2007'den Bugüne 93,018 Tavsiye, 28,354 Uzman ve 20,062 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!


Psk.Sümeyra DEMİR KAYA'nın Öykü ve Şiirleri
Psk.Sümeyra DEMİR KAYA
  1. Ben, Ben miyim? ÖYKÜ | Haziran 2024
  2. Hayat Kırıklığı ÖYKÜ | Ağustos 2022
  3. Sancı ÖYKÜ | Ocak 2022
Facebook'ta paylaş Twitter'da paylaş Linkin'de paylaş Pinterest'de paylaş Epostayla Paylaş
 Yazarla İletişim  


Ben, Ben miyim?
ÖYKÜ © | Yayın Haziran 2024
—Bugün maskemi çıkaracağım.
—İki yıl oldu, neden şimdi? Açıkçası artık merak da etmiyorum.

Nu, bencil Nu! Aptal Nu! Ama en yakın arkadaşım Nu…

Nu’yla iki yıl önce tanıştık; her şeyden bıkmış, usanmış, yaşama sevincimin yok denecek kadar az olduğu bir dönemde… İnsanlardan kaçıyordum. En ağır yük ‘O’nlardı. Sizce de öyle değil mi? En ağır yük onlar değil mi? Bıraksan sırtına binip dehhh diyecek; bir de üstüne anasını, bacısını, dıdısının dıdısını da bindirecek. Kendi kötülüklerini seni yargılayarak, yakarak, yıkarak temizleyecekler. Senden her şey isteyecekler ama hiçbir zaman tatmin olmayacaklar. Hep daha fazlasını isteyecekler. Mükemmeli sereceksin önlerine, bu tarafı yamuk oldu diyecekler. Hep bir beklenti, hep sonsuz beklenti. Kendi dünyalarının kurallarını kafana vura vura anlatacaklar; uymazsan kötüsün, uyumsuzsun, iğrençsin, öldürün onuu! Ne istediğinizin, ne olduğunuzun ve ne hissettiğinizin önemi yok. Sen kimsin ki? Topluma uyacaksın, onu sorgulamayacaksın, ona canını feda edeceksin… Yaşasın –mış- gibi yaşayıp sinsice ölenlere!

Durun daha bitmedi. Fikrin yamuk diyecekler, hemen estetik merkezine koşacaksın;
e zikrin de yamuk diyecekler! Onlara benzemekten korkacaksın ki çoğumuz onlara benzeyip insan avına çıkacak. Benim gibilerse kafası karışıkların bir üyesi olacak.

Ya da ben mi çok takıntılıyım, her şeyi felaketleştiriyor muyum? En ufak olumsuz bir şeyi kafama günlerce, haftalarca takabiliyorum. Bazen düşünmekten başım ağrıyor, içim sıkışıyor, ben ben olmaktan çıkıyorum: Ölü bir canlı! Acaba beynimizde bir filtre mi var? Her düşüncenin olayın bizi etkilememesi için… Benimki bozuk galiba. Baksanıza; önüne geleni alıyor. Çarkına tükürdüğümün filtresi!

Bir kavak ağacının dibinde oturmuş, karışmış kafamla karmakarışık bulutları izliyordum. Sinsi Nu! Ne zaman geleceği belli olmaz. Birden yanımda beliriverdi yüzünde bir maskeyle.Beni izliyordu. Yoksa ben mi öyle sanıyordum. Yok, baksana şu delici gözlere; beni izlememesi mümkün mü, devirecek birazdan beni:

— Kimsin?
— Asıl sen kimsin?
— Ben mi? Kimsem kimim. Bu soruyu sormak benim hakkım. Beni dikizleyen sensin. Üstelik rahatsız oldum bakışlarından, deli misin nesin?
—Nu ben… Her gün bu saatlerde bu kavak ağacının altına gelip dinlenirim.
—Emin misin her gün bu saatlerde buraya ben de geliyorum. Seni hiç görmedim. Neyse! Sessizce oturacak mıyız yoksa beni rahatsız mı edeceksin?
—Tercih senin.

Hıh! Tercih benimmiş. Ben kaçıyorum, ısrarla geliyorsunuz. Belki kafası karışıklardandır bu da. Sessizce oturdu yanıma. Put gibi duruyor, yüzünde de tuhaf bir maske var:

—Hasta mısın sen?
—Öyle mi görünüyorum?
—Maske takmışsın, ondan sordum. Ayrıca ne garip bir maske bu!

Sustu, cevap vermedi. Kim bilir ne derdi var. Şimdi üzüldüm bak, fazla kurcalamamalıyım.

