIN: Hiç bırakmazsın, şurda yarım saatcik olsun uyuyalım.



Sevgiyle kadının alnından öper.
ADAM: Uyu uyu, gerçekten uyumalısın... Uyumalıyız.





Adam kadının parfüm kokusunu yeniden farketmiştir.


ADAM: (merakla sorar) Sahi neydi o kokunun adı?



Kadına bakar.

Kadın uyumaktadır.





Mayıs 1987, Ankara

Senaryo: 15/2/1999, İstanbul

ALİ NURETTİN GÜRSES
 
     Beğenin    
Şiir-Öykü Listesi
31 Numara - Saniye Hanım
ÖYKÜ © | Yayın Aralık 2010
Saniye hanım, bir haftadır kendinde değil. Konsültasyona gelen nörolog doktorlar, “Beyin sapı tutuldu.” diyorlar.

31 numara - Saniye hanım, güzel kadın.

Saniye hanım hiç evlenmemiş.

Saniye hanımın yeğeni üniversite son sınıfta okuyor. Hiç ayrılmıyor yanından.

Her gün başörtülü yakınları, yaşlı kadınlar geliyor. Bütün gün dua okuyup üflüyorlar. Onlar da biliyorlar. Yapılabilecek pek bir şey yok. Her gün daha kötüye gidiyor, gidecek.

Saniye hanımın ağabeyi önemli bir yerde görevliymiş... Bir kez göründü. Çok şık bir adamdı. Yanında iki gençle birlikte geldi. O iki genç kapıda beklediler. Görüşme çok sürmemişti. Saniye hanımın ağabeyi, sanki başörtülü duacı kadınlardan ürkmüş gibi, fazla kalmadı odada. Yeğenini bir köşeye çekip sessiz bir şeyler anlattı, koluna girdi yeğeninin. Bir ara ceketinin cebinden cüzdanını çıkarttı, kart vizitini bıraktı. “Sabırlı olmak gerek!” dedi. En sabırsız günüydü adamın; koşar adım indi merdivenleri, yanında gelen o iki genç zor yetiştiler adama.



Duacı kadınlardan biri kalbinden rahatsızmış. “Hani” diyor, “buralara kadar gelmişken, bir de kendisine bakan olsa, ilaç filan...”



Saniye hanım 41 yaşında.



Bir sabah “Saniye hanım taburcu oldu mu?” diye soran bir telefon geldi. Şehirlerarasıydı. Hala yaşıyor muydu? Asıl bunu soruyordu telefonun öteki ucundaki ses. Ne isim, ne mesaj bıraktı. Sadece teşekkür etti.



Havalar ısındı, Saniye hanım hissetmedi bunu. Gerçek başını alıp gittiğinde, dışarıda kar vardı, karı seyrederdi penceresinden Saniye hanım.



Akşam üzerleri duacı kadınlar görevi birbirlerine devrediyorlar...



Doktorlar belki günde dört kez uğruyorlar. Her odaya girişlerinde özellikle Saniye hanımla göz göze gelmemeye çalışıyorlar. Saniye hanımın yüzüne değil de, başucundaki gözlem kağıdına bakıyorlar. Ürkerek nabzını tutuyorlar Saniye hanımın.



Yeğeni, duacı kadınların şaşkınlıklarına hiç aldırmadan, bir akşam üzeri küçük boy siyah - beyaz bir televizyon getirip, yerleştirdi yatağının ucuna. Yeğeni en çok televizyonda haberler okunurken, sesini biraz daha açıp, sanki bambaşka bir dünyada yaşıyormuş gibi duran Saniye hanımın tepkisiz yüzünü seyrediyordu.



Ne çok zaman geçti... Ya da nedense çok uzun süre geçmiş gibi oldu!



Bir boru soktular Saniye hanımın burnundan. Bunu bir türlü kabullenemedi. Bir serum vardı kolunda. Günlerce aç bırakılmıştı. Daha da sürecekti belki bu açlık. Yeğeni bin bir türlü zorluğu yenerek bulmuştu o se*rumları. Günde bir şişeydi hakkı. Içinde herşey vardı; protein, aminoasit, herşey.



Beş gün ardı ardına damardan ilaç verildi. Içindeki, en küçük sığınaklara gizlenmiş azgın hücrelere karşı, onları yok etmek için. Ama fazla sürmedi bu.



