Uzman Üyelerimizin Öykü ve Şiirleri
|
—Bugün maskemi çıkaracağım.
—İki yıl oldu, neden şimdi? Açıkçası artık merak da etmiyorum.
Nu, bencil Nu! Aptal Nu! Ama en yakın arkadaşım Nu…
Nu’yla iki yıl önce tanıştık; her şeyden bıkmış, usanmış, yaşama sevincimin yok denecek kadar az olduğu bir dönemde… İnsanlardan kaçıyordum. En ağır yük ‘O’nlardı. Sizce de öyle değil mi? En ağır yük onlar değil mi? Bıraksan sırtına binip dehhh diyecek; bir de üstüne anasını, bacısını, dıdısının dıdısını da bindirecek. Kendi kötülüklerini seni yargılayarak, yakarak, yıkarak temizleyecekler. Senden her şey isteyecekler ama hiçbir zaman tatmin olmayacaklar. Hep daha fazlasını isteyecekler. Mükemmeli sereceksin önlerine, bu tarafı yamuk oldu diyecekler. Hep bir beklenti, hep sonsuz beklenti. Kendi dünyalarının kurallarını kafana vura vura anlatacaklar; uymazsan kötüsün, uyumsuzsun, iğrençsin, öldürün onuu! Ne istediğinizin, ne olduğunuzun ve ne hissettiğinizin önemi yok. Sen kimsin ki? Topluma uyacaksın, onu sorgulamayacaksın, ona canını feda edeceksin… Yaşasın –mış- gibi yaşayıp sinsice ölenlere!
Durun daha bitmedi. Fikrin yamuk diyecekler, hemen estetik merkezine koşacaksın;
e zikrin de yamuk diyecekler! Onlara benzemekten korkacaksın ki çoğumuz onlara benzeyip insan avına çıkacak. Benim gibilerse kafası karışıkların bir üyesi olacak.
Ya da ben mi çok takıntılıyım, her şeyi felaketleştiriyor muyum? En ufak olumsuz bir şeyi kafama günlerce, haftalarca takabiliyorum. Bazen düşünmekten başım ağrıyor, içim sıkışıyor, ben ben olmaktan çıkıyorum: Ölü bir canlı! Acaba beynimizde bir filtre mi var? Her düşüncenin olayın bizi etkilememesi için… Benimki bozuk galiba. Baksanıza; önüne geleni alıyor. Çarkına tükürdüğümün filtresi!
Bir kavak ağacının dibinde oturmuş, karışmış kafamla karmakarışık bulutları izliyordum. Sinsi Nu! Ne zaman geleceği belli olmaz. Birden yanımda beliriverdi yüzünde bir maskeyle.Beni izliyordu. Yoksa ben mi öyle sanıyordum. Yok, baksana şu delici gözlere; beni izlememesi mümkün mü, devirecek birazdan beni:
— Kimsin?
— Asıl sen kimsin?
— Ben mi? Kimsem kimim. Bu soruyu sormak benim hakkım. Beni dikizleyen sensin. Üstelik rahatsız oldum bakışlarından, deli misin nesin?
—Nu ben… Her gün bu saatlerde bu kavak ağacının altına gelip dinlenirim.
—Emin misin her gün bu saatlerde buraya ben de geliyorum. Seni hiç görmedim. Neyse! Sessizce oturacak mıyız yoksa beni rahatsız mı edeceksin?
—Tercih senin.
Hıh! Tercih benimmiş. Ben kaçıyorum, ısrarla geliyorsunuz. Belki kafası karışıklardandır bu da. Sessizce oturdu yanıma. Put gibi duruyor, yüzünde de tuhaf bir maske var:
—Hasta mısın sen?
—Öyle mi görünüyorum?
—Maske takmışsın, ondan sordum. Ayrıca ne garip bir maske bu!
Sustu, cevap vermedi. Kim bilir ne derdi var. Şimdi üzüldüm bak, fazla kurcalamamalıyım.
İşte bizim Nu ile hikayemiz böyle başladı. Ne zaman dünyadan soyutlanmak istesem kavak ağacımıza koşup Nu ile buluşuyordum. Beni dinliyor, anlıyor, yargılamıyordu. Galiba insanoğlunun en büyük ihtiyacı bu, yoksa boşuna der miydi George Orwell: “ Belki de insan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu.” diye. Tutsak bir sevgi neye yarar? “Benim inandığıma inanacaksın, benim sevdiğimi seveceksin, benim yaptığımı yapacaksın, benim için doğru olan senin için de doğrudur, ben… ben… ben… “ Herkes bir tanrılaşma peşinde. İnsan insanın tanrısı mıdır?
En yakın arkadaşım olmuştu Nu ama ben onu hiç tanımıyordum. Maskesini çıkarmıyor, nereli olduğunu söylemiyor, ağlamıyor,gülmüyor… Ne zaman bir şey öğrenmek istesem sessizleşir, ben konuşana kadar konuşmazdı. Ben alıcı, o vericiydi. Nu; kötü gün dostu. İyi günümde ona bir türlü ulaşamıyorum. Kavak ağacının yanında saatlerce bekliyorum ama bir türlü gelmiyor. Tesadüf mü yoksa bilinçli bir davranış mı? Halbuki benim ona anlatacağım güzel şeyler de var.
Bugün cumartesi, mevsim sonbahar… Kavak ağacımız yapraklarını dökmeye başlamış. Keşke bende de bir sonbahar olsa, yığılmış düşüncelerimi tek tek döksem, sonra yeniden tohum atsam ve yeniden doğsam. Nu geliyor:
—Nu sence ben aykırı mıyım ya da ayrık otu muyum? Ayrık otuysam ne işim var benim bu bahçede. Ne de olsa bahçede ilk koparılması gereken bu yabani otlar.
— Elma kendi dalında güzeldir.
—Ya hiçbir dala ait hissedemiyorsam. Aidiyet eksikliği yaşıyorum. Belki ait hissetseydim kendimi bir yere, daha özgür hissedebilirdim. Ama tek özgür olduğum yer burası. Gerçekten dünya hassas insanlar için cehennem mi Nu?
—Yoksa o cehennemi biz mi yaratıyoruz? Sorun insanlar mı gerçekten?
—Düşüncelerimi özgürce söyleyemiyorum, yaşayamıyorum. Yaşamak istediğimde hep bir eleştiri, hep bir dışlama... Ben onların hiçbir alanına müdahale etmezken onlar her fırsatta benim alanlarıma müdahale etmeye çalışıyorlar.
—Çünkü sen bir aptalsın! Korkaksın! Şikayetlerinin sonu yok; insanlar böyle, insanlar şöyle… Bak haklısın; çoğu insan yargılamayı, müdahaleyi, başkasının hayatına burnunu sokmayı sever ve bunu değiştiremezsin. Bir şeyi değiştiremediğinde ya okları kendine doğrultacaksın ya da umutsuzluk ve mutsuzluğun pençesinden kurtulamayacaksın.
—Peki Nu, oklar şimdi bende. Ben neden bu kadar takıntılıyım? İnsanların yaptıkları beni niye bu kadar üzüyor, sarsıyor?
—İnsanları tanrılaştırıyorsun. Sen kul, onlar ise tanrı. Onlar tarafından sürekli anlaşılmak, onaylanmak, beğenilmek istiyorsun. Ama aynı zamanda kendin olmak, özgür olmak istiyorsun. Kendin olduğun birçok yerde yargılanırsın, unutma bunu! İnsanları tanrılaştırmayı bırak. Hiçbirimiz en özel ve en doğru değiliz. Hepimiz ortalamayız. Herkes kendi aleminde özel ve doğrudur. Senin alemine saygı duymayan insanlar olabileceği gibi saygı duyabilecek insanlar da olacak, yok mu?
—Var… Çok az…Ama var.
—Çokluk mutluluk getirmeyeceği gibi azlık da mutsuzluk getirecek diye bir durum yok. Nitelik; önemli olan bu. Vakit geçirdiğin insanlarla kaliteli zaman geçirmek; asıl mesele bu. Bir kaliteli insan bin kalitesiz insana bedeldir. Aslında bazen niteliksiz, bizi aşağıya çekmeye çalışan insanlara kendimizi kabullendirmeye çalışırken bizi yukarıya taşıyabilecek insanları göremiyoruz ya da ihmal ediyoruz onları. Ağaçta ulaşabileceğimiz olgun meyveler varken biz en tepedeki ne olduğu belirsiz meyveyi istiyoruz. Senin ısrarla o meyveyi almak istemen meyvenin suçu değil, senin suçun! ‘Az’ güzeldir ama çoğun yanında yok olur. Çoğa gitmeye çalışırken azdan da olursun. Azın seni tatmin etmesine izin ver.
Nu, en yakın arkadaşım! Rehberim! Öğretmenim! Beni ne kadar da iyi tanıyor. İçimi okuyor sanki. Her gün yenilenmiş, öğrenmiş bir şekilde eve dönüyorum. Bugün de öyle olacak. Eve gideceğim ve Nu‘nun bana öğrettiklerini düşüneceğim.
Yolda beni seven insanları düşünüyorum. Nu ‘nun dediği gibi; “çok” a ulaşmaya çalışırken onları epey ihmal ettim. Yavaş yavaş okları kendime döndürmenin verdiği acı ve hazzın birlikte dans etmesine izin veriyorum.
Seneler geçiyor ve ben galiba zihnimi terbiye ediyorum. Zor oluyor ama oluyor. Ben iyi oldukça Nu’yu daha az görüyorum. Hatırlarsanız O kötü gün dostuydu. Ama bu durum artık beni rahatsız etmemeye başladı. Hatta bazen O’nu gördüğümde huzursuz oluyorum. Neden böyle oluyor? Kendimi Nu’ya ihanet ediyormuşum gibi hissediyorum. Beni bana döndüren oydu, canavarlaşan düşüncelerime hükmetmeyi bana öğreten de oydu. Şimdi neden uzaklaşıyorum ondan? Bu durumu bugün Nu’yla konuşmaya karar veriyorum. İşte geliyor:
—Bugün maskemi çıkaracağım.
—İki yıl oldu neden şimdi? Açıkçası artık merak da etmiyorum Nu.
—Merak edip etmemen mesele değil, vakit geldi. Maskeyi çıkardığımda beni artık göremeyeceğini bil.
Nu’yu bir daha görememek… Bir şey hissedemiyorum. Duygularım söküp alınmış gibi… Maskesini çıkardı ve kayboldu.
Boğazım düğümleniyor, bağırmak istiyorum. Maskenin ardında ben varım, peki ben kimim? Sevgili Nu, seni nasıl tanıyamadım! Sevgili kendim, seni nasıl tanıyamadım! İnsan kendine yabancılaşacak kadar kör olabilir mi? Bunca yıldır en yakın arkadaşım ben miydim? Kendimle mi dertleştim? Beni ben mi iyileştirdim? Belki de iyileşmek istedim sadece? Benliğimi almışım karşıma ona tüm unuttuklarını haykırarak anlatmışım.Maskenin arkasındaki ben ile tek bedende kavuşmak. Merhaba yeni ben!
—İki yıl oldu, neden şimdi? Açıkçası artık merak da etmiyorum.
Nu, bencil Nu! Aptal Nu! Ama en yakın arkadaşım Nu…
Nu’yla iki yıl önce tanıştık; her şeyden bıkmış, usanmış, yaşama sevincimin yok denecek kadar az olduğu bir dönemde… İnsanlardan kaçıyordum. En ağır yük ‘O’nlardı. Sizce de öyle değil mi? En ağır yük onlar değil mi? Bıraksan sırtına binip dehhh diyecek; bir de üstüne anasını, bacısını, dıdısının dıdısını da bindirecek. Kendi kötülüklerini seni yargılayarak, yakarak, yıkarak temizleyecekler. Senden her şey isteyecekler ama hiçbir zaman tatmin olmayacaklar. Hep daha fazlasını isteyecekler. Mükemmeli sereceksin önlerine, bu tarafı yamuk oldu diyecekler. Hep bir beklenti, hep sonsuz beklenti. Kendi dünyalarının kurallarını kafana vura vura anlatacaklar; uymazsan kötüsün, uyumsuzsun, iğrençsin, öldürün onuu! Ne istediğinizin, ne olduğunuzun ve ne hissettiğinizin önemi yok. Sen kimsin ki? Topluma uyacaksın, onu sorgulamayacaksın, ona canını feda edeceksin… Yaşasın –mış- gibi yaşayıp sinsice ölenlere!
Durun daha bitmedi. Fikrin yamuk diyecekler, hemen estetik merkezine koşacaksın;
e zikrin de yamuk diyecekler! Onlara benzemekten korkacaksın ki çoğumuz onlara benzeyip insan avına çıkacak. Benim gibilerse kafası karışıkların bir üyesi olacak.
Ya da ben mi çok takıntılıyım, her şeyi felaketleştiriyor muyum? En ufak olumsuz bir şeyi kafama günlerce, haftalarca takabiliyorum. Bazen düşünmekten başım ağrıyor, içim sıkışıyor, ben ben olmaktan çıkıyorum: Ölü bir canlı! Acaba beynimizde bir filtre mi var? Her düşüncenin olayın bizi etkilememesi için… Benimki bozuk galiba. Baksanıza; önüne geleni alıyor. Çarkına tükürdüğümün filtresi!
Bir kavak ağacının dibinde oturmuş, karışmış kafamla karmakarışık bulutları izliyordum. Sinsi Nu! Ne zaman geleceği belli olmaz. Birden yanımda beliriverdi yüzünde bir maskeyle.Beni izliyordu. Yoksa ben mi öyle sanıyordum. Yok, baksana şu delici gözlere; beni izlememesi mümkün mü, devirecek birazdan beni:
— Kimsin?
— Asıl sen kimsin?
— Ben mi? Kimsem kimim. Bu soruyu sormak benim hakkım. Beni dikizleyen sensin. Üstelik rahatsız oldum bakışlarından, deli misin nesin?
—Nu ben… Her gün bu saatlerde bu kavak ağacının altına gelip dinlenirim.
—Emin misin her gün bu saatlerde buraya ben de geliyorum. Seni hiç görmedim. Neyse! Sessizce oturacak mıyız yoksa beni rahatsız mı edeceksin?
—Tercih senin.
Hıh! Tercih benimmiş. Ben kaçıyorum, ısrarla geliyorsunuz. Belki kafası karışıklardandır bu da. Sessizce oturdu yanıma. Put gibi duruyor, yüzünde de tuhaf bir maske var:
—Hasta mısın sen?
—Öyle mi görünüyorum?
—Maske takmışsın, ondan sordum. Ayrıca ne garip bir maske bu!
Sustu, cevap vermedi. Kim bilir ne derdi var. Şimdi üzüldüm bak, fazla kurcalamamalıyım.
İşte bizim Nu ile hikayemiz böyle başladı. Ne zaman dünyadan soyutlanmak istesem kavak ağacımıza koşup Nu ile buluşuyordum. Beni dinliyor, anlıyor, yargılamıyordu. Galiba insanoğlunun en büyük ihtiyacı bu, yoksa boşuna der miydi George Orwell: “ Belki de insan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu.” diye. Tutsak bir sevgi neye yarar? “Benim inandığıma inanacaksın, benim sevdiğimi seveceksin, benim yaptığımı yapacaksın, benim için doğru olan senin için de doğrudur, ben… ben… ben… “ Herkes bir tanrılaşma peşinde. İnsan insanın tanrısı mıdır?