İşte bizim Nu ile hikayemiz böyle başladı. Ne zaman dünyadan soyutlanmak istesem kavak ağacımıza koşup Nu ile buluşuyordum. Beni dinliyor, anlıyor, yargılamıyordu. Galiba insanoğlunun en büyük ihtiyacı bu, yoksa boşuna der miydi George Orwell: “ Belki de insan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu.” diye. Tutsak bir sevgi neye yarar? “Benim inandığıma inanacaksın, benim sevdiğimi seveceksin, benim yaptığımı yapacaksın, benim için doğru olan senin için de doğrudur, ben… ben… ben… “ Herkes bir tanrılaşma peşinde. İnsan insanın tanrısı mıdır?

En yakın arkadaşım olmuştu Nu ama ben onu hiç tanımıyordum. Maskesini çıkarmıyor, nereli olduğunu söylemiyor, ağlamıyor,gülmüyor… Ne zaman bir şey öğrenmek istesem sessizleşir, ben konuşana kadar konuşmazdı. Ben alıcı, o vericiydi. Nu; kötü gün dostu. İyi günümde ona bir türlü ulaşamıyorum. Kavak ağacının yanında saatlerce bekliyorum ama bir türlü gelmiyor. Tesadüf mü yoksa bilinçli bir davranış mı? Halbuki benim ona anlatacağım güzel şeyler de var.

Bugün cumartesi, mevsim sonbahar… Kavak ağacımız yapraklarını dökmeye başlamış. Keşke bende de bir sonbahar olsa, yığılmış düşüncelerimi tek tek döksem, sonra yeniden tohum atsam ve yeniden doğsam. Nu geliyor:

—Nu sence ben aykırı mıyım ya da ayrık otu muyum? Ayrık otuysam ne işim var benim bu bahçede. Ne de olsa bahçede ilk koparılması gereken bu yabani otlar.
— Elma kendi dalında güzeldir.
—Ya hiçbir dala ait hissedemiyorsam. Aidiyet eksikliği yaşıyorum. Belki ait hissetseydim kendimi bir yere, daha özgür hissedebilirdim. Ama tek özgür olduğum yer burası. Gerçekten dünya hassas insanlar için cehennem mi Nu?
—Yoksa o cehennemi biz mi yaratıyoruz? Sorun insanlar mı gerçekten?
—Düşüncelerimi özgürce söyleyemiyorum, yaşayamıyorum. Yaşamak istediğimde hep bir eleştiri, hep bir dışlama... Ben onların hiçbir alanına müdahale etmezken onlar her fırsatta benim alanlarıma müdahale etmeye çalışıyorlar.
—Çünkü sen bir aptalsın! Korkaksın! Şikayetlerinin sonu yok; insanlar böyle, insanlar şöyle… Bak haklısın; çoğu insan yargılamayı, müdahaleyi, başkasının hayatına burnunu sokmayı sever ve bunu değiştiremezsin. Bir şeyi değiştiremediğinde ya okları kendine doğrultacaksın ya da umutsuzluk ve mutsuzluğun pençesinden kurtulamayacaksın.
—Peki Nu, oklar şimdi bende. Ben neden bu kadar takıntılıyım? İnsanların yaptıkları beni niye bu kadar üzüyor, sarsıyor?
—İnsanları tanrılaştırıyorsun. Sen kul, onlar ise tanrı. Onlar tarafından sürekli anlaşılmak, onaylanmak, beğenilmek istiyorsun. Ama aynı zamanda kendin olmak, özgür olmak istiyorsun. Kendin olduğun birçok yerde yargılanırsın, unutma bunu! İnsanları tanrılaştırmayı bırak. Hiçbirimiz en özel ve en doğru değiliz. Hepimiz ortalamayız. Herkes kendi aleminde özel ve doğrudur. Senin alemine saygı duymayan insanlar olabileceği gibi saygı duyabilecek insanlar da olacak, yok mu?
—Var… Çok az…Ama var.
—Çokluk mutluluk getirmeyeceği gibi azlık da mutsuzluk getirecek diye bir durum yok. Nitelik; önemli olan bu. Vakit geçirdiğin insanlarla kaliteli zaman geçirmek; asıl mesele bu. Bir kaliteli insan bin kalitesiz insana bedeldir. Aslında bazen niteliksiz, bizi aşağıya çekmeye çalışan insanlara kendimizi kabullendirmeye çalışırken bizi yukarıya taşıyabilecek insanları göremiyoruz ya da ihmal ediyoruz onları. Ağaçta ulaşabileceğimiz olgun meyveler varken biz en tepedeki ne olduğu belirsiz meyveyi istiyoruz. Senin ısrarla o meyveyi almak istemen meyvenin suçu değil, senin suçun! ‘Az’ güzeldir ama çoğun yanında yok olur. Çoğa gitmeye çalışırken azdan da olursun. Azın seni tatmin etmesine izin ver.