Bir tür zehir olan bu ilaçlara Saniye hanım yenik düştü. Kan hücreleri ne yazık ki bu zehiri yüklenecek sayıda değildi, azalmışlardı.



Kesildi ilaçlar. Kapıya yasaklar konuldu. Artık kimseler gelip göremeye*cekti Saniye hanımı. Doktorlar, sadece kapıdan başlarını uzatıp soruyorlardı. Saniye hanım sanki bir hücre mahkumu gibiydi, yaklaşmıyorlardı yanına.



Bir hemşire öğrenci kız vardı, diğer büyükleri onu seçmişlerdi. O girip günde iki defa tansiyonunu ölçüp nabızını sayıyordu. Sevmişti onu. Saçlarını tarar, şekil verirdi. Bir keresinde de yatağınızda ıslak bezlerle yı*kamaya girişti. Bir çocuk bedeni gibi küçülmüş, ufalmıştı Saniye hanım.



Saniye hanım güzel, alımlı bir kadındı. Çilli yüzü, bir hüznü gizleyen gülümsemesi ve saçları... Ne güzeldi saçları Saniye hanımın. Hiç aklına gelir miydi onların da yavaş yavaş yaşamından uzaklaşacaklarına. Inadına aynalardan kaçar olmuştu.



Sonradan o da kabullenecekti. Yaşam sahte bir kimlik taşımaya baş-lamıştı bile! Saçlarınız da sahteydi, yapaydı, kendisine ait değildi ar*tık.



Ve bir ameliyat sonrası, narkozdan sıyrılıp yavaş yavaş uyanırken bilinç-dışı bir telaşla ilkin başındaki peruğuna uzandı elleri!



Işte o gün, yeni bir dönem başlıyordu yaşamında. Birkaç gün sonra aniden farkedecekti; bir boru çıkıyordu karnından, uzayıp yatağın ucunda bir siyah torbaya bağlanıyordu.



Burnundaki o lanet boru ise hala duruyordu.



Daha çok yakınları merak edip soruyorlardı, “Ne yiyecek, ne içecekti?”



Doktorlar şaşılası bir rahatlıkla “Herşey!” diyorlardı. “Herşey yiyebilir, herşey içebilirdi artık!”



Işte başlamıştı özgürlük! Ama ne özgürlük!



Ona zorla verilen bu yeni yapaylık, daha tanıdığı anda korkunç bir tutsaklığa dönüşecekti. Ne bir şey yiyebilir, ne de içebilir olmuştu. Ona verilen her özgürlük, başındaki peruk gibi, tüm yapaylığıyla, onu yaşam*dan yavaş yavaş koparmaya yetiyordu.



Mart ayının ortasında havalar birden soğudu. Kar yağdı. Birkaç gün yağan kar yüzünden o başı örtülü duacı kadınlar hastaneye gelemez oldular. Odanın kaloriferleri yanmıyordu, soğumuştu oda. Yeğeni bir battaniye bulup, üzerine örttü.



O sabah uyandığında şaşakaldı; karşı tepeler bembeyazdı, lekesiz pırıl pırıldı. Fakat korkunç bir ağırlık hissetti gövdesinde. Ayaklarını kıpır*datamıyordu. Hiç doğrulası gelmedi yatağından. Keyifsizdi. Kimseyle konuşmak gelmiyordu içinden. Yeğeni o sabah erkenden aşağıya inmiş, gazete almaya gitmişti. O sabah yatağı değiştirildi Saniye hanımın. Servis hemşireleri, kendi odalarına daha yakın olan, tek yataklı küçük odaya almışlardı.



Yeğeni elinde gazeteler, iki plastik su şişesi, bir demet çicekle geldi. Odanın boşaltılmış olduğunu farkettiğinde şaşkına döndü. Elindekileri fırlatıp, koridora haykırarak koştu. Hemşireler güçlükle sakinleştirdiler yeğeni.



Sonra yağmurlar başladı. Karlar eriyor, yollarda oluk oluk sular akıyordu. Bahar gelmişti işte. Geriye dönmek yoktu artık. Bahara ulaşılmıştı!



Bir telefon çaldı. Henüz geceyarısı olmamıştı. Koşar adım koridorları aşarak odasına ulaştı o gecenin nöbetçileri.