En yakın arkadaşım olmuştu Nu ama ben onu hiç tanımıyordum. Maskesini çıkarmıyor, nereli olduğunu söylemiyor, ağlamıyor,gülmüyor… Ne zaman bir şey öğrenmek istesem sessizleşir, ben konuşana kadar konuşmazdı. Ben alıcı, o vericiydi. Nu; kötü gün dostu. İyi günümde ona bir türlü ulaşamıyorum. Kavak ağacının yanında saatlerce bekliyorum ama bir türlü gelmiyor. Tesadüf mü yoksa bilinçli bir davranış mı? Halbuki benim ona anlatacağım güzel şeyler de var.
Bugün cumartesi, mevsim sonbahar… Kavak ağacımız yapraklarını dökmeye başlamış. Keşke bende de bir sonbahar olsa, yığılmış düşüncelerimi tek tek döksem, sonra yeniden tohum atsam ve yeniden doğsam. Nu geliyor:
—Nu sence ben aykırı mıyım ya da ayrık otu muyum? Ayrık otuysam ne işim var benim bu bahçede. Ne de olsa bahçede ilk koparılması gereken bu yabani otlar.
— Elma kendi dalında güzeldir.
—Ya hiçbir dala ait hissedemiyorsam. Aidiyet eksikliği yaşıyorum. Belki ait hissetseydim kendimi bir yere, daha özgür hissedebilirdim. Ama tek özgür olduğum yer burası. Gerçekten dünya hassas insanlar için cehennem mi Nu?
—Yoksa o cehennemi biz mi yaratıyoruz? Sorun insanlar mı gerçekten?
—Düşüncelerimi özgürce söyleyemiyorum, yaşayamıyorum. Yaşamak istediğimde hep bir eleştiri, hep bir dışlama... Ben onların hiçbir alanına müdahale etmezken onlar her fırsatta benim alanlarıma müdahale etmeye çalışıyorlar.
—Çünkü sen bir aptalsın! Korkaksın! Şikayetlerinin sonu yok; insanlar böyle, insanlar şöyle… Bak haklısın; çoğu insan yargılamayı, müdahaleyi, başkasının hayatına burnunu sokmayı sever ve bunu değiştiremezsin. Bir şeyi değiştiremediğinde ya okları kendine doğrultacaksın ya da umutsuzluk ve mutsuzluğun pençesinden kurtulamayacaksın.
—Peki Nu, oklar şimdi bende. Ben neden bu kadar takıntılıyım? İnsanların yaptıkları beni niye bu kadar üzüyor, sarsıyor?
—İnsanları tanrılaştırıyorsun. Sen kul, onlar ise tanrı. Onlar tarafından sürekli anlaşılmak, onaylanmak, beğenilmek istiyorsun. Ama aynı zamanda kendin olmak, özgür olmak istiyorsun. Kendin olduğun birçok yerde yargılanırsın, unutma bunu! İnsanları tanrılaştırmayı bırak. Hiçbirimiz en özel ve en doğru değiliz. Hepimiz ortalamayız. Herkes kendi aleminde özel ve doğrudur. Senin alemine saygı duymayan insanlar olabileceği gibi saygı duyabilecek insanlar da olacak, yok mu?
—Var… Çok az…Ama var.
—Çokluk mutluluk getirmeyeceği gibi azlık da mutsuzluk getirecek diye bir durum yok. Nitelik; önemli olan bu. Vakit geçirdiğin insanlarla kaliteli zaman geçirmek; asıl mesele bu. Bir kaliteli insan bin kalitesiz insana bedeldir. Aslında bazen niteliksiz, bizi aşağıya çekmeye çalışan insanlara kendimizi kabullendirmeye çalışırken bizi yukarıya taşıyabilecek insanları göremiyoruz ya da ihmal ediyoruz onları. Ağaçta ulaşabileceğimiz olgun meyveler varken biz en tepedeki ne olduğu belirsiz meyveyi istiyoruz. Senin ısrarla o meyveyi almak istemen meyvenin suçu değil, senin suçun! ‘Az’ güzeldir ama çoğun yanında yok olur. Çoğa gitmeye çalışırken azdan da olursun. Azın seni tatmin etmesine izin ver.
Nu, en yakın arkadaşım! Rehberim! Öğretmenim! Beni ne kadar da iyi tanıyor. İçimi okuyor sanki. Her gün yenilenmiş, öğrenmiş bir şekilde eve dönüyorum. Bugün de öyle olacak. Eve gideceğim ve Nu‘nun bana öğrettiklerini düşüneceğim.
Yolda beni seven insanları düşünüyorum. Nu ‘nun dediği gibi; “çok” a ulaşmaya çalışırken onları epey ihmal ettim. Yavaş yavaş okları kendime döndürmenin verdiği acı ve hazzın birlikte dans etmesine izin veriyorum.
Seneler geçiyor ve ben galiba zihnimi terbiye ediyorum. Zor oluyor ama oluyor. Ben iyi oldukça Nu’yu daha az görüyorum. Hatırlarsanız O kötü gün dostuydu. Ama bu durum artık beni rahatsız etmemeye başladı. Hatta bazen O’nu gördüğümde huzursuz oluyorum. Neden böyle oluyor? Kendimi Nu’ya ihanet ediyormuşum gibi hissediyorum. Beni bana döndüren oydu, canavarlaşan düşüncelerime hükmetmeyi bana öğreten de oydu. Şimdi neden uzaklaşıyorum ondan? Bu durumu bugün Nu’yla konuşmaya karar veriyorum. İşte geliyor:
—Bugün maskemi çıkaracağım.
—İki yıl oldu neden şimdi? Açıkçası artık merak da etmiyorum Nu.
—Merak edip etmemen mesele değil, vakit geldi. Maskeyi çıkardığımda beni artık göremeyeceğini bil.
Nu’yu bir daha görememek… Bir şey hissedemiyorum. Duygularım söküp alınmış gibi… Maskesini çıkardı ve kayboldu.
Boğazım düğümleniyor, bağırmak istiyorum. Maskenin ardında ben varım, peki ben kimim? Sevgili Nu, seni nasıl tanıyamadım! Sevgili kendim, seni nasıl tanıyamadım! İnsan kendine yabancılaşacak kadar kör olabilir mi? Bunca yıldır en yakın arkadaşım ben miydim? Kendimle mi dertleştim? Beni ben mi iyileştirdim? Belki de iyileşmek istedim sadece? Benliğimi almışım karşıma ona tüm unuttuklarını haykırarak anlatmışım.Maskenin arkasındaki ben ile tek bedende kavuşmak. Merhaba yeni ben!
15 Beğeni
Farklıyız,
Ten rengimiz, boyumuz, kilomuzla
Saçımızın şekli, ses tonumuz, vücut yapımızla,
Giyimimiz ve kuşamımızla,
Kimden hoşlandığımız ve kime ilgi duyduğumuzla,
Ailemiz ve hangi etnik gruptan geldiğimizle,
İlk duyduğumuz ve konuştuğumuz dille,
Giydiğimiz kıyafet, yemek kültürümüzle,
Misafir ağırlama, tören ve şenliklerimizle,
Zihinsel süreçlerimiz, duygularımızla,
Duyularımızın işlevselliği ve uzuv eksiklerimizle,
Hoşlandığımız ve zaman geçirmekten keyif aldığımız
İyi yaptığımız, başarılı olduğumuz şeylerle
Diğer kişilerden ayırt edici becerilerimizle
Hepimiz birbirimizden farklıyız.
Farklılığımız kadar aynıyız,
Çünkü en temelde hepimiz insanız
Canlıyız, ölümlüyüz, eksiğiz.
Farklı olduğumuz kadar
Aynıyız…
Ten rengimiz, boyumuz, kilomuzla
Saçımızın şekli, ses tonumuz, vücut yapımızla,
Giyimimiz ve kuşamımızla,
Kimden hoşlandığımız ve kime ilgi duyduğumuzla,
Ailemiz ve hangi etnik gruptan geldiğimizle,
İlk duyduğumuz ve konuştuğumuz dille,
Giydiğimiz kıyafet, yemek kültürümüzle,
Misafir ağırlama, tören ve şenliklerimizle,
Zihinsel süreçlerimiz, duygularımızla,
Duyularımızın işlevselliği ve uzuv eksiklerimizle,
Hoşlandığımız ve zaman geçirmekten keyif aldığımız
İyi yaptığımız, başarılı olduğumuz şeylerle
Diğer kişilerden ayırt edici becerilerimizle
Hepimiz birbirimizden farklıyız.
Farklılığımız kadar aynıyız,
Çünkü en temelde hepimiz insanız
Canlıyız, ölümlüyüz, eksiğiz.
Farklı olduğumuz kadar
Aynıyız…
1 Beğeni
Taciz Hakaret ve Şiddet
Yeni model genç şifa arıyor
Hayatın baharında ama yazık
Çocukluğundan beri hastaymış
Tanısı doktorlarca konamamış
Google da yeterli olamamış
Vah vah
Ağrıyor midesi, bulanınca kusuyor
Hayat denen en fırtınalı denize
Henüz yelken açmadan
Dünyaya gelmiş olmanın
Annesiyle birlikte anlamını arıyor
Yeni model genç ne kullanıyorsa artık
Hastalığının on beş yıldır sürdüğünü unutmuş
Dün uğradığı doktorun başına çökmüş
Yemesi en yasak ne varsa yedikten sonra
Senin yüzünden diyor doktora, sensin sebep
Kusuyor iyi niyetin tecrübe ve emeğin üstüne
Yeni model genç arsız ve pervasız
Emeğe saygısız küstah ve suratsız
Kıskaçlığı ile düşman, bir o kadar da küfürbaz
Belindeki silahın verdiği sahte güvenle
Bırak diyor mesleği lağım taşarken ağzından
Doktorun hem şahsına hem mesleğine
Kusarken kinini keyifle küfrediyor
Yeni model gençin serveti
Saygı sevgi ahlak ve bilgi yerine
Saygısızlık ve küstahlıkla kazandığı lanetler
Her türlü lanetle doldurmuş küfelerini
Dikkat edin aman kusmuğu gelmesin üstünüze
Geleceğin emanet edildiği gençliği
Acıyarak sorguluyor ve üzülüyorsun
Yazıklar olsun diyorsun, ama keşke
Doktoruna doğru tetiğini çekerse
Ömrünün zindanlarda geçeceğini
Sevdiklerinin verdikleri emeklerin
Beyhude olacağını idrak etse
Ah keşke olacakları bilse diyorsun...
Barbaros İRDELMEN
İstanbul, 14 11 2023, 02.25
Yeni model genç şifa arıyor
Hayatın baharında ama yazık
Çocukluğundan beri hastaymış
Tanısı doktorlarca konamamış
Google da yeterli olamamış
Vah vah
Ağrıyor midesi, bulanınca kusuyor
Hayat denen en fırtınalı denize
Henüz yelken açmadan
Dünyaya gelmiş olmanın
Annesiyle birlikte anlamını arıyor
Yeni model genç ne kullanıyorsa artık
Hastalığının on beş yıldır sürdüğünü unutmuş
Dün uğradığı doktorun başına çökmüş
Yemesi en yasak ne varsa yedikten sonra
Senin yüzünden diyor doktora, sensin sebep
Kusuyor iyi niyetin tecrübe ve emeğin üstüne
Yeni model genç arsız ve pervasız
Emeğe saygısız küstah ve suratsız
Kıskaçlığı ile düşman, bir o kadar da küfürbaz
Belindeki silahın verdiği sahte güvenle
Bırak diyor mesleği lağım taşarken ağzından
Doktorun hem şahsına hem mesleğine
Kusarken kinini keyifle küfrediyor
Yeni model gençin serveti
Saygı sevgi ahlak ve bilgi yerine
Saygısızlık ve küstahlıkla kazandığı lanetler
Her türlü lanetle doldurmuş küfelerini
Dikkat edin aman kusmuğu gelmesin üstünüze
Geleceğin emanet edildiği gençliği
Acıyarak sorguluyor ve üzülüyorsun
Yazıklar olsun diyorsun, ama keşke
Doktoruna doğru tetiğini çekerse
Ömrünün zindanlarda geçeceğini
Sevdiklerinin verdikleri emeklerin
Beyhude olacağını idrak etse
Ah keşke olacakları bilse diyorsun...
Barbaros İRDELMEN
İstanbul, 14 11 2023, 02.25
1 Beğeni
Şükran Doktoruma
Biliyor musun?
Allah çıkardı doktorumu karşıma
Beni sıkıntılarımdan kurtardı ya
Allah ne muradı varsa tez versin
Allah ona sağlıklı uzun ömürler versin
Ne yaptı
Ne dedi doktorun
Nedir seni bu kadar mutlu eden?
Kırmızı et yeme dedi!
Kuzu pirzola külbastı yağlıdır
Allah razı olsun
Sonunda barıştım kasabımla
Kalkan tava olur
Büyük balık yağlı olur
Somon yeme dedi
Barıştım balıkçımla
Tereyağı zeytinyağı
Yağlı yemeyeceksin
Yağ tıkamış damarlarını
Çikolata pasta börek
Mantı pilav makarna
Süt peynir yoğurt
Kuruyemiş yeme sakın
Tatlı meyve de yemeyeceksin
Allah razı olsun doktorumdan
Bitti tüm sıkıntılarım, iyileştim
Kolay geliyor artık ayın sonu...
Barbaros İrdelmen
İstanbul, 14 09 2023, 20.30
Biliyor musun?
Allah çıkardı doktorumu karşıma
Beni sıkıntılarımdan kurtardı ya
Allah ne muradı varsa tez versin
Allah ona sağlıklı uzun ömürler versin
Ne yaptı
Ne dedi doktorun
Nedir seni bu kadar mutlu eden?
Kırmızı et yeme dedi!
Kuzu pirzola külbastı yağlıdır
Allah razı olsun
Sonunda barıştım kasabımla
Kalkan tava olur
Büyük balık yağlı olur
Somon yeme dedi
Barıştım balıkçımla
Tereyağı zeytinyağı
Yağlı yemeyeceksin
Yağ tıkamış damarlarını
Çikolata pasta börek
Mantı pilav makarna
Süt peynir yoğurt
Kuruyemiş yeme sakın
Tatlı meyve de yemeyeceksin
Allah razı olsun doktorumdan
Bitti tüm sıkıntılarım, iyileştim
Kolay geliyor artık ayın sonu...
Barbaros İrdelmen
İstanbul, 14 09 2023, 20.30
1 Beğeni
Evlat hasta yanıyor ateşten
Baba sarmış sarmalamış
Bastırmış göğsüne
Koşuyor tabibe
Evlat diyor, baba bak
Duyuyor musun
Başında tacı ile tanrı
Konuşuyor benimle
Endişelenme evlat dayan
Az kaldı varacağız tabibe
Baba duymuyor musun?
Gel diyor benimle
Büyüyeceksin çiçekler içinde
Mutlu olacaksın dilediğince
Hadi gel benimle
Evlat dayan biraz daha
Neredeyse geldik
Babacığım
Burası çok güzel
Kalıyorum ben
Sen bedenimi ver tabibe...
Barbaros İrdelmen
21 02 2018, İstanbul
(Ben doğmadan önce havaleden rahmetli olan kardeşim Hilmi'nin anısına...)