Nu, en yakın arkadaşım! Rehberim! Öğretmenim! Beni ne kadar da iyi tanıyor. İçimi okuyor sanki. Her gün yenilenmiş, öğrenmiş bir şekilde eve dönüyorum. Bugün de öyle olacak. Eve gideceğim ve Nu‘nun bana öğrettiklerini düşüneceğim.

Yolda beni seven insanları düşünüyorum. Nu ‘nun dediği gibi; “çok” a ulaşmaya çalışırken onları epey ihmal ettim. Yavaş yavaş okları kendime döndürmenin verdiği acı ve hazzın birlikte dans etmesine izin veriyorum.
Seneler geçiyor ve ben galiba zihnimi terbiye ediyorum. Zor oluyor ama oluyor. Ben iyi oldukça Nu’yu daha az görüyorum. Hatırlarsanız O kötü gün dostuydu. Ama bu durum artık beni rahatsız etmemeye başladı. Hatta bazen O’nu gördüğümde huzursuz oluyorum. Neden böyle oluyor? Kendimi Nu’ya ihanet ediyormuşum gibi hissediyorum. Beni bana döndüren oydu, canavarlaşan düşüncelerime hükmetmeyi bana öğreten de oydu. Şimdi neden uzaklaşıyorum ondan? Bu durumu bugün Nu’yla konuşmaya karar veriyorum. İşte geliyor:

—Bugün maskemi çıkaracağım.
—İki yıl oldu neden şimdi? Açıkçası artık merak da etmiyorum Nu.
—Merak edip etmemen mesele değil, vakit geldi. Maskeyi çıkardığımda beni artık göremeyeceğini bil.

Nu’yu bir daha görememek… Bir şey hissedemiyorum. Duygularım söküp alınmış gibi… Maskesini çıkardı ve kayboldu.

Boğazım düğümleniyor, bağırmak istiyorum. Maskenin ardında ben varım, peki ben kimim? Sevgili Nu, seni nasıl tanıyamadım! Sevgili kendim, seni nasıl tanıyamadım! İnsan kendine yabancılaşacak kadar kör olabilir mi? Bunca yıldır en yakın arkadaşım ben miydim? Kendimle mi dertleştim? Beni ben mi iyileştirdim? Belki de iyileşmek istedim sadece? Benliğimi almışım karşıma ona tüm unuttuklarını haykırarak anlatmışım.Maskenin arkasındaki ben ile tek bedende kavuşmak. Merhaba yeni ben!
 
     16 Beğeni    
Şiir-Öykü Listesi
Hayat Kırıklığı
ÖYKÜ © | Yayın Ağustos 2022
Hayal kırıklıklarımı toplasam bir hayat kırıklığı olur. Nemli gözlerimi çantamdaki yüzüm gibi buruşmuş son mendille siliyorum.

Bir bebek büyük bir umutla sevinçle gelir dünyaya. Bakmayın siz onun ağlamalarına. Biraz naz kimseyi öldürmez. Saftır, koskoca dünya karşısında elbette korkacaktır ama onu koruyup kollayacak dağlar vardır: anne, baba… Böyle düşünür, böyle umar ve böyle doğar. Doğduğun ev kaderinmiş ya, seçemediğinin verdiği ağırlık veya hafiflik…

İlk hayal kırıklığım doğduğum evde başladı. Bir bebek ne ister? “Karnım tok sırtım pek” mi? Hayır efendim!“ Bir kepçe sevgi bir kepçe güven.” Sevilirse sevmeyi, güvenirse yaşamayı öğrenir.
Bir babam vardı ama yoktu. Annem ise varla yok arası bir şey… Tutarsız bir sevgi, tutarsız bir bakım, tutarsız bir varoluş. Bu tutarsızlıklar kimseye ihtiyacım yokmuş gibi yaşamayı öğretti bana. Annemin ve babamın varlığıyla yokluğu benim için bir anlam ifade etmiyordu böylece. İlk hayal kırıklığımı yaşadığım o yıllarda hala umutla bakıyordum dünyaya. “Bir gün her şey çok güzel olacak, kendiliğinden(!)”

Babam annemi hiç sevmez her fırsatta aldatırdı. Annem de bayılırdı babama(!) Babam annemi döverdi, annem de beni. Babamın gücü otoritelerine yetmez, hıncını annemden çıkarır; annemin gücü de babama yetmez hıncını benden çıkarırdı. Benim gücüm ne anneme ne de babama yeterdi. Ben de hıncımı kendimden çıkarırdım. Kendimi sevmez, kendimden nefret eder, bedenime zarar verirdim.