Diğer odadakiler ışıklarını söndürmüş, uykuya çoktan teslim olmuşlardı. Kat hemşiresi, yeni mezun kız, belki ilk kez böyle bir gece yaşıyordu, sesi titriyordu. Korkusunu gizlemeye çalışırken söyledikleri daha da anlaşılmaz oluyordu.



Aspiratör aleti açık kalmış, bir köy sinemasının jeneratörü gibi ilkel bir tempoda gürültüsünü sürdürüyor, hiç kimsenin aklına bu aleti susturmak gelmiyordu. Yeğeni yoktu odada. Hiç aklına gelir miydi, ne diye çıkıp gitmiş, o geceyi dışarıda geçirmişti.



Yapacak bir şey yoktu Saniye hanım. Kar yağmura yenik düşmüştü, yağmur da baharın sıcaklığına.



* * *



Yorgun bir öğle sonrası, tedavi odasında oturan doktorlar söyleşiyorlardı.



“Kongre ne zaman?” diye sordu biri.



“Yakında.” dedi öteki.



“Şu disgerminomu vak’asını, 31 numarayı eklemeyi unutmayın.” dedi en yaşlı olanları.



“Disgerminoma ait survi, bunu da ekledik mi literatüre yakın düşecek.” dedi gülümseyerek.



Siz bize öyle yakın düştünüz ki Saniye hanım.



Sizi hiç unutmadık.



Ali Nurettin GÜRSES
Nisan 1987 Ankara.





“Geceyarısı Sinderella” Sayfa 37. (1989, Eylül Yayınevi,Öykü)
 
     Beğenin    
Şiir-Öykü Listesi
Horoz Vakti Hikayecileri
ÖYKÜ © | Yayın Aralık 2010
("GECEYARISI SİNDERELLA" | Kitaptan bir öykü)

HOROZ VAKTİ HİKAYECİLERİ

Tam odama çekilip yatacaktım ki aykırı bir şey oldu.

Tuhaf!

Her gece yaptığım gibi aynanın karşısına geçmiş dişimi fırçalıyordum. Akşamki şarabın kekremsi tadı gitmemiş, dilimin köküne yapışmıştı sanki.

İşte tam o anda ayrımsadım:

Aynada müthiş bir görüntü değişimi oldu. Alnıma düşen saçların yerinde yeller esiyordu!

Bir an alnım parladı aynada. Saçsız, dazlak biri beliriverdi. Göz kapaklarımın altları şişti. Alnımda kırış kırış izler!

Gözlerimi kısarak baktım. Sarı tel çerçeve gözlüklerin yerini, camları şişe camı gibi kalın, koyu kahverengi sellüloid bir gözlük çerçevesi almıştı.

İçkiyi fazla kaçırmıştım, düş görüyordum, kendi kendime bir oyun kurmuştum... Bunda şaşacak ne vardı.

Derken iç odadan hırıltılı bir kadın sesi yükseldi:

«Daha sürecek mi o allanın belası tuvalet keyfin!»

Yüzüme soğuk sular çarptım. Duymamaya, görme*meye çabaladım. Kötü bir oyundu bu benimki. Kendi kendime bir ızdırap. Başka bir şey olamaz!

Lavabonun yanındaki havluya başımı kaldırmadan uzandım. Niyetim aynayla göz göze gelmemek. Havluyu yüzüme kapatıp, kurulanarak iç odaya ilerledim. Bu düş artık bitsin istiyorum. Havluyla kurulandıkça ferahlıyorum. Bir çeşit mide spazmı gibi, beyin spazmı bu, gelip geçici. Gerçeği bîr ucundan şöyle bir yoklayan, sıradan bir beyin spazmı. Belki lavaboda uzun süre soğuk suyla oyalandım, başımı fazla eğik tuttum, beynime az kan gitti. Dedim ya; bir tür beyin spazmı, gelip geçecek tür*den bir karabasan!

Havluyu yüzümden çekip, odanın orta yerinde du*ran yatağıma bakınca beynimden vurulmuşa döndüm!

Yatağın üzerinde sereserpe bir kadın yatıyordu. Alabildiğine rahat, üstelik beni bile yok sayacak denli kendine dönük; bir elinde cımbız, iki kaşının arasındaki kılları yoluyordu aynada.

Benim okurum çok iyi bilecektir ki, bu Öykü daha önceleri yazıldı, biliniyor, yaşandı.