Baba sarmış sarmalamış
Bastırmış göğsüne
Koşuyor tabibe
Evlat diyor, baba bak
Duyuyor musun
Başında tacı ile tanrı
Konuşuyor benimle
Endişelenme evlat dayan
Az kaldı varacağız tabibe
Baba duymuyor musun?
Gel diyor benimle
Büyüyeceksin çiçekler içinde
Mutlu olacaksın dilediğince
Hadi gel benimle
Evlat dayan biraz daha
Neredeyse geldik
Babacığım
Burası çok güzel
Kalıyorum ben
Sen bedenimi ver tabibe...
Barbaros İrdelmen
21 02 2018, İstanbul
(Ben doğmadan önce havaleden rahmetli olan kardeşim Hilmi'nin anısına...)
1 Beğeni
Ateşi var
Antibiyotik yazdım
Hocam
O hapı biliyorum
Agumentin çok büyük
Bir küçüğü yok mu?
A-a, o hapı da biliyorum
Biraz küçük ama
O da boğazıma yapışıyor
Yutamıyorum
Su içmeyi zaten sevmiyorum
Çocuk musun sen?
Şimdi bu yazdığımı yutarsın
O mu?
O dokunuyor bana
Önce kusuyorum sonra
Kabarıyor her yerim
Bonibon gibi olanı yok mu?
Kapsül mü yani?
Allerjiden kabarmışsındır
Kusturur da bazen hastalık
Bu ilaçta böyle yan etki
Ben hiç duymadım
Neyse!
İğne yazıyorum o zaman
İğne daha iyi haptan
Değil mi hocam?
…
Ama
Yazdığınız o iğne
Çok yakıyor
Şu iğneyi olsam
Hem daha küçük
Peki tamam
İstediğini yazıyorum bak
Hocam onun
Bir boy küçüğü ve
Beyaz renkte olanı yok mu?
Barbaros İrdelmen
İstanbul
Antibiyotik yazdım
Hocam
O hapı biliyorum
Agumentin çok büyük
Bir küçüğü yok mu?
A-a, o hapı da biliyorum
Biraz küçük ama
O da boğazıma yapışıyor
Yutamıyorum
Su içmeyi zaten sevmiyorum
Çocuk musun sen?
Şimdi bu yazdığımı yutarsın
O mu?
O dokunuyor bana
Önce kusuyorum sonra
Kabarıyor her yerim
Bonibon gibi olanı yok mu?
Kapsül mü yani?
Allerjiden kabarmışsındır
Kusturur da bazen hastalık
Bu ilaçta böyle yan etki
Ben hiç duymadım
Neyse!
İğne yazıyorum o zaman
İğne daha iyi haptan
Değil mi hocam?
…
Ama
Yazdığınız o iğne
Çok yakıyor
Şu iğneyi olsam
Hem daha küçük
Peki tamam
İstediğini yazıyorum bak
Hocam onun
Bir boy küçüğü ve
Beyaz renkte olanı yok mu?
Barbaros İrdelmen
İstanbul
1 Beğeni
Dengesiziz, dengesiz.
Kontrol etmenin karşıtı KABUL etmekse eğer,
İkisinin dengesi de yok bizde.
Ya adam sendecilik,
Ya da mükemmelliyetçilik...
Dengesiziz, dengesiz.
Ya dibine kadar severiz,
Ya da feda edercesine veririz.
Ya sevildiğimizden emin olmadan sevemeyiz,
Ya şıp diye severiz.
Dengesiziz, dengesiz.
Çoğu da öğrenilmiş,
Toplumsal kalıplarla şekillenmiş,
Ebeveyn tutumları ile baltalanmış,
Travmalarla derinleşmiş.
Artık,
Kontrol etmemenin,
Güçlü olmamanın,
Evet dememenin,
Olmayanı oldurmaya çalışmamanın,
Ferahlığını, özgürlüğünü görüyorum.
Arkada didikliyen papağanımı duyuyorum.
"Hani, nerde o zaman mücadele etmek?" diye.
Anlamıyor ki sahici bir mücadele burada saklı;
Olanı olduğu gibi kabul edebilmekte.
21/03/2022 Meltem Şahiner
Kontrol etmenin karşıtı KABUL etmekse eğer,
İkisinin dengesi de yok bizde.
Ya adam sendecilik,
Ya da mükemmelliyetçilik...
Dengesiziz, dengesiz.
Ya dibine kadar severiz,
Ya da feda edercesine veririz.
Ya sevildiğimizden emin olmadan sevemeyiz,
Ya şıp diye severiz.
Dengesiziz, dengesiz.
Çoğu da öğrenilmiş,
Toplumsal kalıplarla şekillenmiş,
Ebeveyn tutumları ile baltalanmış,
Travmalarla derinleşmiş.
Artık,
Kontrol etmemenin,
Güçlü olmamanın,
Evet dememenin,
Olmayanı oldurmaya çalışmamanın,
Ferahlığını, özgürlüğünü görüyorum.
Arkada didikliyen papağanımı duyuyorum.
"Hani, nerde o zaman mücadele etmek?" diye.
Anlamıyor ki sahici bir mücadele burada saklı;
Olanı olduğu gibi kabul edebilmekte.
21/03/2022 Meltem Şahiner
Beğenin
Bazen olmuyor işte.
Belki soğuktan,
Belki soğukta bıraktıklarından,
"Hâlâ" gelmeyen bahardan,
Hâlâ'ları bekleyen çocuksu umudundan,
Tükenmişliklerinden,
Uygunsuz beklentilerinden,
Hayal kırıklıklarından,
Bazen olmuyor işte...
21/03/2022 Meltem Şahiner
Belki soğuktan,
Belki soğukta bıraktıklarından,
"Hâlâ" gelmeyen bahardan,
Hâlâ'ları bekleyen çocuksu umudundan,
Tükenmişliklerinden,
Uygunsuz beklentilerinden,
Hayal kırıklıklarından,
Bazen olmuyor işte...
21/03/2022 Meltem Şahiner
Beğenin
Zaman geçiyor, sakın duru sanma,
Yaşam böyle, erteleyip durma.
Çık o alandan, artık canlan.
Takılı kalıp sonra pişman olma.
Ezberi boz, artık farkında yaşa.
Yaşamın kalbi; şimdi ve burada.
Takılma geçmişe, tekrar edip durma.
Gelecek kaygısıyla da yaşanır sanma
Yeter artık! Biraz cesaret.
Meyveni yiyeceksin, biraz sabret.
Dur! Bir bak, sen hep fark et.
Geçmişe el salla, şimdiye ha gayret.
Kaç yaşındasın? Yirmi, otuz, elli?
Yaşanın yarısını yaşamadığın belli.
Yaşadıklarını demle, bardağın ince belli.
Ezbere yaşamın sönük gözlerinden belli.
Farkında yaşamadığın her an birer ölü.
Cansız, sönük, yaşıyorsun külü.
Yeşert içindeki tohumları, meyvelerin diri.
Anı fark et,biraz dans et, bırak dünü.
Dur, bak, incele, sorgula.
Yeniden kararlar ver, objektifliği vurgula.
Nepsimist, ne Polyanna, gerçekliği uygula.
Kalbinin güzelliğini de sakın unutma.
Farkındalık derler bunun adına,
Arif olan anlar, doyamazsın tadına.
Ben Meltem, mecnun oldum yolunda.
Kocaman gülümse, ezberlediklerinin inadına.
24/09/2019
Meltem ŞAHİNER
Yaşam böyle, erteleyip durma.
Çık o alandan, artık canlan.
Takılı kalıp sonra pişman olma.
Ezberi boz, artık farkında yaşa.
Yaşamın kalbi; şimdi ve burada.
Takılma geçmişe, tekrar edip durma.
Gelecek kaygısıyla da yaşanır sanma
Yeter artık! Biraz cesaret.
Meyveni yiyeceksin, biraz sabret.
Dur! Bir bak, sen hep fark et.
Geçmişe el salla, şimdiye ha gayret.
Kaç yaşındasın? Yirmi, otuz, elli?
Yaşanın yarısını yaşamadığın belli.
Yaşadıklarını demle, bardağın ince belli.
Ezbere yaşamın sönük gözlerinden belli.
Farkında yaşamadığın her an birer ölü.
Cansız, sönük, yaşıyorsun külü.
Yeşert içindeki tohumları, meyvelerin diri.
Anı fark et,biraz dans et, bırak dünü.
Dur, bak, incele, sorgula.
Yeniden kararlar ver, objektifliği vurgula.
Nepsimist, ne Polyanna, gerçekliği uygula.
Kalbinin güzelliğini de sakın unutma.
Farkındalık derler bunun adına,
Arif olan anlar, doyamazsın tadına.
Ben Meltem, mecnun oldum yolunda.
Kocaman gülümse, ezberlediklerinin inadına.
24/09/2019
Meltem ŞAHİNER
1 Beğeni
Hayal kırıklıklarımı toplasam bir hayat kırıklığı olur. Nemli gözlerimi çantamdaki yüzüm gibi buruşmuş son mendille siliyorum.
Bir bebek büyük bir umutla sevinçle gelir dünyaya. Bakmayın siz onun ağlamalarına. Biraz naz kimseyi öldürmez. Saftır, koskoca dünya karşısında elbette korkacaktır ama onu koruyup kollayacak dağlar vardır: anne, baba… Böyle düşünür, böyle umar ve böyle doğar. Doğduğun ev kaderinmiş ya, seçemediğinin verdiği ağırlık veya hafiflik…
İlk hayal kırıklığım doğduğum evde başladı. Bir bebek ne ister? “Karnım tok sırtım pek” mi? Hayır efendim!“ Bir kepçe sevgi bir kepçe güven.” Sevilirse sevmeyi, güvenirse yaşamayı öğrenir.
Bir babam vardı ama yoktu. Annem ise varla yok arası bir şey… Tutarsız bir sevgi, tutarsız bir bakım, tutarsız bir varoluş. Bu tutarsızlıklar kimseye ihtiyacım yokmuş gibi yaşamayı öğretti bana. Annemin ve babamın varlığıyla yokluğu benim için bir anlam ifade etmiyordu böylece. İlk hayal kırıklığımı yaşadığım o yıllarda hala umutla bakıyordum dünyaya. “Bir gün her şey çok güzel olacak, kendiliğinden(!)”
Babam annemi hiç sevmez her fırsatta aldatırdı. Annem de bayılırdı babama(!) Babam annemi döverdi, annem de beni. Babamın gücü otoritelerine yetmez, hıncını annemden çıkarır; annemin gücü de babama yetmez hıncını benden çıkarırdı. Benim gücüm ne anneme ne de babama yeterdi. Ben de hıncımı kendimden çıkarırdım. Kendimi sevmez, kendimden nefret eder, bedenime zarar verirdim.
Babam salata yemeyi çok severdi. Bozuk domates getirir bizden taze salata yapmamızı beklerdi. Olmayınca da döverdi. Sırf kızmasın, dövmesin diye puta can verişlerimiz… Bir gün yine yemeğin yanında salata yapmış babamın gelmesini bekliyorduk. Bu sefer salata taptazeydi. Çünkü babamın getirdiği domateslerle değil komşumuzun kendi bostanında toplayıp bize getirdiği taze domateslerle salatayı yapmıştık. Babam yine bir kusur bulurdu biliyordum ama yine de içimdeki umut…Ama babam o gün gelmedi ve hiçbir zaman da gelmeyecekti. Onun yerine ölüm haberi geldi. Ne ben ağlayabildim ne de annem. Bir insanın ardında hiç güzel anı bırakmadan gitmesine ağladım, sadece buna ağlayabildim. Annem hayata daha da küstü, celladını arayıp durdu, döngüyü kıramadı.
Yaşadığım psikolojik ve fizyolojik şiddet ruhumda yaralar bıraksa da inadına direniyordum dünyaya. Lise döneminde fiziksel şiddet azalsa da psikolojik şiddet tüm hızıyla devam ediyordu. Evet dayak yoktu artık. Ama bu sefer var olmama izin vermeyeceklerdi.“ Yeşim kim?” dediklerinde “Yeşim………..sever”, “Yeşim……….benimser”,”Yeşim……… düşünür” ,”Yeşim şudur……..” diyebilmeliydim. Var olmamın, yaşayabilmemin kritik noktası. Ama kim olmama annem, akrabalarım, öğretmenlerim, toplum karar vermek isteyecekti. Yeşimler kim ki? Duyguları, düşünceleri, kalbi olmayan bir makine parçası(!) Neyseki biraz inatçıydım. Beni yok etmeye çalışan her bir dayatıcı sisteme karşı gelecektim. O zamanlar var olmayı ailemden uzaklaşarak başarabileceğimi umuyordum. Halbuki bedensel uzaklaşmanın; düşünsel, yaşamsal uzaklaşmanın yerini alamayacağını üniversiteye gittikten sonra anlayacaktım. Depresif ve melankolik olan bu kız üniversiteye gidince dünyanın en mutlu kızı olacaktı güya…
İlk aşkımla üniversitede tanıştım. Hakan… Sevgiyi doruklarıma kadar yaşamış olacağım ki bu bana fazla gelmişti. O kadar sevgisiz yaşıyoruz ki normal sevgi bünyeye fazla geliyor.
Hakan bana güzel bir iltifatta bulunsa donup kalırdım. Ne iltifat almayı bilirdim ne de vermeyi. Bu iltifatlara layık olmadığımı düşünür suçluluk duygusuna kapılırdım. O yaşına kadar sürekli değersiz hissettirilen, sevilmeye layık olmadığına inandırılan bir Yeşim’den ne beklenilirdi ki? Hakan beni övmeye çalışsa veya takdir etse vay haline! Hakan’a öfkelenir ve onun bir yalancı olduğunu düşünürdüm. O yaşına kadar yetersiz hissettirilen bir Yeşim’den ne beklenilirdi ki! Hakan elimi tutmaya çalıştığında elimi geri çekerdim. Dokunmaktan da dokunulmaktan nefret ederdim. Çünkü o yaşıma kadar dokunmak bana sadece acı vermişti, dokunmanın iyileştirici gücünden bihaberdim. Hakan’ın birçok olumlu özelliği olmasına rağmen hep olumsuz taraflarını görür ve hep olumsuz taraflarını dile getirirdim. Tıpkı babam gibi kusursuzun peşindeydim. Hakan ‘a bir o kadar yakın ve Hakan’dan bir o kadar uzak hissederdim. Aradığım başka bir şeydi ve ben ne aradığımı bilmiyordum. Kavgalarımız olurdu, günlerce küs kalırdık. Hiçbir açıklama yapmaz, neden kırıldığımı anlatmaz, Hakan’dan müneccimlik yapmasını beklerdim . Seviyorsa anlar(!) derdim . İletişim kurmayı öğrenememiş bir Yeşim’den ne beklenilirdi ki? Benim tüm bu kaçmalarıma rağmen Hakan sevgisini de verdiği değeri de eksik etmedi. Ama hani dağ olsa çatlar derler ya ee haliyle Hakan da çatladı. İlk ayrılık acım da bu şekilde başlamış oldu. Giderken “ Ne seni sevmeme izin verdin ne de anlamama.” demişti. O zamanlar tüm suçu Hakan’da aramıştım. “Erkeklerin hepsi böyle zaten ne bekliyordun ki” deyip klişe bir cümleyle avutuyordum kendimi.