Babam salata yemeyi çok severdi. Bozuk domates getirir bizden taze salata yapmamızı beklerdi. Olmayınca da döverdi. Sırf kızmasın, dövmesin diye puta can verişlerimiz… Bir gün yine yemeğin yanında salata yapmış babamın gelmesini bekliyorduk. Bu sefer salata taptazeydi. Çünkü babamın getirdiği domateslerle değil komşumuzun kendi bostanında toplayıp bize getirdiği taze domateslerle salatayı yapmıştık. Babam yine bir kusur bulurdu biliyordum ama yine de içimdeki umut…Ama babam o gün gelmedi ve hiçbir zaman da gelmeyecekti. Onun yerine ölüm haberi geldi. Ne ben ağlayabildim ne de annem. Bir insanın ardında hiç güzel anı bırakmadan gitmesine ağladım, sadece buna ağlayabildim. Annem hayata daha da küstü, celladını arayıp durdu, döngüyü kıramadı.

Yaşadığım psikolojik ve fizyolojik şiddet ruhumda yaralar bıraksa da inadına direniyordum dünyaya. Lise döneminde fiziksel şiddet azalsa da psikolojik şiddet tüm hızıyla devam ediyordu. Evet dayak yoktu artık. Ama bu sefer var olmama izin vermeyeceklerdi.“ Yeşim kim?” dediklerinde “Yeşim………..sever”, “Yeşim……….benimser”,”Yeşim……… düşünür” ,”Yeşim şudur……..” diyebilmeliydim. Var olmamın, yaşayabilmemin kritik noktası. Ama kim olmama annem, akrabalarım, öğretmenlerim, toplum karar vermek isteyecekti. Yeşimler kim ki? Duyguları, düşünceleri, kalbi olmayan bir makine parçası(!) Neyseki biraz inatçıydım. Beni yok etmeye çalışan her bir dayatıcı sisteme karşı gelecektim. O zamanlar var olmayı ailemden uzaklaşarak başarabileceğimi umuyordum. Halbuki bedensel uzaklaşmanın; düşünsel, yaşamsal uzaklaşmanın yerini alamayacağını üniversiteye gittikten sonra anlayacaktım. Depresif ve melankolik olan bu kız üniversiteye gidince dünyanın en mutlu kızı olacaktı güya…


İlk aşkımla üniversitede tanıştım. Hakan… Sevgiyi doruklarıma kadar yaşamış olacağım ki bu bana fazla gelmişti. O kadar sevgisiz yaşıyoruz ki normal sevgi bünyeye fazla geliyor.
Hakan bana güzel bir iltifatta bulunsa donup kalırdım. Ne iltifat almayı bilirdim ne de vermeyi. Bu iltifatlara layık olmadığımı düşünür suçluluk duygusuna kapılırdım. O yaşına kadar sürekli değersiz hissettirilen, sevilmeye layık olmadığına inandırılan bir Yeşim’den ne beklenilirdi ki? Hakan beni övmeye çalışsa veya takdir etse vay haline! Hakan’a öfkelenir ve onun bir yalancı olduğunu düşünürdüm. O yaşına kadar yetersiz hissettirilen bir Yeşim’den ne beklenilirdi ki! Hakan elimi tutmaya çalıştığında elimi geri çekerdim. Dokunmaktan da dokunulmaktan nefret ederdim. Çünkü o yaşıma kadar dokunmak bana sadece acı vermişti, dokunmanın iyileştirici gücünden bihaberdim. Hakan’ın birçok olumlu özelliği olmasına rağmen hep olumsuz taraflarını görür ve hep olumsuz taraflarını dile getirirdim. Tıpkı babam gibi kusursuzun peşindeydim. Hakan ‘a bir o kadar yakın ve Hakan’dan bir o kadar uzak hissederdim. Aradığım başka bir şeydi ve ben ne aradığımı bilmiyordum. Kavgalarımız olurdu, günlerce küs kalırdık. Hiçbir açıklama yapmaz, neden kırıldığımı anlatmaz, Hakan’dan müneccimlik yapmasını beklerdim . Seviyorsa anlar(!) derdim . İletişim kurmayı öğrenememiş bir Yeşim’den ne beklenilirdi ki? Benim tüm bu kaçmalarıma rağmen Hakan sevgisini de verdiği değeri de eksik etmedi. Ama hani dağ olsa çatlar derler ya ee haliyle Hakan da çatladı. İlk ayrılık acım da bu şekilde başlamış oldu. Giderken “ Ne seni sevmeme izin verdin ne de anlamama.” demişti. O zamanlar tüm suçu Hakan’da aramıştım. “Erkeklerin hepsi böyle zaten ne bekliyordun ki” deyip klişe bir cümleyle avutuyordum kendimi.