Böyle başlayan bir öykünün sonraki sayfalarında zor*lama düşselliği bırakmak ve asıl Öyküye girmek en iyisidir.

ASIL ÖYKÜ

Bir gece vakti, beş ve yedi yıl aralarla ölmüş İki ayrı yazarın, aynı öyküyü, farklı tarihlerde yayınlamış olduklarını ayrımsadım.

Belki bu gerçek değildi. Ama böyle bir gizin ayırdına varmış olmak, bende tanımı güç bir denge oluşturuyordu. Dengenin o doyumsuz hafifliğini yitirmek istemeyecektim.

Bende bir kibrit alevinin yanması gibi hemen, bir çırpıda parıldayan bu «iz sürme tutkusu» kolay terk edilecek türden olamazdı.

Varsayım da olsa, bunun öyküsünü kurmalıydım.

Yazar M. Renda, 19... yılında Yazın Dili dergisinde, beni yıllarca üzerinde düşündürecek, belki öyküyle hiç ilgisi olmayan düşler kurduracak ve giderek bana ilintisiz öyküler yazma heyecanı verecek bir öykü yayınlamıştı. Öykünün adını bunca yıl sonra anımsamam güç. Ama aradan geçen yılların da etkisi ile, o öyküyü yüzlerce kez yeniden ürettim. Öykü öylesine başkalaştı ki, o öyküyü anımsayan, bilen birini bulabilmek olanaksızlaştı.

Farklı dönemlerde ilgi duyduğum bir başka yazar; O. Ay, ne yazık ki öldükten sonra üzerinde durulan ki*taplarıyla ilgi çekebilmiştir. Yine o öldükten sonra sah*nelenen bir oyununda, baş oyuncunun seyirciye dönüp «Niye böyle yapıyorsun sevgili milletim!» repliği usumdan silinmez. Ne zaman, bir içki sohbeti «Halk niye böyle ya-par?»a gelse, ben bu repliği anımsatırım. Nedir ki kimse üzerinde durmaz bunun. Söz yalnız beni gülümsetir hüzünle, bunu bilirim.

M. Renda, sevgili O. Ay'ın ölümünden iki yıl sonra aramızdan ayrıldı. O, benim ne çalışma arkadaşımdı, ne de içki dostum. Hani aramızdan derken, edebiyat çevresinde ismini «ayrılanlar» bölümüne yazdırdı demek istiyorum.

Renda'nın düşsel kurgusu da, Ay'ın unutulmaz repliği de beni bırakmadı. Ama onların bende bıraktıkları anılar başkalarınca da paylaşılmadı.

Elime, geçende O. Ay'ın yeniden basılan bir kitabı geçti. Bende eski baskısı olmasına karşın aldım. Yeni baskının kapağı bile yeniden almama yetti. Üstelik kitabın arka kapağında bir not: «Bu kitapta, şimdiye dek hiç yayınlanmamış bir öyküsü de yer almaktadır; 'Horoz Vakti Hikayecileri'.»

İlkin en sondaki, hiç yayınlanmamı? olduğu belirtilen öyküyü okudum.

Ne oldu beğenirsiniz? Bu öykü, o benim yakamı bırakmayan düşsel kurgunun ta kendisi değil mi!

Nasıl şaşırmam. Ben bu öyküyü 19... da, üstelik o zamanlar O. Av'ı tanımazken, M. Renda imzası ile oku*madım mı! Okumakla da kalmayıp orda burada, içki masalarında anlatıp durmadım mı!

Belleğim besbelli oyun ediyor, hep yapar bunu.

Gecenin geç vakti, kilerdeki kitap kolilerini açmak, o yılların dergilerini bir bir elden geçirip Renda'mn «Horoz Vakti Hikayecilerini bir başka isimle yayınlanan o benzer öyküyü bulup çıkarmak isteği, içimi kemirmeye başladı.

Hangisi önce yazdı? O. Ay yazdı ise, o ilk çıkan kitabında, M. Renda'mn yaşadığı yıllarda yayımlanan kitapta bu öykü niye yer almadı?

Bu öykü M. Renda'nın değil, ve belleğim beni yanıltmıyorsa; o dönemde O. Ay'ın edebiyat çevrelerinde bulunmamasını nasıl açıklamak gerekir? Yoksa O. Ay henüz tanınmadığı bir dönemde, yazdığı bu öyküyü M. Renda'nın imzasıyla mı yayımladı? Peki Renda niçin karşı çıkıp bu öykü benim değil demedi? Aralarında böylesi bir anlaşma mı vardı? Hiçbiri doğru değildi de, ben, iki ayrı öykünün ortak düşselliklerinden kendim için yeni düşler mi üretmiştim bugüne dek.