Hakan’ı seviyordum sevmesine ama bu sevgiyi gösterebilecek donanıma sahip değildim. Kimse bana sevmeyi, sevilmeyi öğretmemişti. Halbuki insan sevmeyi de sevilmeyi de ilk baba-ana ocağında öğrenir. Ben sadece sevmemeyi öğrenmiştim. Hakan’ın gitmesini bir türlü kabullenememiştim. Yıllarca Hakan’ı kaybedişimin yasını tuttum. Kafamda cevaplandıramadığım sorular, belirsizlikler böyle sağlıksız ve uzun bir yasla sonuçlandı. Hakan benim için bir hayaletti artık. Sarılmak istediğimde sarıldığım, ağlamak istediğimde ağladığım, koca kalabalıklarda yapayalnız hissettiğimde başımı omuzlarına koyduğum bir hayaletti. İstediğim zaman bu hayaleti öldürebiliyordum. Hakan’a çok kızgındım. İlk defa sevildiğim dünyamda belki de sevmeyi öğrenecekken en güvendiğim kişi tarafından hiç beklemediğim bir anda paramparça edilmiştim. Geriye daha da hırçın bir Yeşim kalmıştı.
Sevilmenin tadını almış bir insan durur mu artık? Tüm bu olumsuzluklara rağmen sevilmek için hep bir arayış içine girdim. Ve her defasında hüsrana uğradım. Ve yine her defasında “ Neden ben?” naralarıyla karşımdakini suçlamaya devam ettim.
Seçtiğim insanlar o kadar birbirlerinin aynısıydı ki. Fiziki özelliklerinden tut kişisel özelliklerine kadar. Aslında hepsi birbirlerinin aynısı değil babamın aynısıydılar. En çok eleştirdiğimin kopyası: yuvarlak yüz, orta boy, beyaz ten, küçük gözler; aldatma meyilli, şiddet meyilli, kaba, bencil, öfkeli insanlardı. Önceleri bunun bir tesadüf olduğunu düşünürdüm. Meğer insanın gözü, gönlü alıştığına kayıyor ve maalesef insan farkına varmadığı sürece, bir şeyleri değiştirmek için mücadele etmediği sürece bu konfor alanının dışına çıkamıyor. Tanıdığım ilk erkek babamdı. Erkek tanımım babamdan ibaretti. İster kötü ister iyi bir baba olsun gözüm alışılmış olanı, tanıdık olanı, sürprizler içermeyeni arıyordu. Ya da belki de bir “telafi etme” giriyordu devreye:“Babama sevdiremedim kendimi, onu düzeltemedim, iyi bir baba yapamadım ama şimdi bir fırsat var elimde. Başkalarına sevdireceğim kendimi, onları düzelteceğim, onları iyi birer insan yapacağım. ” Şimdi gülün geçin… Sebebi ne olursa olsun aşklarımın babamla olan bağlantısını keşfettiğim o an kendime karşı ilk zaferim oldu.
Ve 55 yaşındaydım. Çok mu geç olmuştu? Geriye dönüp baktığımda 55 yıl boyunca dolmayan sevgi depolarımı doldurmaya çalışmaktan ne yaşamıştım ne de yaşatmıştım. Bir dilenci gibi her gelenden bir avuç sevgi dilemiştim. Sevmeyi öğrenmeden sevilemeyeceğimin bilincine geç varmıştım.
Şimdi 80 yaşındayım. Kaç yıl yaşadım dersen 55’ten bu yana 25 yıldır yaşıyorum. Bu yaşamanın verdiği mucizevi bir güçle aynı zamanda yaşatıyorum. İlk farkındalığımla beraber birçok kişiye verdiğim tanıma fırsatını bu sefer kendime verdim. Aldım kendimi karşıma “ Sen kimsin?” dedim. “Ne istiyorsun?” dedim. Kendime şefkatle yaklaştım. Ürkütmek istemiyordum. Kendimi tanımam yıllar sürdü ve hala sürüyor. İnsanın kendisini tanıması bir ömür sürer ve o ömür de yetmez. İnsan ya kendini tanımaya yakın ölür ya da hiç tanımadan.
60 yaşında daha sağlıklı bir ben ile “ Bu kısacık yaşam yolculuğumda bana eşlik eden biri olursa güzel olur, olmasa da ben yolculuğumu tek başıma tamamlayabilirim “i içselleştirmiş, dingin ve huzurlu bir yaşam sürüyordum. Hakan’ ı da , diğerlerini de ne gözüm arıyor ne gönlüm arzuluyordu. Yolumu bulmamda acı bir şekilde de olsa yardımcı olmuşlardı. Onları ufak bir teşekkürle zihnimden, kalbimden uğurladım.
Umut’la bu vakitler tanıştım. Bu yeni “Ben“im Umut’da can bulacaktı. İki sağlıklı “Ben“, bir “Biz“ olmayı başaracaktı.
Umut, eşini bir trafik kazasında kaybetmişti. Bir oğlu vardı. Benim hiç çocuğum olmayacaktı. Bunun verdiği bir hüzün vardı elbette ama bu hüzün ne ilişkimi ne de hayatımı olumsuz etkileyebilecekti. Olmayacak olanı kabullenmeyi çoktan öğrenmiştim. Ben olacak olanı güzelleştirmeye çalışıyordum.
61 yaşında ilk defa gelinlik giydim. Kimisi şaşırmış, kimisi sevecen, kimisi alaycı bir ifadeyle baktı. Nikah memurununun “ Genç delikanlı ve genç kızımıza mutluluklar diliyoruz“ cümlesi beni hala güldürür.
Umut’la evleneli 19 yıl oldu. Zaman sudan da hızlı. Umut bana hep“ Keşke çok daha önce karşılaşsaydık” diyor. Bilmiyor ki benimle daha önce karşılaşmak demek hiç olmak demek. Onunla yol güzel, yolculuk güzel, aşk güzel… Elini hiç bırakmıyorum. Bazen sıcak yaz aylarında “Cancağızım şu gariban elimi biraz rahat bırak da nefes alsın” der ve sonra gülümser. Zaman fiziğimizi yaşlandırmış olsa da canlarımız taptaze. Kimse gözlerimizdeki aydınlığı göremeyebilir ama biz o aydınlığı her zaman görüyor, yaşatıyoruz. Birbirimize sevgimizi hissettirebiliyor, birbirimizle muhabbet edebiliyor ve iletişim kurabiliyoruz. Bazen kavga da ediyoruz herkes gibi ve problemlerimizi çözüyoruz bilinçli aşıklar gibi.
Hayal kırıklıklarım sonucu oluşan hayat kırıklığımı sardım sarmaladım. Hayata güzel bir merhaba ile başlamamış olabilirim ama sanırım hayattan güzel bir elveda ile ayrılacağım.
Bin hayal kırıklığı bir hayat kırıklığı ve bir hayat kırıklığı bir uyanış ve bir uyanış yeniden diriliş…
Bir bebek büyük bir umutla sevinçle gelir dünyaya. Bakmayın siz onun ağlamalarına. Biraz naz kimseyi öldürmez. Saftır, koskoca dünya karşısında elbette korkacaktır ama onu koruyup kollayacak dağlar vardır: anne, baba… Böyle düşünür, böyle umar ve böyle doğar. Doğduğun ev kaderinmiş ya, seçemediğinin verdiği ağırlık veya hafiflik…
İlk hayal kırıklığım doğduğum evde başladı. Bir bebek ne ister? “Karnım tok sırtım pek” mi? Hayır efendim!“ Bir kepçe sevgi bir kepçe güven.” Sevilirse sevmeyi, güvenirse yaşamayı öğrenir.
Bir babam vardı ama yoktu. Annem ise varla yok arası bir şey… Tutarsız bir sevgi, tutarsız bir bakım, tutarsız bir varoluş. Bu tutarsızlıklar kimseye ihtiyacım yokmuş gibi yaşamayı öğretti bana. Annemin ve babamın varlığıyla yokluğu benim için bir anlam ifade etmiyordu böylece. İlk hayal kırıklığımı yaşadığım o yıllarda hala umutla bakıyordum dünyaya. “Bir gün her şey çok güzel olacak, kendiliğinden(!)”
Babam annemi hiç sevmez her fırsatta aldatırdı. Annem de bayılırdı babama(!) Babam annemi döverdi, annem de beni. Babamın gücü otoritelerine yetmez, hıncını annemden çıkarır; annemin gücü de babama yetmez hıncını benden çıkarırdı. Benim gücüm ne anneme ne de babama yeterdi. Ben de hıncımı kendimden çıkarırdım. Kendimi sevmez, kendimden nefret eder, bedenime zarar verirdim.
Babam salata yemeyi çok severdi. Bozuk domates getirir bizden taze salata yapmamızı beklerdi. Olmayınca da döverdi. Sırf kızmasın, dövmesin diye puta can verişlerimiz… Bir gün yine yemeğin yanında salata yapmış babamın gelmesini bekliyorduk. Bu sefer salata taptazeydi. Çünkü babamın getirdiği domateslerle değil komşumuzun kendi bostanında toplayıp bize getirdiği taze domateslerle salatayı yapmıştık. Babam yine bir kusur bulurdu biliyordum ama yine de içimdeki umut…Ama babam o gün gelmedi ve hiçbir zaman da gelmeyecekti. Onun yerine ölüm haberi geldi. Ne ben ağlayabildim ne de annem. Bir insanın ardında hiç güzel anı bırakmadan gitmesine ağladım, sadece buna ağlayabildim. Annem hayata daha da küstü, celladını arayıp durdu, döngüyü kıramadı.
Yaşadığım psikolojik ve fizyolojik şiddet ruhumda yaralar bıraksa da inadına direniyordum dünyaya. Lise döneminde fiziksel şiddet azalsa da psikolojik şiddet tüm hızıyla devam ediyordu. Evet dayak yoktu artık. Ama bu sefer var olmama izin vermeyeceklerdi.“ Yeşim kim?” dediklerinde “Yeşim………..sever”, “Yeşim……….benimser”,”Yeşim……… düşünür” ,”Yeşim şudur……..” diyebilmeliydim. Var olmamın, yaşayabilmemin kritik noktası. Ama kim olmama annem, akrabalarım, öğretmenlerim, toplum karar vermek isteyecekti. Yeşimler kim ki? Duyguları, düşünceleri, kalbi olmayan bir makine parçası(!) Neyseki biraz inatçıydım. Beni yok etmeye çalışan her bir dayatıcı sisteme karşı gelecektim. O zamanlar var olmayı ailemden uzaklaşarak başarabileceğimi umuyordum. Halbuki bedensel uzaklaşmanın; düşünsel, yaşamsal uzaklaşmanın yerini alamayacağını üniversiteye gittikten sonra anlayacaktım. Depresif ve melankolik olan bu kız üniversiteye gidince dünyanın en mutlu kızı olacaktı güya…
İlk aşkımla üniversitede tanıştım. Hakan… Sevgiyi doruklarıma kadar yaşamış olacağım ki bu bana fazla gelmişti. O kadar sevgisiz yaşıyoruz ki normal sevgi bünyeye fazla geliyor.
Hakan bana güzel bir iltifatta bulunsa donup kalırdım. Ne iltifat almayı bilirdim ne de vermeyi. Bu iltifatlara layık olmadığımı düşünür suçluluk duygusuna kapılırdım. O yaşına kadar sürekli değersiz hissettirilen, sevilmeye layık olmadığına inandırılan bir Yeşim’den ne beklenilirdi ki? Hakan beni övmeye çalışsa veya takdir etse vay haline! Hakan’a öfkelenir ve onun bir yalancı olduğunu düşünürdüm. O yaşına kadar yetersiz hissettirilen bir Yeşim’den ne beklenilirdi ki! Hakan elimi tutmaya çalıştığında elimi geri çekerdim. Dokunmaktan da dokunulmaktan nefret ederdim. Çünkü o yaşıma kadar dokunmak bana sadece acı vermişti, dokunmanın iyileştirici gücünden bihaberdim. Hakan’ın birçok olumlu özelliği olmasına rağmen hep olumsuz taraflarını görür ve hep olumsuz taraflarını dile getirirdim. Tıpkı babam gibi kusursuzun peşindeydim. Hakan ‘a bir o kadar yakın ve Hakan’dan bir o kadar uzak hissederdim. Aradığım başka bir şeydi ve ben ne aradığımı bilmiyordum. Kavgalarımız olurdu, günlerce küs kalırdık. Hiçbir açıklama yapmaz, neden kırıldığımı anlatmaz, Hakan’dan müneccimlik yapmasını beklerdim . Seviyorsa anlar(!) derdim . İletişim kurmayı öğrenememiş bir Yeşim’den ne beklenilirdi ki? Benim tüm bu kaçmalarıma rağmen Hakan sevgisini de verdiği değeri de eksik etmedi. Ama hani dağ olsa çatlar derler ya ee haliyle Hakan da çatladı. İlk ayrılık acım da bu şekilde başlamış oldu. Giderken “ Ne seni sevmeme izin verdin ne de anlamama.” demişti. O zamanlar tüm suçu Hakan’da aramıştım. “Erkeklerin hepsi böyle zaten ne bekliyordun ki” deyip klişe bir cümleyle avutuyordum kendimi.
Hakan’ı seviyordum sevmesine ama bu sevgiyi gösterebilecek donanıma sahip değildim. Kimse bana sevmeyi, sevilmeyi öğretmemişti. Halbuki insan sevmeyi de sevilmeyi de ilk baba-ana ocağında öğrenir. Ben sadece sevmemeyi öğrenmiştim. Hakan’ın gitmesini bir türlü kabullenememiştim. Yıllarca Hakan’ı kaybedişimin yasını tuttum. Kafamda cevaplandıramadığım sorular, belirsizlikler böyle sağlıksız ve uzun bir yasla sonuçlandı. Hakan benim için bir hayaletti artık. Sarılmak istediğimde sarıldığım, ağlamak istediğimde ağladığım, koca kalabalıklarda yapayalnız hissettiğimde başımı omuzlarına koyduğum bir hayaletti. İstediğim zaman bu hayaleti öldürebiliyordum. Hakan’a çok kızgındım. İlk defa sevildiğim dünyamda belki de sevmeyi öğrenecekken en güvendiğim kişi tarafından hiç beklemediğim bir anda paramparça edilmiştim. Geriye daha da hırçın bir Yeşim kalmıştı.
Sevilmenin tadını almış bir insan durur mu artık? Tüm bu olumsuzluklara rağmen sevilmek için hep bir arayış içine girdim. Ve her defasında hüsrana uğradım. Ve yine her defasında “ Neden ben?” naralarıyla karşımdakini suçlamaya devam ettim.
Seçtiğim insanlar o kadar birbirlerinin aynısıydı ki. Fiziki özelliklerinden tut kişisel özelliklerine kadar. Aslında hepsi birbirlerinin aynısı değil babamın aynısıydılar. En çok eleştirdiğimin kopyası: yuvarlak yüz, orta boy, beyaz ten, küçük gözler; aldatma meyilli, şiddet meyilli, kaba, bencil, öfkeli insanlardı. Önceleri bunun bir tesadüf olduğunu düşünürdüm. Meğer insanın gözü, gönlü alıştığına kayıyor ve maalesef insan farkına varmadığı sürece, bir şeyleri değiştirmek için mücadele etmediği sürece bu konfor alanının dışına çıkamıyor. Tanıdığım ilk erkek babamdı. Erkek tanımım babamdan ibaretti. İster kötü ister iyi bir baba olsun gözüm alışılmış olanı, tanıdık olanı, sürprizler içermeyeni arıyordu. Ya da belki de bir “telafi etme” giriyordu devreye:“Babama sevdiremedim kendimi, onu düzeltemedim, iyi bir baba yapamadım ama şimdi bir fırsat var elimde. Başkalarına sevdireceğim kendimi, onları düzelteceğim, onları iyi birer insan yapacağım. ” Şimdi gülün geçin… Sebebi ne olursa olsun aşklarımın babamla olan bağlantısını keşfettiğim o an kendime karşı ilk zaferim oldu.