Hakan’ı seviyordum sevmesine ama bu sevgiyi gösterebilecek donanıma sahip değildim. Kimse bana sevmeyi, sevilmeyi öğretmemişti. Halbuki insan sevmeyi de sevilmeyi de ilk baba-ana ocağında öğrenir. Ben sadece sevmemeyi öğrenmiştim. Hakan’ın gitmesini bir türlü kabullenememiştim. Yıllarca Hakan’ı kaybedişimin yasını tuttum. Kafamda cevaplandıramadığım sorular, belirsizlikler böyle sağlıksız ve uzun bir yasla sonuçlandı. Hakan benim için bir hayaletti artık. Sarılmak istediğimde sarıldığım, ağlamak istediğimde ağladığım, koca kalabalıklarda yapayalnız hissettiğimde başımı omuzlarına koyduğum bir hayaletti. İstediğim zaman bu hayaleti öldürebiliyordum. Hakan’a çok kızgındım. İlk defa sevildiğim dünyamda belki de sevmeyi öğrenecekken en güvendiğim kişi tarafından hiç beklemediğim bir anda paramparça edilmiştim. Geriye daha da hırçın bir Yeşim kalmıştı.

Sevilmenin tadını almış bir insan durur mu artık? Tüm bu olumsuzluklara rağmen sevilmek için hep bir arayış içine girdim. Ve her defasında hüsrana uğradım. Ve yine her defasında “ Neden ben?” naralarıyla karşımdakini suçlamaya devam ettim.
Seçtiğim insanlar o kadar birbirlerinin aynısıydı ki. Fiziki özelliklerinden tut kişisel özelliklerine kadar. Aslında hepsi birbirlerinin aynısı değil babamın aynısıydılar. En çok eleştirdiğimin kopyası: yuvarlak yüz, orta boy, beyaz ten, küçük gözler; aldatma meyilli, şiddet meyilli, kaba, bencil, öfkeli insanlardı. Önceleri bunun bir tesadüf olduğunu düşünürdüm. Meğer insanın gözü, gönlü alıştığına kayıyor ve maalesef insan farkına varmadığı sürece, bir şeyleri değiştirmek için mücadele etmediği sürece bu konfor alanının dışına çıkamıyor. Tanıdığım ilk erkek babamdı. Erkek tanımım babamdan ibaretti. İster kötü ister iyi bir baba olsun gözüm alışılmış olanı, tanıdık olanı, sürprizler içermeyeni arıyordu. Ya da belki de bir “telafi etme” giriyordu devreye:“Babama sevdiremedim kendimi, onu düzeltemedim, iyi bir baba yapamadım ama şimdi bir fırsat var elimde. Başkalarına sevdireceğim kendimi, onları düzelteceğim, onları iyi birer insan yapacağım. ” Şimdi gülün geçin… Sebebi ne olursa olsun aşklarımın babamla olan bağlantısını keşfettiğim o an kendime karşı ilk zaferim oldu.

Ve 55 yaşındaydım. Çok mu geç olmuştu? Geriye dönüp baktığımda 55 yıl boyunca dolmayan sevgi depolarımı doldurmaya çalışmaktan ne yaşamıştım ne de yaşatmıştım. Bir dilenci gibi her gelenden bir avuç sevgi dilemiştim. Sevmeyi öğrenmeden sevilemeyeceğimin bilincine geç varmıştım.

Şimdi 80 yaşındayım. Kaç yıl yaşadım dersen 55’ten bu yana 25 yıldır yaşıyorum. Bu yaşamanın verdiği mucizevi bir güçle aynı zamanda yaşatıyorum. İlk farkındalığımla beraber birçok kişiye verdiğim tanıma fırsatını bu sefer kendime verdim. Aldım kendimi karşıma “ Sen kimsin?” dedim. “Ne istiyorsun?” dedim. Kendime şefkatle yaklaştım. Ürkütmek istemiyordum. Kendimi tanımam yıllar sürdü ve hala sürüyor. İnsanın kendisini tanıması bir ömür sürer ve o ömür de yetmez. İnsan ya kendini tanımaya yakın ölür ya da hiç tanımadan.