Bakın şu işe ki, sonuçta iki öykücünün, iki ayrı öy*küsünde yer alan ayrıntı gelip gece vakti beni yakalayıveriyordu.

Şu an lavabonun başındayım, dişlerimi fırçalıyorum.

Ödüm kopuyor başımı kaldırıp aynaya bakmaya.

Bugünlerde, benzeri şeyler çok sık yaşanıyor olsa gevrek.

Bir öykü okudum: Yazar (birinci tekil) evine geliyor. Kapıda hizmetçi karşılıyor. «Nerde kaldınız hanımım?» diyor, «İçerde Şinasi bey sinir küpü oldu, çok gecikti-Yazarımız donup kalıyor: Şinasi bey de kim? Başını uzatıp bakıyor; adamın biri koltukta ayaklarını uzatmış, gazetesini okuyor. «Nerde kaldın karıcım, hani bu akşam Sinekli Bakkal filmine gidecektik.» diyor. Yıl 19—. Televizyon yok henüz. Vb. Vb.

Bir film izledim: Kadın banyoda saçlarını şampuanlıyor şampuanlıyor, derken gözüne kaçıyor, acı acı yanıyor gözleri. Gözlerini açıp bakıyor ki bir başka evde bir başka yaşamın orta yerinde, zibidi bir koca haykırıyor; «Yemek!» diyor, bir çocuk zırlıyor; «Kakam geldi!» Bir kaknem kocakarı dırlanıyor; «Hadi artık kıpırda biraz gelin olacak tembel!»

Öykünün tarihi malum. Filmin ortaya çıktığı zaman belli. Ne var bunda, rastlantı, ya da bir tür bilgisayar oyunu; kodlamalar aynı olunca çıkan denklem niye aynı olmasın!

Fakat benim usumu yoran şey başka.

M. Renda mı yazdı «Horoz Vakti Hikayecileri»ni, yoksa O. Ay mı yazıp uzun yıllar sakladı, ölünce karısı, yeniden basılan kitaba ekleyiverdi?

Şinasi bey, o şampuanlanan kadının gerçekten koca*sı mıydı, yoksa bizim öykücümüz kaynanasının dediği denli «gelin olacak tembel» kadının teki miydi? Ben su şırıltısını dinlerken duyar gibi olduğum o hırıltılı kadın sesini, yıllardır tek başıma yaşadığım evin içinden atamamıştım da; alnımın açılıp önleri kelleşen başımı hep görmezden mi geliyordum?

Bunların hangisi gerçekti?

Edebiyat tarihçileri belirlemeliydiler;

GERÇEK HOROZ VAKTÎ HİKAYECİLERİ KİMLERDİ?

Bu soru yanıtlandığında, inanıyorum ki, hak yemez bir tarihçi, uzunca tutacağı horoz vakti'cilerin listesinin sonlarına, ürkmeden, hiç de kararsızlık çekmeden, benim de adımı ekleyecektir.

Şubat, 1987, Ankara.
 
     1 Beğeni    
Şiir-Öykü Listesi

Yazan Uzman
Ali Nurettin GÜRSES Fotoğraf
Op.Dr.Ali Nurettin GÜRSES
Muğla
Doktor "Kadın Hastalıkları ve Doğum - Jinekoloji"
TavsiyeEdiyorum.com Üyesi3 kez tavsiye edildiİş Adresi Kayıtlı

Bu sayfada yayınlanan öykü ve şiirlerin tüm hakları yazarına (Op.Dr.Ali Nurettin GÜRSES) aittir ve Op.Dr.Ali Nurettin GÜRSES tarafından TavsiyeEdiyorum.com Öykü ve Şiirler kütüphanesinde yayınlanmak üzere gönderilmiştir. Burada yer alan eserler yazarından önceden izin alınmaksınız başka platformlarda yayınlamaz, sadece kaynak gösterilerek ve yazar ismi zikredilerek KISA ALINTILAR yapılabilir. Aksine davranış Fikir ve Sanat Eserleri yasasına aykırılık teşkil edecektir.

08:12
Top