Ve 55 yaşındaydım. Çok mu geç olmuştu? Geriye dönüp baktığımda 55 yıl boyunca dolmayan sevgi depolarımı doldurmaya çalışmaktan ne yaşamıştım ne de yaşatmıştım. Bir dilenci gibi her gelenden bir avuç sevgi dilemiştim. Sevmeyi öğrenmeden sevilemeyeceğimin bilincine geç varmıştım.
Şimdi 80 yaşındayım. Kaç yıl yaşadım dersen 55’ten bu yana 25 yıldır yaşıyorum. Bu yaşamanın verdiği mucizevi bir güçle aynı zamanda yaşatıyorum. İlk farkındalığımla beraber birçok kişiye verdiğim tanıma fırsatını bu sefer kendime verdim. Aldım kendimi karşıma “ Sen kimsin?” dedim. “Ne istiyorsun?” dedim. Kendime şefkatle yaklaştım. Ürkütmek istemiyordum. Kendimi tanımam yıllar sürdü ve hala sürüyor. İnsanın kendisini tanıması bir ömür sürer ve o ömür de yetmez. İnsan ya kendini tanımaya yakın ölür ya da hiç tanımadan.
60 yaşında daha sağlıklı bir ben ile “ Bu kısacık yaşam yolculuğumda bana eşlik eden biri olursa güzel olur, olmasa da ben yolculuğumu tek başıma tamamlayabilirim “i içselleştirmiş, dingin ve huzurlu bir yaşam sürüyordum. Hakan’ ı da , diğerlerini de ne gözüm arıyor ne gönlüm arzuluyordu. Yolumu bulmamda acı bir şekilde de olsa yardımcı olmuşlardı. Onları ufak bir teşekkürle zihnimden, kalbimden uğurladım.
Umut’la bu vakitler tanıştım. Bu yeni “Ben“im Umut’da can bulacaktı. İki sağlıklı “Ben“, bir “Biz“ olmayı başaracaktı.
Umut, eşini bir trafik kazasında kaybetmişti. Bir oğlu vardı. Benim hiç çocuğum olmayacaktı. Bunun verdiği bir hüzün vardı elbette ama bu hüzün ne ilişkimi ne de hayatımı olumsuz etkileyebilecekti. Olmayacak olanı kabullenmeyi çoktan öğrenmiştim. Ben olacak olanı güzelleştirmeye çalışıyordum.
61 yaşında ilk defa gelinlik giydim. Kimisi şaşırmış, kimisi sevecen, kimisi alaycı bir ifadeyle baktı. Nikah memurununun “ Genç delikanlı ve genç kızımıza mutluluklar diliyoruz“ cümlesi beni hala güldürür.
Umut’la evleneli 19 yıl oldu. Zaman sudan da hızlı. Umut bana hep“ Keşke çok daha önce karşılaşsaydık” diyor. Bilmiyor ki benimle daha önce karşılaşmak demek hiç olmak demek. Onunla yol güzel, yolculuk güzel, aşk güzel… Elini hiç bırakmıyorum. Bazen sıcak yaz aylarında “Cancağızım şu gariban elimi biraz rahat bırak da nefes alsın” der ve sonra gülümser. Zaman fiziğimizi yaşlandırmış olsa da canlarımız taptaze. Kimse gözlerimizdeki aydınlığı göremeyebilir ama biz o aydınlığı her zaman görüyor, yaşatıyoruz. Birbirimize sevgimizi hissettirebiliyor, birbirimizle muhabbet edebiliyor ve iletişim kurabiliyoruz. Bazen kavga da ediyoruz herkes gibi ve problemlerimizi çözüyoruz bilinçli aşıklar gibi.
Hayal kırıklıklarım sonucu oluşan hayat kırıklığımı sardım sarmaladım. Hayata güzel bir merhaba ile başlamamış olabilirim ama sanırım hayattan güzel bir elveda ile ayrılacağım.
Bin hayal kırıklığı bir hayat kırıklığı ve bir hayat kırıklığı bir uyanış ve bir uyanış yeniden diriliş…
12 Beğeni
Sana ne kadar geldiysem
kendimden o kadar geçtim
Kendimden ne kadar geçtiysem
Sana o kadar geldim...
Bana ne kadar geldiysen
kendinden o kadar geçtin
Kendinden ne kadar geçtiysen
Bana o kadar geldin...
Bana ne kadar geldiyse
kendinden o kadar geçti
Kendinden ne kadar geçtiyse
Bana o kadar geldi...
Diğerine ne kadar gittiysek
kendimizden o kadar geçtik
Kendimizden ne kadar geçtiysek
diğerine o kadar geldik...
Diğerine ne kadar gittiyseniz
kendinizden o kadar geçtiniz
Kendinizden ne kadar geçtiyseniz
diğerine o kadar geldiniz...
Diğerine ne kadar gittilerse
kendilerinden o kadar geçtiler
Kendilerinden ne kadar geçtilerse
diğerine o kadar geldiler...
kendimden o kadar geçtim
Kendimden ne kadar geçtiysem
Sana o kadar geldim...
Bana ne kadar geldiysen
kendinden o kadar geçtin
Kendinden ne kadar geçtiysen
Bana o kadar geldin...
Bana ne kadar geldiyse
kendinden o kadar geçti
Kendinden ne kadar geçtiyse
Bana o kadar geldi...
Diğerine ne kadar gittiysek
kendimizden o kadar geçtik
Kendimizden ne kadar geçtiysek
diğerine o kadar geldik...
Diğerine ne kadar gittiyseniz
kendinizden o kadar geçtiniz
Kendinizden ne kadar geçtiyseniz
diğerine o kadar geldiniz...
Diğerine ne kadar gittilerse
kendilerinden o kadar geçtiler
Kendilerinden ne kadar geçtilerse
diğerine o kadar geldiler...
4 Beğeni
Doğduğumuzdaki duygu hali ile
uyanırız uykumuzdan kim bilir...
uyanırız uykumuzdan kim bilir...
4 Beğeni
“Affedemiyorum kendimi. Doğurduğu için beni affedemiyorum annemi. Hala nefes aldığım
için affedemiyorum hayatı. Annemin karnında kordonla boğabilirdim kendimi. Farklı bir
boyuta geçmeden önceki ilk ve son isyan. Neden yapamadım? Çok mu zordu, yoksa ben mi
korkaktım? Doğru ya iradeye dair bir şey yoktu o boyutta. Kasten verilmemişti bu, yoksa gelir
miydi insan dünyaya? İradenin doğuşu şu içinde bulunduğum boyutta bile yıllar yıllar sonra
gerçekleşiyordu.”
Yazdıklarının son satırlar olduğunu düşünerek kapattı defterini yaşlı adam.
Hep yapardı zaten. Hep ölecekmiş gibi yaşardı. Bir yerde kulağa hoş geliyor ama
ölmeyecekmiş gibi yaşamadı hiç.
Dışarı çıktı, bir süre bahçede dolanıp durdu. Son demlerini yaşayan posta kutusuna yöneldi.
Heyecan, korku karışımı o absürt duyguyla kontrol etti kutuyu. Tatlı bir tebessümle “nihayet”
dedi. Bu tebessüm önemliydi. Tebessüm ettiği zamanlar çok nadirdi. Şayet tebessüm etmişse
önemli bir şey gerçekleşmiştir. Bir insanın ilk yaşadığı aşk, bir kadının anne olması, bir
evsizin sığınacak bir yer bulması gibiydi onun bir tebessümü. Yıllardır beklediği posta gelmişti
nihayet. Zarfın üstündeki isim nabzını hızlandırmaya yetmişti. “ Düşüncelerini Öldüren
Adamdan” . Kalbinde gelen sesleri işittiğini düşündü. Ne kadar da gecikmişti mektup. Nasıl
da sabırla beklemişti adam. Sekiz yıl olmuştu. Bu süreçte her gün düzenli bir şekilde posta
kutusunu kontrol eden düzensiz bir adam ve umutla umutsuzluğun, heyecanla öfkenin
birlikte yaşandığı, bir önceki günün kopyası olan günler… Zarfı tam açacakken durdu.
Korkuyordu. Zarfı açtıktan sonra geriye kalan günlerini keskin bir bıçakla çizmekten
korkuyordu.
Kendini bildi bileli varoluşsal sancılarla boğuşan adam her defasında hayatın anlamını ısrarla
aramaya devam etmişti. Yaşamak için bir amacı olmalıydı. Bu amaç anlamlı olmalıydı. “işte
ben bunun için yaşıyorum” dedirtmeliydi. Her defasında bu cümleyi kurma noktasına
geldiğinde karşısına bunu çürüten kanıtlar çıkmıştı. Zaman ilerledikçe yoruluyordu,
yoruldukça ölüyordu. Cevapsız soruların verdiği yorgunluğun en güzel örneği gözlerindeki
boşluktu.
“Düşüncelerini Öldüren Adam”ı düşündü. Yıllardır bıkmadan yaptığı yürüyüşlerine devam
ettiği günlerden biriydi. Suyu severdi. Deniz yoktu ama ait hissettiği bir göl vardı şehrinde.
Yürüyüşlerini burada yapardı. Saatlerce yorulmadan yürüyebiliyordu. Ruhunun yorgunluğu
bedensel yorgunluğunu bastırırdı hep. İç dünyasında vakit geçirdiği en verimli anlardı. Gerçi
her zaman iç dünyasında yaşardı ama burada, o dünyada, daha güvende daha özgür
hissediyordu. Genelde hafta içi sabah saatlerini tercih ederdi. Kalabalığı sevmezdi. Hafta sonu
gölün kenarında toplanan insanlar için “karınca sürüsü” derdi. Hafta içi akşama doğru bu
tabiri değiştirir “ağustos böcekleri” tabirini kullanırdı.
Gölün kenarında yürüyüş yaptığı saatlerde genelde kimse olmaz bu da kendisini fazlasıyla
memnun ederdi. Ama arada tek tük insanlarla karşılaşırdı ve hep merak ederdi bunları.
Anlamlandıramadığı bir bağ oluşuyordu aralarında. Ama sessiz bir bağ. Öğlene kadar kalpler konuşur, gözler konuşur, ruhlar tanışır, bedenler tanışmadan ayrılırdı. Ama o gün farklı bir
gündü. Bir ömür yas yaşayacağına ant içmiş gibi baştan aşağıya siyahlara bürünmüş adamda
onu çeken farklı bir şeyler vardı. Evet ruhlar tanışmıştı ama bu sefer bedeni de tanımak
istiyordu. Usulca adamın yanına yaklaştı:
-Merhaba bayım….. Merhaba ……Bayım…
- Beni rahatsız etmeye mi geldin?
-Hayır hayır. Sadece tanışmak ist….
-Bir saat sonra unutacağım bir biriyle tanışmak sadece emek kaybı. Neden o çok değerli(!)
zamanımdan çalmanıza izin vereyim ki?
-Şey….ben… affedersiniz, dedi .
Sezgileriyle hareket ettiği için yaşadığı pişmanlık yüzünün kızarmasına sebep olmuştu. Geri
dönmek için birkaç adım attı ki:
- Arabalardan, kadınlardan, paradan sık sık konuşmaktan hoşlanır mısınız, dedi tuhaf adam.
Yaşlı adam durdu, geriye döndü ve:
-O kadar boş vaktim olmadı bayım.
-Yani boş vaktiniz olsa bunlarla dolduracaksınız. Ya da bunlar boş anların konuları olacak
kadar değersizdir demeye çalışıyorsunuz.
Yaşlı adamın çenesi hafif hafif titremeye başladı. Sinirlenince böyle olurdu. Duyguları
çenesinde kıvılcım olup çıkardı. Gözlerini bu tuhaf adama dikti:
-Bayım şimdi de siz beni rahat bırakın. İyi günler.
-Ah şu insanlar, şaka kaldıramayacak kadar yorgun ve aptal insanlar…
Yaşlı adam kızmıştı. Arkasını dönüp gitmek istedi.
-Lütfen durun, belki de zamanımı çalacak kadar değerli birisinizdir. Rahatsız edilmeyi
severim, etmeyi de.
Yaşlı adam bunun üzerine durdu ve:
-Sanırım acı çekmek ve çektirmek hoşunuza gidiyor.
-Kimbilir…
Ne garip adamdı. Kocaman bir belirsizlikten ibaretti sanki. Bir süre sustu yaşlı adam:
-Buraya sık geliyorsunuz sanırım.
Onu da nerden çıkardınız?
-Buraların tapusu sizdeymiş gibi bir havanız var da.
Bir kahkaha patlattı tuhaf adam. Yaşlı adam konuşmaya devam etti.
-Cenazeden mi geliyorsunuz?
-Kıyafetlerimden dolayı bu kanıya vardınız sanırım. Yanlış kanı. Ama yaklaştınız.
Düşüncelerimi öldürdüm bir süre önce. Onların yasını tutuyorum şimdi.
-Neden?
-Ya onlar beni öldürecekti ya da ben onları. Ama bir gün tekrar dirilecekler, hissediyorum.
İşte o zaman aradığım soruların cevabını bulacağım.
Yaşlı adam, bu gizemli insandan etkilenmişti.
-Nasıl sorular ki bunlar beyin ölümünü gerçekleştirmiş, dedi.
Uzun bir sessizlikten sonra konuşmaya başladı bu garip adam:
- İnsanı yaşatacak bir anlam olmalı hayatta. Yıllarca peşinden koşarsın bu anlamın. Buldum
dersin, yanlış şıkkı işaretlediğini anlarsın. Önce bir mektebe yazdırırlar seni, sanırsın ki anlam
bitirmekte saklı. Bitirirsin mektebi, bir iki hafta maymun gibi dolanırsın ortalıkta. Senden
mutlusu yoktur. Sonra koca bir boşluk… Umut ah o baş belası umut, seni başka bir anlam
peşine sürükler. “Paraaa! “ dersin. Evet o lanet olası kağıt parçası. Önce salyanı temizlersin
onunla. Kölesi olursun bir süre. Peki ya sonra? Yine boşluk. Sonra aşk dersin, sonra aile
dersin, sonra…. Hep bir sonra gelir gider. Hep aynı döngü. Eninde sonunda içindeki o çöplüğe
geri dönersin. Neden yaşıyorum, kim için, ne için, amaç ne? Ah dostum düşünmekten,
yaşamaktan kafayı sıyırdım galiba. Ben de düşünmemeye karar verdim, düşüncelerimi
öldürdüm. Olur da bir gün tekrar düşünürsem o gün aradığım sorunun cevabını bulmuşum
demektir.
Ne kadar da benziyorlardı birbirlerine. Aynı ruha farklı iki beden… Yaşlı adam ne diyeceğini
bilmiyordu. Sadece:
- Sorunuza cevap bulduğunuzda bana mektup yazar mısınız, diyebildi.