60 yaşında daha sağlıklı bir ben ile “ Bu kısacık yaşam yolculuğumda bana eşlik eden biri olursa güzel olur, olmasa da ben yolculuğumu tek başıma tamamlayabilirim “i içselleştirmiş, dingin ve huzurlu bir yaşam sürüyordum. Hakan’ ı da , diğerlerini de ne gözüm arıyor ne gönlüm arzuluyordu. Yolumu bulmamda acı bir şekilde de olsa yardımcı olmuşlardı. Onları ufak bir teşekkürle zihnimden, kalbimden uğurladım.
Umut’la bu vakitler tanıştım. Bu yeni “Ben“im Umut’da can bulacaktı. İki sağlıklı “Ben“, bir “Biz“ olmayı başaracaktı.
Umut, eşini bir trafik kazasında kaybetmişti. Bir oğlu vardı. Benim hiç çocuğum olmayacaktı. Bunun verdiği bir hüzün vardı elbette ama bu hüzün ne ilişkimi ne de hayatımı olumsuz etkileyebilecekti. Olmayacak olanı kabullenmeyi çoktan öğrenmiştim. Ben olacak olanı güzelleştirmeye çalışıyordum.

61 yaşında ilk defa gelinlik giydim. Kimisi şaşırmış, kimisi sevecen, kimisi alaycı bir ifadeyle baktı. Nikah memurununun “ Genç delikanlı ve genç kızımıza mutluluklar diliyoruz“ cümlesi beni hala güldürür.

Umut’la evleneli 19 yıl oldu. Zaman sudan da hızlı. Umut bana hep“ Keşke çok daha önce karşılaşsaydık” diyor. Bilmiyor ki benimle daha önce karşılaşmak demek hiç olmak demek. Onunla yol güzel, yolculuk güzel, aşk güzel… Elini hiç bırakmıyorum. Bazen sıcak yaz aylarında “Cancağızım şu gariban elimi biraz rahat bırak da nefes alsın” der ve sonra gülümser. Zaman fiziğimizi yaşlandırmış olsa da canlarımız taptaze. Kimse gözlerimizdeki aydınlığı göremeyebilir ama biz o aydınlığı her zaman görüyor, yaşatıyoruz. Birbirimize sevgimizi hissettirebiliyor, birbirimizle muhabbet edebiliyor ve iletişim kurabiliyoruz. Bazen kavga da ediyoruz herkes gibi ve problemlerimizi çözüyoruz bilinçli aşıklar gibi.

Hayal kırıklıklarım sonucu oluşan hayat kırıklığımı sardım sarmaladım. Hayata güzel bir merhaba ile başlamamış olabilirim ama sanırım hayattan güzel bir elveda ile ayrılacağım.
Bin hayal kırıklığı bir hayat kırıklığı ve bir hayat kırıklığı bir uyanış ve bir uyanış yeniden diriliş…
 
     13 Beğeni    
Şiir-Öykü Listesi
Sancı
ÖYKÜ © | Yayın Ocak 2022
“Affedemiyorum kendimi. Doğurduğu için beni affedemiyorum annemi. Hala nefes aldığım
için affedemiyorum hayatı. Annemin karnında kordonla boğabilirdim kendimi. Farklı bir
boyuta geçmeden önceki ilk ve son isyan. Neden yapamadım? Çok mu zordu, yoksa ben mi
korkaktım? Doğru ya iradeye dair bir şey yoktu o boyutta. Kasten verilmemişti bu, yoksa gelir
miydi insan dünyaya? İradenin doğuşu şu içinde bulunduğum boyutta bile yıllar yıllar sonra
gerçekleşiyordu.”
Yazdıklarının son satırlar olduğunu düşünerek kapattı defterini yaşlı adam.
Hep yapardı zaten. Hep ölecekmiş gibi yaşardı. Bir yerde kulağa hoş geliyor ama
ölmeyecekmiş gibi yaşamadı hiç.
Dışarı çıktı, bir süre bahçede dolanıp durdu. Son demlerini yaşayan posta kutusuna yöneldi.
Heyecan, korku karışımı o absürt duyguyla kontrol etti kutuyu. Tatlı bir tebessümle “nihayet”
dedi. Bu tebessüm önemliydi. Tebessüm ettiği zamanlar çok nadirdi. Şayet tebessüm etmişse
önemli bir şey gerçekleşmiştir. Bir insanın ilk yaşadığı aşk, bir kadının anne olması, bir
evsizin sığınacak bir yer bulması gibiydi onun bir tebessümü. Yıllardır beklediği posta gelmişti
nihayet. Zarfın üstündeki isim nabzını hızlandırmaya yetmişti. “ Düşüncelerini Öldüren
Adamdan” . Kalbinde gelen sesleri işittiğini düşündü. Ne kadar da gecikmişti mektup. Nasıl
da sabırla beklemişti adam. Sekiz yıl olmuştu. Bu süreçte her gün düzenli bir şekilde posta
kutusunu kontrol eden düzensiz bir adam ve umutla umutsuzluğun, heyecanla öfkenin
birlikte yaşandığı, bir önceki günün kopyası olan günler… Zarfı tam açacakken durdu.
Korkuyordu. Zarfı açtıktan sonra geriye kalan günlerini keskin bir bıçakla çizmekten
korkuyordu.