-Neden kendimi yorayım ki? Siz kimsiniz ki?
-Hiç kimseyim. Sadece belki sizin gibi bir adamın düşüncelerinin ölmesine engel olursunuz.
Her zaman yanında taşıdığı kalem ve yıpranmış not defterini çıkarıp adresini yazdı. Adama uzattı:
-Bekleyeceğim…
Adamın cevap vermesini beklemeyip hızla uzaklaştı oradan. Belki de olumsuz tek bir cümle
duymak istemiyordu. Ah şu umut, musallat olmuştu bir kere insan denen varlığa.
Gelme ihtimali düşük olan bir mektup yıllarca umut olabilir miydi bir insana? Çaresizse evet,
denize düşen yılana sarılır misali.Uzun bir süre gelen mektuba baktı. Gözlerindeki nemi aldı.
“Ya şimdi ya hiç.” Diyerek zarfı yavaşça açtı:
“Sevgili dostum
Aslında seninle hiç dost olmadık. Bütün hikayemiz ayaküstü konuştuğumuz o on dakikadan
ibaret sadece. Ama ben sana dostum demek istiyorum. Nedenini sorarsan cevabını ben de
bilmiyorum. Bazı soruların cevabı yok sanırım. Ya da o kuş beynimizin sınırları dışında bir
cevap vardır belki de, kim bilir? Bilirsin hepimiz zamanından habersiz dünyayı terk edeceğimiz
günü bekliyoruz. “Zamanından habersizlik” gereksiz bir özgüven ve cesaret veriyor insana.
Ama ben zamanımdan habersiz değilim artık. Kalbimde kurulu sayacım geriye doğru
çalışmaya başladı. En değerlimi nasıl da değersizleştirmişim yıllarca. İntikam almak
istercesine hastanelik etti beni. Doktor kitledi gözlerini gözlerime “Gebereceksin” dedi. Yahu
bu kadar kolay mıydı?
Dostum bir kutuya hapsettiler beni. Artık tüm günlerimi burada geçiriyorum. Görecektin,
hastaneyi birbirine katışımı. İnsan nefes alamadan yaşar mı? Ben yaşadım işte. Sonradan fark
ettim ki ne çok insan varmış burada. İşin garibi gülümsüyorlardı . Bunlar aptal mı? Hayır,
hayır! Tüm insanları aptal zannederken en büyük aptalın ben olduğum gerçeğini nasıl da fark
edememişim?
Biliyor musun düşüncelerimin dirilmesine izin verdim. Ve sanırım bazı cevaplar
buldum.Yıllarca kocaman anlamlar beklemişim hayatan. Halbuki küçük anlamlarla
yaşanılıyormuş hayat. Bir arkadaşım var burada, ismi Efe. Henüz dokuz yaşında. Yataklarımız
yan yana. Geceleri horlayınca sabah sahil kenarından topladığı taşları fırlatıyor bana. Ne
acayip çocuk… Bir gülüşün, ufak bir dokunuşun insanın gününü ne kadar da anlamlandırdığını
geç anladım. Bu geç kalmışlıkların pişmanlığı var üzerimde. Efe’den bahsediyorum. Kara kuru
bir şey ama nasıl güzel gülüyor. Bir canım daha olsa onun gülüşüne verebilirdim. Elimi
tutuyor, bahçede geziyoruz, sahilde taş topluyoruz… Ama erkenden dönüyoruz küçük
dünyamıza. Yoruluyor Efe. Yorulmaması lazım dostum. O benim kadar güçlü değil. Her sabah
birlikte kuş seslerini dinliyoruz. Nasıl bir büyüsü var bir bilsen. Yıllardır bu sesleri duymamak
için ne kadar da çok çırpınmışım. Bir insan işiten bir sağır olabilir mi?
Küçük anlamlar lazım bize dostum. Bu anlam bizle büyümeli, bizle beslenmeli. Koca koca
anlamlar ararken aşımdan, eşimden, işimden oldum ve şimdi de hayatımdan… Yazılacak çok
şey var ama ben daha yazamıyorum. Buna gücüm kalmadı. Belki yeni kurduğum dünyamı
görmek istersin diye zarfın arkasına bir adres bırakıyorum. Gelirken iki demet çiçek getirmeyi unutma.”
Düşündü… Düşündü…
Yıllardır beklediği mektupta bir adamın kafasındaki soruların cevabını okuyordu. Ama bu
kendisinin de cevabı olur muydu? Aynı soruları sormuşlardı. Ama birinin bulduğu cevap
ötekinin cevabı olamıyordu, olamazdı. Tek soru, binlerce doğru cevap… Bir sorunun tek bir
cevabının olmadığını fark etmesi, galiba tüm mesele buydu. Kendisinin cevabı neydi peki?
Cevap olmak zorunda mıydı? Hayatın anlamı anlamsızlığında saklı olabilir miydi? Hafifçe
tebessüm etti, yorgun dudaklarından birkaç kelime döküldü: “Sanırım anlam, anlamsızlığı kabullenmektir."
için affedemiyorum hayatı. Annemin karnında kordonla boğabilirdim kendimi. Farklı bir
boyuta geçmeden önceki ilk ve son isyan. Neden yapamadım? Çok mu zordu, yoksa ben mi
korkaktım? Doğru ya iradeye dair bir şey yoktu o boyutta. Kasten verilmemişti bu, yoksa gelir
miydi insan dünyaya? İradenin doğuşu şu içinde bulunduğum boyutta bile yıllar yıllar sonra
gerçekleşiyordu.”
Yazdıklarının son satırlar olduğunu düşünerek kapattı defterini yaşlı adam.
Hep yapardı zaten. Hep ölecekmiş gibi yaşardı. Bir yerde kulağa hoş geliyor ama
ölmeyecekmiş gibi yaşamadı hiç.
Dışarı çıktı, bir süre bahçede dolanıp durdu. Son demlerini yaşayan posta kutusuna yöneldi.
Heyecan, korku karışımı o absürt duyguyla kontrol etti kutuyu. Tatlı bir tebessümle “nihayet”
dedi. Bu tebessüm önemliydi. Tebessüm ettiği zamanlar çok nadirdi. Şayet tebessüm etmişse
önemli bir şey gerçekleşmiştir. Bir insanın ilk yaşadığı aşk, bir kadının anne olması, bir
evsizin sığınacak bir yer bulması gibiydi onun bir tebessümü. Yıllardır beklediği posta gelmişti
nihayet. Zarfın üstündeki isim nabzını hızlandırmaya yetmişti. “ Düşüncelerini Öldüren
Adamdan” . Kalbinde gelen sesleri işittiğini düşündü. Ne kadar da gecikmişti mektup. Nasıl
da sabırla beklemişti adam. Sekiz yıl olmuştu. Bu süreçte her gün düzenli bir şekilde posta
kutusunu kontrol eden düzensiz bir adam ve umutla umutsuzluğun, heyecanla öfkenin
birlikte yaşandığı, bir önceki günün kopyası olan günler… Zarfı tam açacakken durdu.
Korkuyordu. Zarfı açtıktan sonra geriye kalan günlerini keskin bir bıçakla çizmekten
korkuyordu.
Kendini bildi bileli varoluşsal sancılarla boğuşan adam her defasında hayatın anlamını ısrarla
aramaya devam etmişti. Yaşamak için bir amacı olmalıydı. Bu amaç anlamlı olmalıydı. “işte
ben bunun için yaşıyorum” dedirtmeliydi. Her defasında bu cümleyi kurma noktasına
geldiğinde karşısına bunu çürüten kanıtlar çıkmıştı. Zaman ilerledikçe yoruluyordu,
yoruldukça ölüyordu. Cevapsız soruların verdiği yorgunluğun en güzel örneği gözlerindeki
boşluktu.
“Düşüncelerini Öldüren Adam”ı düşündü. Yıllardır bıkmadan yaptığı yürüyüşlerine devam
ettiği günlerden biriydi. Suyu severdi. Deniz yoktu ama ait hissettiği bir göl vardı şehrinde.
Yürüyüşlerini burada yapardı. Saatlerce yorulmadan yürüyebiliyordu. Ruhunun yorgunluğu
bedensel yorgunluğunu bastırırdı hep. İç dünyasında vakit geçirdiği en verimli anlardı. Gerçi
her zaman iç dünyasında yaşardı ama burada, o dünyada, daha güvende daha özgür
hissediyordu. Genelde hafta içi sabah saatlerini tercih ederdi. Kalabalığı sevmezdi. Hafta sonu
gölün kenarında toplanan insanlar için “karınca sürüsü” derdi. Hafta içi akşama doğru bu
tabiri değiştirir “ağustos böcekleri” tabirini kullanırdı.
Gölün kenarında yürüyüş yaptığı saatlerde genelde kimse olmaz bu da kendisini fazlasıyla
memnun ederdi. Ama arada tek tük insanlarla karşılaşırdı ve hep merak ederdi bunları.
Anlamlandıramadığı bir bağ oluşuyordu aralarında. Ama sessiz bir bağ. Öğlene kadar kalpler konuşur, gözler konuşur, ruhlar tanışır, bedenler tanışmadan ayrılırdı. Ama o gün farklı bir
gündü. Bir ömür yas yaşayacağına ant içmiş gibi baştan aşağıya siyahlara bürünmüş adamda
onu çeken farklı bir şeyler vardı. Evet ruhlar tanışmıştı ama bu sefer bedeni de tanımak
istiyordu. Usulca adamın yanına yaklaştı:
-Merhaba bayım….. Merhaba ……Bayım…
- Beni rahatsız etmeye mi geldin?
-Hayır hayır. Sadece tanışmak ist….
-Bir saat sonra unutacağım bir biriyle tanışmak sadece emek kaybı. Neden o çok değerli(!)
zamanımdan çalmanıza izin vereyim ki?
-Şey….ben… affedersiniz, dedi .
Sezgileriyle hareket ettiği için yaşadığı pişmanlık yüzünün kızarmasına sebep olmuştu. Geri
dönmek için birkaç adım attı ki:
- Arabalardan, kadınlardan, paradan sık sık konuşmaktan hoşlanır mısınız, dedi tuhaf adam.
Yaşlı adam durdu, geriye döndü ve:
-O kadar boş vaktim olmadı bayım.
-Yani boş vaktiniz olsa bunlarla dolduracaksınız. Ya da bunlar boş anların konuları olacak
kadar değersizdir demeye çalışıyorsunuz.
Yaşlı adamın çenesi hafif hafif titremeye başladı. Sinirlenince böyle olurdu. Duyguları
çenesinde kıvılcım olup çıkardı. Gözlerini bu tuhaf adama dikti:
-Bayım şimdi de siz beni rahat bırakın. İyi günler.
-Ah şu insanlar, şaka kaldıramayacak kadar yorgun ve aptal insanlar…
Yaşlı adam kızmıştı. Arkasını dönüp gitmek istedi.
-Lütfen durun, belki de zamanımı çalacak kadar değerli birisinizdir. Rahatsız edilmeyi
severim, etmeyi de.
Yaşlı adam bunun üzerine durdu ve:
-Sanırım acı çekmek ve çektirmek hoşunuza gidiyor.
-Kimbilir…
Ne garip adamdı. Kocaman bir belirsizlikten ibaretti sanki. Bir süre sustu yaşlı adam:
-Buraya sık geliyorsunuz sanırım.
Onu da nerden çıkardınız?
-Buraların tapusu sizdeymiş gibi bir havanız var da.
Bir kahkaha patlattı tuhaf adam. Yaşlı adam konuşmaya devam etti.
-Cenazeden mi geliyorsunuz?
-Kıyafetlerimden dolayı bu kanıya vardınız sanırım. Yanlış kanı. Ama yaklaştınız.
Düşüncelerimi öldürdüm bir süre önce. Onların yasını tutuyorum şimdi.
-Neden?
-Ya onlar beni öldürecekti ya da ben onları. Ama bir gün tekrar dirilecekler, hissediyorum.
İşte o zaman aradığım soruların cevabını bulacağım.
Yaşlı adam, bu gizemli insandan etkilenmişti.
-Nasıl sorular ki bunlar beyin ölümünü gerçekleştirmiş, dedi.
Uzun bir sessizlikten sonra konuşmaya başladı bu garip adam:
- İnsanı yaşatacak bir anlam olmalı hayatta. Yıllarca peşinden koşarsın bu anlamın. Buldum
dersin, yanlış şıkkı işaretlediğini anlarsın. Önce bir mektebe yazdırırlar seni, sanırsın ki anlam
bitirmekte saklı. Bitirirsin mektebi, bir iki hafta maymun gibi dolanırsın ortalıkta. Senden
mutlusu yoktur. Sonra koca bir boşluk… Umut ah o baş belası umut, seni başka bir anlam
peşine sürükler. “Paraaa! “ dersin. Evet o lanet olası kağıt parçası. Önce salyanı temizlersin
onunla. Kölesi olursun bir süre. Peki ya sonra? Yine boşluk. Sonra aşk dersin, sonra aile
dersin, sonra…. Hep bir sonra gelir gider. Hep aynı döngü. Eninde sonunda içindeki o çöplüğe
geri dönersin. Neden yaşıyorum, kim için, ne için, amaç ne? Ah dostum düşünmekten,
yaşamaktan kafayı sıyırdım galiba. Ben de düşünmemeye karar verdim, düşüncelerimi
öldürdüm. Olur da bir gün tekrar düşünürsem o gün aradığım sorunun cevabını bulmuşum
demektir.
Ne kadar da benziyorlardı birbirlerine. Aynı ruha farklı iki beden… Yaşlı adam ne diyeceğini
bilmiyordu. Sadece:
- Sorunuza cevap bulduğunuzda bana mektup yazar mısınız, diyebildi.
-Neden kendimi yorayım ki? Siz kimsiniz ki?
-Hiç kimseyim. Sadece belki sizin gibi bir adamın düşüncelerinin ölmesine engel olursunuz.
Her zaman yanında taşıdığı kalem ve yıpranmış not defterini çıkarıp adresini yazdı. Adama uzattı:
-Bekleyeceğim…
Adamın cevap vermesini beklemeyip hızla uzaklaştı oradan. Belki de olumsuz tek bir cümle
duymak istemiyordu. Ah şu umut, musallat olmuştu bir kere insan denen varlığa.
Gelme ihtimali düşük olan bir mektup yıllarca umut olabilir miydi bir insana? Çaresizse evet,
denize düşen yılana sarılır misali.Uzun bir süre gelen mektuba baktı. Gözlerindeki nemi aldı.
“Ya şimdi ya hiç.” Diyerek zarfı yavaşça açtı:
“Sevgili dostum
Aslında seninle hiç dost olmadık. Bütün hikayemiz ayaküstü konuştuğumuz o on dakikadan
ibaret sadece. Ama ben sana dostum demek istiyorum. Nedenini sorarsan cevabını ben de
bilmiyorum. Bazı soruların cevabı yok sanırım. Ya da o kuş beynimizin sınırları dışında bir
cevap vardır belki de, kim bilir? Bilirsin hepimiz zamanından habersiz dünyayı terk edeceğimiz
günü bekliyoruz. “Zamanından habersizlik” gereksiz bir özgüven ve cesaret veriyor insana.
Ama ben zamanımdan habersiz değilim artık. Kalbimde kurulu sayacım geriye doğru
çalışmaya başladı. En değerlimi nasıl da değersizleştirmişim yıllarca. İntikam almak
istercesine hastanelik etti beni. Doktor kitledi gözlerini gözlerime “Gebereceksin” dedi. Yahu
bu kadar kolay mıydı?
Dostum bir kutuya hapsettiler beni. Artık tüm günlerimi burada geçiriyorum. Görecektin,
hastaneyi birbirine katışımı. İnsan nefes alamadan yaşar mı? Ben yaşadım işte. Sonradan fark
ettim ki ne çok insan varmış burada. İşin garibi gülümsüyorlardı . Bunlar aptal mı? Hayır,
hayır! Tüm insanları aptal zannederken en büyük aptalın ben olduğum gerçeğini nasıl da fark
edememişim?
Biliyor musun düşüncelerimin dirilmesine izin verdim. Ve sanırım bazı cevaplar
buldum.Yıllarca kocaman anlamlar beklemişim hayatan. Halbuki küçük anlamlarla
yaşanılıyormuş hayat. Bir arkadaşım var burada, ismi Efe. Henüz dokuz yaşında. Yataklarımız
yan yana. Geceleri horlayınca sabah sahil kenarından topladığı taşları fırlatıyor bana. Ne
acayip çocuk… Bir gülüşün, ufak bir dokunuşun insanın gününü ne kadar da anlamlandırdığını
geç anladım. Bu geç kalmışlıkların pişmanlığı var üzerimde. Efe’den bahsediyorum. Kara kuru
bir şey ama nasıl güzel gülüyor. Bir canım daha olsa onun gülüşüne verebilirdim. Elimi
tutuyor, bahçede geziyoruz, sahilde taş topluyoruz… Ama erkenden dönüyoruz küçük
dünyamıza. Yoruluyor Efe. Yorulmaması lazım dostum. O benim kadar güçlü değil. Her sabah
birlikte kuş seslerini dinliyoruz. Nasıl bir büyüsü var bir bilsen. Yıllardır bu sesleri duymamak
için ne kadar da çok çırpınmışım. Bir insan işiten bir sağır olabilir mi?
Küçük anlamlar lazım bize dostum. Bu anlam bizle büyümeli, bizle beslenmeli. Koca koca
anlamlar ararken aşımdan, eşimden, işimden oldum ve şimdi de hayatımdan… Yazılacak çok
şey var ama ben daha yazamıyorum. Buna gücüm kalmadı. Belki yeni kurduğum dünyamı
görmek istersin diye zarfın arkasına bir adres bırakıyorum. Gelirken iki demet çiçek getirmeyi unutma.”
Düşündü… Düşündü…
Yıllardır beklediği mektupta bir adamın kafasındaki soruların cevabını okuyordu. Ama bu
kendisinin de cevabı olur muydu? Aynı soruları sormuşlardı. Ama birinin bulduğu cevap
ötekinin cevabı olamıyordu, olamazdı. Tek soru, binlerce doğru cevap… Bir sorunun tek bir
cevabının olmadığını fark etmesi, galiba tüm mesele buydu. Kendisinin cevabı neydi peki?
Cevap olmak zorunda mıydı? Hayatın anlamı anlamsızlığında saklı olabilir miydi? Hafifçe
tebessüm etti, yorgun dudaklarından birkaç kelime döküldü: “Sanırım anlam, anlamsızlığı kabullenmektir."
48 Beğeni
Bu sabah, rüyamda onu görerek uyandım. Ne garip! İlaç da kullanmıyordum oysa. Meğer aradan üç yıl geçmiş. Hiç görüşmemişiz bu esnada. Evlenmiş. İyice çökmüş, Kilo alıp göbek yapmış. Saçları beyazlamış . Oldukça farklı görünüyordu. Annesine çok benzemişti.
Beni tekrar gördüğünde heyecanlandı. Yine görüştüğümüze sevinmiş gibiydi. Ben ise ona bir adım yakında ancak çok uzaktan bakar gibiydim. Duygularımın hala değişmediğini görmek hoşuma gitmemişti. Onu hala seviyor, hala gözlerine bakmaya çekiniyordum.
Ne garip... nedense mesafeli davrandım. O ise aksini umuyor gibiydi. Pek muhabbet etmeden aralarına karışacak başka arkadaşlar aradım. Sonra sessizce veda bile etmeden ayrıldım salondan. Bir rüyadan çok gelecekten bir kesit görmüş gibiydim. Kendimin fiziksel ve duygusal açıdan pek de değişmediğimi görmek ise beni uyandıktan sonra çok şaşırttı. Ne yalan söyleyeyim hoşuma da gitmişti. Bu rüyayı bir türlü anlamlandıramamıştım. Buna cesaretim mi yok yoksa umursamadım mi bilmiyorum.
(2014)
Beni tekrar gördüğünde heyecanlandı. Yine görüştüğümüze sevinmiş gibiydi. Ben ise ona bir adım yakında ancak çok uzaktan bakar gibiydim. Duygularımın hala değişmediğini görmek hoşuma gitmemişti. Onu hala seviyor, hala gözlerine bakmaya çekiniyordum.
Ne garip... nedense mesafeli davrandım. O ise aksini umuyor gibiydi. Pek muhabbet etmeden aralarına karışacak başka arkadaşlar aradım. Sonra sessizce veda bile etmeden ayrıldım salondan. Bir rüyadan çok gelecekten bir kesit görmüş gibiydim. Kendimin fiziksel ve duygusal açıdan pek de değişmediğimi görmek ise beni uyandıktan sonra çok şaşırttı. Ne yalan söyleyeyim hoşuma da gitmişti. Bu rüyayı bir türlü anlamlandıramamıştım. Buna cesaretim mi yok yoksa umursamadım mi bilmiyorum.
(2014)
Beğenin
doğdu
ve sonra
öldü.
başladı
ve sonra
bitti.
doğan her şey ölür çünkü
ve
başlayan her şey biter...
ve sonra
öldü.
başladı
ve sonra
bitti.
doğan her şey ölür çünkü
ve
başlayan her şey biter...
5 Beğeni
- Peki kuş yok mu anne ?
- Aa evet kocaman bir kuş var hemde kocaman kanatlarını açmış ve yere iniyor gibi ,güzel haberler getirecek sana
-Balık yok mu anne ?
Diğer kız kardeşi hemen atıldı "kelebek yok mu anne " diye
-Var Bitanem bak fincanın her tarafında ,çok güzel kelebekler uçuşuyor .Melek gibiler, etrafınızda dönüp duruyorlar ,onlar sizi koruyorlar deyiverdi.
"Yeter artık haydi artık uyuyun bakayım ,gözlerinizi kapatın."deyip çocukları yataklarına yatırdı.
Mutluluk ve huzur dedi içinden...Onlara baktığında tek gördüğü şeyin tarifini yapmıştı.Öğleden sonra uyku saatleri olduğu için ikisi de hemencecik uyudular.Ne kadar da hızlı büyümüşlerdi diye düşünüp mutfağa yöneldi ve tabak raflarının arasına sakladığı sigara paketini aldı, paketin içinden bir tane alıp yaktı ve uzun bir nefes çekti...Saate baktı ve telaşla hazırlanmaya başladı.Çoçukarı yeni uyutmuştu ve saatlerce uyanmazlardı.mantosunu giyip evden çıktı, sağına soluna bakındı sonra durağa doğru yürüdü .Hemen ilk gelen dağkapı -ofis dolmuşunu durdurup bindi.15 dakika sonra şoföre ineceğini söyleyip mahalle başında indi.Pek uzak bir mahalleye gelmemişti.Dört blok ötedeki bir mahalleydi.Genelde perşembe günleri burada pazar kurulurdu ve pazar için çocuklarıyla buraya gelirlerdi.Etrafına tekrar bakındı tanınmamak ister gibi bir hali vardı.Dışarıdan çok sağlam ama bir o kadar da eski bir apartman olan tuna apartmanın önünde durdu.Apartmanın ikinci katına çıkıp hep olan heyecan ve tedirginlik yine üstündeydi. kapıyı çaldı...
Devamını yazmadığım bir öykü
- Aa evet kocaman bir kuş var hemde kocaman kanatlarını açmış ve yere iniyor gibi ,güzel haberler getirecek sana
-Balık yok mu anne ?
Diğer kız kardeşi hemen atıldı "kelebek yok mu anne " diye
-Var Bitanem bak fincanın her tarafında ,çok güzel kelebekler uçuşuyor .Melek gibiler, etrafınızda dönüp duruyorlar ,onlar sizi koruyorlar deyiverdi.
"Yeter artık haydi artık uyuyun bakayım ,gözlerinizi kapatın."deyip çocukları yataklarına yatırdı.
Mutluluk ve huzur dedi içinden...Onlara baktığında tek gördüğü şeyin tarifini yapmıştı.Öğleden sonra uyku saatleri olduğu için ikisi de hemencecik uyudular.Ne kadar da hızlı büyümüşlerdi diye düşünüp mutfağa yöneldi ve tabak raflarının arasına sakladığı sigara paketini aldı, paketin içinden bir tane alıp yaktı ve uzun bir nefes çekti...Saate baktı ve telaşla hazırlanmaya başladı.Çoçukarı yeni uyutmuştu ve saatlerce uyanmazlardı.mantosunu giyip evden çıktı, sağına soluna bakındı sonra durağa doğru yürüdü .Hemen ilk gelen dağkapı -ofis dolmuşunu durdurup bindi.15 dakika sonra şoföre ineceğini söyleyip mahalle başında indi.Pek uzak bir mahalleye gelmemişti.Dört blok ötedeki bir mahalleydi.Genelde perşembe günleri burada pazar kurulurdu ve pazar için çocuklarıyla buraya gelirlerdi.Etrafına tekrar bakındı tanınmamak ister gibi bir hali vardı.Dışarıdan çok sağlam ama bir o kadar da eski bir apartman olan tuna apartmanın önünde durdu.Apartmanın ikinci katına çıkıp hep olan heyecan ve tedirginlik yine üstündeydi. kapıyı çaldı...
Devamını yazmadığım bir öykü
2 Beğeni
Herkes geçer diyor.Geçer mi ?.Herkes ne bilir acımı ?Her gün biraz daha acır, sonra, biraz daha ve biraz daha ve biraz daha... Ama en sonunda ne olur biliyor musun? O acı geçmez! Evet geçmez. Geçti sanırsın ama geçmez... Örneğin, alışverişe çıkarsın bir mağazaya girersin, Öyle bir şarkı çalmaya başlar ki hatırlatır ve dağılırsın. Geçer sanırsın ama geçmez. Daha az akla gelmeye başlar, alışıyorum galiba dersin. Arkadaşlardan biri görmüştür onu biriyle bir yerde bir şeyler içerken... Boğazın kurur, yutkunamazsın sadece su istersin ve geçmesini... Telefonun ekranında duvar kâğıdı değildir artık, kendinden bile sakladığın bir fotoğrafını görürsün aklındaki galeride. Gözüne çarpar, beynine dank diye vurur ve dağıtırsın ama geçmez. Rehberden adını silmişsindir, numara aklından geçip gitmez. Oturduğu semtin otobüsü önünden geçer sen durakta gözlerin dolmuş beklerken.
Defalarca doğru durakta inme telaşı yaşadığın o toplu taşıma faaliyeti gözden yaş taşırma hareketine döner. Binmezsin, binemezsin... Yine geçti sanırsın, unuttum dersin. Ama geçmez... Adına bir filmde rastlarsın, alelade bir radyo programının canlı bağlantı kısmında istek bir şarkı üzerine.“Sezen Aksu -Vazgeçtim” talep olunmuştur... Çalınır ama o şarkıdaki gibi asla geçilmez. Acır canın o kadar acır ki geçmesi için kendinin ya da başkasının canını yakmayı düşünürsün ama içindeki acı geçmez. Birilerini öpüşürken gördüğünde gözünüze çarpan ani bir düşünce ile sarsılır dudağın bir başka dudağa geçme eylemi ve ardından gelen... O da birini öpüyor mudur acaba sorusu ve muhtemeldir öpmesi... Canın acır için kanar, geçmez... Başka birini basmak istersin kanayan yarana. Saçı onun gibidir, gözleri onunkiler gibi kocaman... Sesi onunki gibi ince... Bakarsın, gördüğün kişiyi gerçekten görüp görmediğine, hayır o değildir... Hayal kırılır, parçalar esner. Dağılır, ama geçmez. Canın Acır ama geçmez... Ve sen... Lütfen kimseyi, yorganın altında gözyaşlarını pijamanın koluyla silecek kadar sevme... (2009)
Defalarca doğru durakta inme telaşı yaşadığın o toplu taşıma faaliyeti gözden yaş taşırma hareketine döner. Binmezsin, binemezsin... Yine geçti sanırsın, unuttum dersin. Ama geçmez... Adına bir filmde rastlarsın, alelade bir radyo programının canlı bağlantı kısmında istek bir şarkı üzerine.“Sezen Aksu -Vazgeçtim” talep olunmuştur... Çalınır ama o şarkıdaki gibi asla geçilmez. Acır canın o kadar acır ki geçmesi için kendinin ya da başkasının canını yakmayı düşünürsün ama içindeki acı geçmez. Birilerini öpüşürken gördüğünde gözünüze çarpan ani bir düşünce ile sarsılır dudağın bir başka dudağa geçme eylemi ve ardından gelen... O da birini öpüyor mudur acaba sorusu ve muhtemeldir öpmesi... Canın acır için kanar, geçmez... Başka birini basmak istersin kanayan yarana. Saçı onun gibidir, gözleri onunkiler gibi kocaman... Sesi onunki gibi ince... Bakarsın, gördüğün kişiyi gerçekten görüp görmediğine, hayır o değildir... Hayal kırılır, parçalar esner. Dağılır, ama geçmez. Canın Acır ama geçmez... Ve sen... Lütfen kimseyi, yorganın altında gözyaşlarını pijamanın koluyla silecek kadar sevme... (2009)
3 Beğeni
Biz aslında hiç sevgili olmayalım... İstanbul'un en işlek caddesinde sen benim sırtıma bin ve ben koşayım, sen de avazın çıktığı kadar 'Hayat Çoooook Guzel 'de. Vapura kaçak binelim ve ininceye kadar kıs kıs gülüşelim.
Biz hiç sevgili olmayalım, sen 'hadi kalk' de ben de hiç hiçbir şey söylemeden tamam diyip sana takılayım. İki bira alalım ve sahil kenarına gidelim. Sen omzumda uyu ve ben bu mutlulukla sabaha kadar uyanık kalayım. Biz hiç bağlanmayalım... Sen yol ortasında şapkamı alıp kaç, bende şapka bahanesiyle peşinden koşayım seni tutayım ve birlikte yere düşelim, gözlerimiz kitlensin ve sen omzuma vurup açıktım yemek yiyelim de. İki ekmek arası balık yiyelim. Bazen paramızı tükettiğimizde bir simit alalım üçe bölelim son kısmını da martılara atalım.
Biz aslında hiç kıskanmayalım birbirimizi... Caddede bir banka oturup sen erkeklere laf at ben kıskandığımı belli etmemek için kızlara laf atayım ve sen ,"bu kıza mı laf attın "diyip omzuma vur bense vurduğun yeri ovayım. Aslında biz birbirimizi hiç düşünmeyelim... Gecenin bir vakti beni aradığında endişeli bir şeklide "ne oldu iyi misin" diyeyim, sen sevdiğini sandığın erkek arkadaşını anlatmaya başla bende üzüldüğümü, kırıldığımı belli etmeden seni teselli edeyim. Sen uyu bense o gece hep seni düşüneyim.