Kendini bildi bileli varoluşsal sancılarla boğuşan adam her defasında hayatın anlamını ısrarla
aramaya devam etmişti. Yaşamak için bir amacı olmalıydı. Bu amaç anlamlı olmalıydı. “işte
ben bunun için yaşıyorum” dedirtmeliydi. Her defasında bu cümleyi kurma noktasına
geldiğinde karşısına bunu çürüten kanıtlar çıkmıştı. Zaman ilerledikçe yoruluyordu,
yoruldukça ölüyordu. Cevapsız soruların verdiği yorgunluğun en güzel örneği gözlerindeki
boşluktu.
“Düşüncelerini Öldüren Adam”ı düşündü. Yıllardır bıkmadan yaptığı yürüyüşlerine devam
ettiği günlerden biriydi. Suyu severdi. Deniz yoktu ama ait hissettiği bir göl vardı şehrinde.
Yürüyüşlerini burada yapardı. Saatlerce yorulmadan yürüyebiliyordu. Ruhunun yorgunluğu
bedensel yorgunluğunu bastırırdı hep. İç dünyasında vakit geçirdiği en verimli anlardı. Gerçi
her zaman iç dünyasında yaşardı ama burada, o dünyada, daha güvende daha özgür
hissediyordu. Genelde hafta içi sabah saatlerini tercih ederdi. Kalabalığı sevmezdi. Hafta sonu
gölün kenarında toplanan insanlar için “karınca sürüsü” derdi. Hafta içi akşama doğru bu
tabiri değiştirir “ağustos böcekleri” tabirini kullanırdı.
Gölün kenarında yürüyüş yaptığı saatlerde genelde kimse olmaz bu da kendisini fazlasıyla
memnun ederdi. Ama arada tek tük insanlarla karşılaşırdı ve hep merak ederdi bunları.
Anlamlandıramadığı bir bağ oluşuyordu aralarında. Ama sessiz bir bağ. Öğlene kadar kalpler konuşur, gözler konuşur, ruhlar tanışır, bedenler tanışmadan ayrılırdı. Ama o gün farklı bir
gündü. Bir ömür yas yaşayacağına ant içmiş gibi baştan aşağıya siyahlara bürünmüş adamda
onu çeken farklı bir şeyler vardı. Evet ruhlar tanışmıştı ama bu sefer bedeni de tanımak
istiyordu. Usulca adamın yanına yaklaştı:
-Merhaba bayım….. Merhaba ……Bayım…
- Beni rahatsız etmeye mi geldin?
-Hayır hayır. Sadece tanışmak ist….
-Bir saat sonra unutacağım bir biriyle tanışmak sadece emek kaybı. Neden o çok değerli(!)
zamanımdan çalmanıza izin vereyim ki?
-Şey….ben… affedersiniz, dedi .
Sezgileriyle hareket ettiği için yaşadığı pişmanlık yüzünün kızarmasına sebep olmuştu. Geri
dönmek için birkaç adım attı ki:
- Arabalardan, kadınlardan, paradan sık sık konuşmaktan hoşlanır mısınız, dedi tuhaf adam.
Yaşlı adam durdu, geriye döndü ve:
-O kadar boş vaktim olmadı bayım.
-Yani boş vaktiniz olsa bunlarla dolduracaksınız. Ya da bunlar boş anların konuları olacak
kadar değersizdir demeye çalışıyorsunuz.
Yaşlı adamın çenesi hafif hafif titremeye başladı. Sinirlenince böyle olurdu. Duyguları
çenesinde kıvılcım olup çıkardı. Gözlerini bu tuhaf adama dikti:
-Bayım şimdi de siz beni rahat bırakın. İyi günler.
-Ah şu insanlar, şaka kaldıramayacak kadar yorgun ve aptal insanlar…
Yaşlı adam kızmıştı. Arkasını dönüp gitmek istedi.
-Lütfen durun, belki de zamanımı çalacak kadar değerli birisinizdir. Rahatsız edilmeyi
severim, etmeyi de.
Yaşlı adam bunun üzerine durdu ve:
-Sanırım acı çekmek ve çektirmek hoşunuza gidiyor.
-Kimbilir…
Ne garip adamdı. Kocaman bir belirsizlikten ibaretti sanki. Bir süre sustu yaşlı adam:
-Buraya sık geliyorsunuz sanırım.
Onu da nerden çıkardınız?
-Buraların tapusu sizdeymiş gibi bir havanız var da.
Bir kahkaha patlattı tuhaf adam. Yaşlı adam konuşmaya devam etti.
-Cenazeden mi geliyorsunuz?
-Kıyafetlerimden dolayı bu kanıya vardınız sanırım. Yanlış kanı. Ama yaklaştınız.
Düşüncelerimi öldürdüm bir süre önce. Onların yasını tutuyorum şimdi.
-Neden?
-Ya onlar beni öldürecekti ya da ben onları. Ama bir gün tekrar dirilecekler, hissediyorum.
İşte o zaman aradığım soruların cevabını bulacağım.
Yaşlı adam, bu gizemli insandan etkilenmişti.
-Nasıl sorular ki bunlar beyin ölümünü gerçekleştirmiş, dedi.
Uzun bir sessizlikten sonra konuşmaya başladı bu garip adam:
- İnsanı yaşatacak bir anlam olmalı hayatta. Yıllarca peşinden koşarsın bu anlamın. Buldum
dersin, yanlış şıkkı işaretlediğini anlarsın. Önce bir mektebe yazdırırlar seni, sanırsın ki anlam
bitirmekte saklı. Bitirirsin mektebi, bir iki hafta maymun gibi dolanırsın ortalıkta. Senden
mutlusu yoktur. Sonra koca bir boşluk… Umut ah o baş belası umut, seni başka bir anlam
peşine sürükler. “Paraaa! “ dersin. Evet o lanet olası kağıt parçası. Önce salyanı temizlersin
onunla. Kölesi olursun bir süre. Peki ya sonra? Yine boşluk. Sonra aşk dersin, sonra aile
dersin, sonra…. Hep bir sonra gelir gider. Hep aynı döngü. Eninde sonunda içindeki o çöplüğe
geri dönersin. Neden yaşıyorum, kim için, ne için, amaç ne? Ah dostum düşünmekten,
yaşamaktan kafayı sıyırdım galiba. Ben de düşünmemeye karar verdim, düşüncelerimi
öldürdüm. Olur da bir gün tekrar düşünürsem o gün aradığım sorunun cevabını bulmuşum
demektir.
Ne kadar da benziyorlardı birbirlerine. Aynı ruha farklı iki beden… Yaşlı adam ne diyeceğini
bilmiyordu. Sadece:
- Sorunuza cevap bulduğunuzda bana mektup yazar mısınız, diyebildi.
-Neden kendimi yorayım ki? Siz kimsiniz ki?
-Hiç kimseyim. Sadece belki sizin gibi bir adamın düşüncelerinin ölmesine engel olursunuz.
Her zaman yanında taşıdığı kalem ve yıpranmış not defterini çıkarıp adresini yazdı. Adama uzattı:
-Bekleyeceğim…
Adamın cevap vermesini beklemeyip hızla uzaklaştı oradan. Belki de olumsuz tek bir cümle
duymak istemiyordu. Ah şu umut, musallat olmuştu bir kere insan denen varlığa.