Aslında biz hiç ellerimizi tutmayalım... Sen sevgili sandığın kişi için ağlayıp bana gel omzumda ağla bense içim titreyerek geçecek diyip ellerini tutayım ve hiç bırakmayayım. Aslında biz hiç yalan söylemeyelim... Sen hep bana neden bir kız arkadaşın yok de bende yalana sığınıp yanımda senin gibi çirkin biri olduğu müddetçe kızlar asla bakmaz bana diyeyim. Sen yine omzuma vurup gül.
Biz aslında hiç aşık olmayalım... Sen beni bir sığınacağın liman olarak gör ve bir sorun olduğunda sığın bu limana, unutma bu limanda her zaman sana ait bir omuz seni bekleyecek. Çünkü biz hiç sevgili gibi olamayacağız, düşünmeyeceğiz birbirimizi, hiç yalan söylemeyeceğiz, sevgililerimizi anlatacağız hep birbirimize, biz birbirimize hiç aşık olmayacağız... ya da sen hep Aşkım kalacaksın. (2008)
Biz hiç sevgili olmayalım, sen 'hadi kalk' de ben de hiç hiçbir şey söylemeden tamam diyip sana takılayım. İki bira alalım ve sahil kenarına gidelim. Sen omzumda uyu ve ben bu mutlulukla sabaha kadar uyanık kalayım. Biz hiç bağlanmayalım... Sen yol ortasında şapkamı alıp kaç, bende şapka bahanesiyle peşinden koşayım seni tutayım ve birlikte yere düşelim, gözlerimiz kitlensin ve sen omzuma vurup açıktım yemek yiyelim de. İki ekmek arası balık yiyelim. Bazen paramızı tükettiğimizde bir simit alalım üçe bölelim son kısmını da martılara atalım.
Biz aslında hiç kıskanmayalım birbirimizi... Caddede bir banka oturup sen erkeklere laf at ben kıskandığımı belli etmemek için kızlara laf atayım ve sen ,"bu kıza mı laf attın "diyip omzuma vur bense vurduğun yeri ovayım. Aslında biz birbirimizi hiç düşünmeyelim... Gecenin bir vakti beni aradığında endişeli bir şeklide "ne oldu iyi misin" diyeyim, sen sevdiğini sandığın erkek arkadaşını anlatmaya başla bende üzüldüğümü, kırıldığımı belli etmeden seni teselli edeyim. Sen uyu bense o gece hep seni düşüneyim.
Aslında biz hiç ellerimizi tutmayalım... Sen sevgili sandığın kişi için ağlayıp bana gel omzumda ağla bense içim titreyerek geçecek diyip ellerini tutayım ve hiç bırakmayayım. Aslında biz hiç yalan söylemeyelim... Sen hep bana neden bir kız arkadaşın yok de bende yalana sığınıp yanımda senin gibi çirkin biri olduğu müddetçe kızlar asla bakmaz bana diyeyim. Sen yine omzuma vurup gül.
Biz aslında hiç aşık olmayalım... Sen beni bir sığınacağın liman olarak gör ve bir sorun olduğunda sığın bu limana, unutma bu limanda her zaman sana ait bir omuz seni bekleyecek. Çünkü biz hiç sevgili gibi olamayacağız, düşünmeyeceğiz birbirimizi, hiç yalan söylemeyeceğiz, sevgililerimizi anlatacağız hep birbirimize, biz birbirimize hiç aşık olmayacağız... ya da sen hep Aşkım kalacaksın. (2008)
3 Beğeni
Kibritim ıslak sigaram yanmıyor ne olur bir ateş...
Tenimin ilk aldanışı değil bu ilk değil sönüşü umutlarımın.
Ben bu denizin son kıyısıyım bir gemi gibi bir iskele arayışındayım halen.
İlk defa bu yürek kırılmıyor ilk kez yalnız kalmıyorum koca dünyada
Ve ilk defa dolaptaki süt kutusunu kendim açmıyorum…
Bir yağmur mevsimi sevişmelere hasretim
Biraz ıslak ve titrek bir yürekle Delinmiş gök kubbenin altında…
Umulmadık sonların özlemi içindeyim
Burgu burgu sancısı özlemlerin sonu gelecek diye bekleyişlerdeyim.
Bir ucu görülmeyen yoldu ayıran onları
O, yolun ortasında, ben ise yolun neresindeydim
Şimdi unuttum yüzünü ama benim gözlerim aklımda.
Uzun kirpikler ıslak ve dertli ağlamaklı bir yüz
O yorgun o seviyordu o sanırım ağlıyordu
Eğer ki kederse gidilen yol taş olduğu içindir dedim
Kaldırım taşları erimediyse
Derken kalabalık içinde kayboldu ansızın korkunç yalnızlığıyla baş başa
Yol ortasında bir adam kaldı sadece.
(2000)
Tenimin ilk aldanışı değil bu ilk değil sönüşü umutlarımın.
Ben bu denizin son kıyısıyım bir gemi gibi bir iskele arayışındayım halen.
İlk defa bu yürek kırılmıyor ilk kez yalnız kalmıyorum koca dünyada
Ve ilk defa dolaptaki süt kutusunu kendim açmıyorum…
Bir yağmur mevsimi sevişmelere hasretim
Biraz ıslak ve titrek bir yürekle Delinmiş gök kubbenin altında…
Umulmadık sonların özlemi içindeyim
Burgu burgu sancısı özlemlerin sonu gelecek diye bekleyişlerdeyim.
Bir ucu görülmeyen yoldu ayıran onları
O, yolun ortasında, ben ise yolun neresindeydim
Şimdi unuttum yüzünü ama benim gözlerim aklımda.
Uzun kirpikler ıslak ve dertli ağlamaklı bir yüz
O yorgun o seviyordu o sanırım ağlıyordu
Eğer ki kederse gidilen yol taş olduğu içindir dedim
Kaldırım taşları erimediyse
Derken kalabalık içinde kayboldu ansızın korkunç yalnızlığıyla baş başa
Yol ortasında bir adam kaldı sadece.
(2000)
2 Beğeni
Tam karşımdaki masada oturuyordun. Yanındakiler durmaksızın bir şeyler anlatıyorlardı sana. İlgini toplayıp onları dinleyemiyor gibiydin… Gözlerin sağa sola kayıyor, ara sıra şöyle derin bir nefes alıp içini çekiyordun. O gün bambaşkaydın. Bambaşka bir hava esiyordu etrafında. Bambaşka, tarifsiz bir sihirle çepeçevre kuşatılmış gibiydin. İşte o an, gözlerin benden yana çevrildiler. Bakışlarımız buluşup kenetlenmişti. Bu çekim alanından kendimi kurtarmak istiyor ama tutsak gözlerime sözümü geçiremiyordum. Bir hipnoz, bir büyü ya da daha öte bir gizli güç sonrası sonsuzluk…
Kiliseden yükselen çan sesi, bir yıldırım düşmesi ya da bir lisenin teneffüs zili, fark eder mi, bir tanesi sonlandırmıştı bu yoğunluğu. Kalkıp ayrı kapılara yönelmiştik bizim seçimimizdi farklı yolları seçmek, bizim seçimimizdi konuşmadan anlaşmak. Böyle olması gerektiğine inanıyorduk. Böyle olmalıydı, yalana ne gerek. Buna mecburduk! Belki farklı zamanlarda göz açışımızdan hayata, belki yanlış bir yerde bakışlarımızın kesişmesinden, belki diğerlerinin bizden güçlü olduğunu bilmektendi vuslatsızlık. Düpedüz korkuyorduk, ondandı benim kekeleyişlerim, ondandı senin her daim mahcup edan.
Bağlanmıştık ama günahtı birleşmemiz, bağlanmıştık ama gölgesi olamıyorduk birbirimizin. Teğet geçiyordu siluetlerimiz. Yasaktı. İmkanszdı
Nasıl ki akreple yelkovan el ele verip uzaklaşamazlarsa bu diyarlardan, mecburiyet varsa, canlarının bir köşesi mızrakla delinmiş ve bağlanmışken birbirlerine, yine de kavuşamıyorlarsa; öyle bir şeydi yaşadığımız…
Karanlık gecelerde yalnızca seslerimiz buluşabiliyordu kuytularda, biz refakat edemiyorduk onlara. Ben umudun şarkısını mırıldanıyordum, sen imkânsızlığın…
Cesur olan bendim galiba. Sen söndürdükçe, ben küllerinden doğuruyordum ümit kıvılcımlarını. Sen yine söndürüyordun sonra onları…
Ateşten korkuyordun. Ateşimden korkuyordun! Ortaçağdaki hapishanelerin yahut mahzenlerdeki zindanların duvarlarını süsleyen, görkemli lakin ürkütücü meşalelere benzetiyordun ateşimi. Ateşi içinde hissetmenin, prangalara vurulmak, dahası linç edilmek anlamına geldiğini biliyordun. Oysa prangalara da vurulsak, umudu var edebilirdik doğan yeni günlerde.
Sevmenin suç olmadığı, esaret gerektirmediği ülkeleri de yazıyordu kitaplar. Kitaplar ki sayfalarca okuduğum, adındaki harflerin mükemmelliğini ve tılsımını çözmeye çalıştığım yegâne kaynakçam. Razıydım ben prangalara da, tutsaklığa da, giyotine de…
Ya da bir ömür boyu kaçak hayatı sürmeye razıydım; her daim o diğerlerinin baskısını ve soluğunu hissetmek pahasına omzumda.
Kaçsak, belki bulabilirdik cenneti belki takip etsek o beyaz kuşları, erebilirdik huzura.
Uykusuzluğu, şarkıları, şairin bahsettiği mecburluğu, acı kahveleri, mimozaları, “yeşili” ya da rüyaları paylaşabilirdik, buna benim kadar inansan ama yenememiştin bir türlü gelecek kaygısını, gölgelerimizin uymadığını söyleyenlerin sözlerine kulak tıkayamamıştın ve vazgeçememiştin parmaklarını kütürdetmekten.
Ben seni hiç özleyememiştim yahut çıldırmıştım özlemekten, sen, bir elinde uzak diyarlara seyahat belgen ya da kaçışın, dikildiğin vakit karşıma, fark ettiysen “elveda” dememiştim sana. Çünkü yelkovanla akrep ayrılamazdı birbirinden. Yelkovan uzaklaştığını sana dursun, volta atmaktan ötesini yapamazdı akrebin etrafında.
Ve sevgi, geçmişe ışık tutmaktansa, gelecekle ilgilenirdi. Yelkovan bir bunu bilemedi, oysa akrebin tek istediği, yelkovanın “belki yine gelirim” demeyeceği bir gelecekti.
Çünkü yelkovan, er geç gelecekti.
Kiliseden yükselen çan sesi, bir yıldırım düşmesi ya da bir lisenin teneffüs zili, fark eder mi, bir tanesi sonlandırmıştı bu yoğunluğu. Kalkıp ayrı kapılara yönelmiştik bizim seçimimizdi farklı yolları seçmek, bizim seçimimizdi konuşmadan anlaşmak. Böyle olması gerektiğine inanıyorduk. Böyle olmalıydı, yalana ne gerek. Buna mecburduk! Belki farklı zamanlarda göz açışımızdan hayata, belki yanlış bir yerde bakışlarımızın kesişmesinden, belki diğerlerinin bizden güçlü olduğunu bilmektendi vuslatsızlık. Düpedüz korkuyorduk, ondandı benim kekeleyişlerim, ondandı senin her daim mahcup edan.
Bağlanmıştık ama günahtı birleşmemiz, bağlanmıştık ama gölgesi olamıyorduk birbirimizin. Teğet geçiyordu siluetlerimiz. Yasaktı. İmkanszdı
Nasıl ki akreple yelkovan el ele verip uzaklaşamazlarsa bu diyarlardan, mecburiyet varsa, canlarının bir köşesi mızrakla delinmiş ve bağlanmışken birbirlerine, yine de kavuşamıyorlarsa; öyle bir şeydi yaşadığımız…
Karanlık gecelerde yalnızca seslerimiz buluşabiliyordu kuytularda, biz refakat edemiyorduk onlara. Ben umudun şarkısını mırıldanıyordum, sen imkânsızlığın…
Cesur olan bendim galiba. Sen söndürdükçe, ben küllerinden doğuruyordum ümit kıvılcımlarını. Sen yine söndürüyordun sonra onları…
Ateşten korkuyordun. Ateşimden korkuyordun! Ortaçağdaki hapishanelerin yahut mahzenlerdeki zindanların duvarlarını süsleyen, görkemli lakin ürkütücü meşalelere benzetiyordun ateşimi. Ateşi içinde hissetmenin, prangalara vurulmak, dahası linç edilmek anlamına geldiğini biliyordun. Oysa prangalara da vurulsak, umudu var edebilirdik doğan yeni günlerde.
Sevmenin suç olmadığı, esaret gerektirmediği ülkeleri de yazıyordu kitaplar. Kitaplar ki sayfalarca okuduğum, adındaki harflerin mükemmelliğini ve tılsımını çözmeye çalıştığım yegâne kaynakçam. Razıydım ben prangalara da, tutsaklığa da, giyotine de…
Ya da bir ömür boyu kaçak hayatı sürmeye razıydım; her daim o diğerlerinin baskısını ve soluğunu hissetmek pahasına omzumda.
Kaçsak, belki bulabilirdik cenneti belki takip etsek o beyaz kuşları, erebilirdik huzura.
Uykusuzluğu, şarkıları, şairin bahsettiği mecburluğu, acı kahveleri, mimozaları, “yeşili” ya da rüyaları paylaşabilirdik, buna benim kadar inansan ama yenememiştin bir türlü gelecek kaygısını, gölgelerimizin uymadığını söyleyenlerin sözlerine kulak tıkayamamıştın ve vazgeçememiştin parmaklarını kütürdetmekten.
Ben seni hiç özleyememiştim yahut çıldırmıştım özlemekten, sen, bir elinde uzak diyarlara seyahat belgen ya da kaçışın, dikildiğin vakit karşıma, fark ettiysen “elveda” dememiştim sana. Çünkü yelkovanla akrep ayrılamazdı birbirinden. Yelkovan uzaklaştığını sana dursun, volta atmaktan ötesini yapamazdı akrebin etrafında.
Ve sevgi, geçmişe ışık tutmaktansa, gelecekle ilgilenirdi. Yelkovan bir bunu bilemedi, oysa akrebin tek istediği, yelkovanın “belki yine gelirim” demeyeceği bir gelecekti.
Çünkü yelkovan, er geç gelecekti.
2 Beğeni
Bu sayfada yayınlanan öykü ve şiirlerin tüm hakları yazarlarına aittir ve üye yazarlarımız tarafından TavsiyeEdiyorum.com Öykü ve Şiirler kütüphanesinde yayınlanmak üzere gönderilmiştir. Burada yer alan eserler yazarlarından önceden izin alınmaksınız başka platformlarda yayınlamaz, sadece kaynak gösterilerek ve yazar ismi zikredilerek KISA ALINTILAR yapılabilir. Aksine davranış Fikir ve Sanat Eserleri yasasına aykırılık teşkil edecektir.
|