Gelme ihtimali düşük olan bir mektup yıllarca umut olabilir miydi bir insana? Çaresizse evet,
denize düşen yılana sarılır misali.Uzun bir süre gelen mektuba baktı. Gözlerindeki nemi aldı.
“Ya şimdi ya hiç.” Diyerek zarfı yavaşça açtı:
“Sevgili dostum
Aslında seninle hiç dost olmadık. Bütün hikayemiz ayaküstü konuştuğumuz o on dakikadan
ibaret sadece. Ama ben sana dostum demek istiyorum. Nedenini sorarsan cevabını ben de
bilmiyorum. Bazı soruların cevabı yok sanırım. Ya da o kuş beynimizin sınırları dışında bir
cevap vardır belki de, kim bilir? Bilirsin hepimiz zamanından habersiz dünyayı terk edeceğimiz
günü bekliyoruz. “Zamanından habersizlik” gereksiz bir özgüven ve cesaret veriyor insana.
Ama ben zamanımdan habersiz değilim artık. Kalbimde kurulu sayacım geriye doğru
çalışmaya başladı. En değerlimi nasıl da değersizleştirmişim yıllarca. İntikam almak
istercesine hastanelik etti beni. Doktor kitledi gözlerini gözlerime “Gebereceksin” dedi. Yahu
bu kadar kolay mıydı?
Dostum bir kutuya hapsettiler beni. Artık tüm günlerimi burada geçiriyorum. Görecektin,
hastaneyi birbirine katışımı. İnsan nefes alamadan yaşar mı? Ben yaşadım işte. Sonradan fark
ettim ki ne çok insan varmış burada. İşin garibi gülümsüyorlardı . Bunlar aptal mı? Hayır,
hayır! Tüm insanları aptal zannederken en büyük aptalın ben olduğum gerçeğini nasıl da fark
edememişim?
Biliyor musun düşüncelerimin dirilmesine izin verdim. Ve sanırım bazı cevaplar
buldum.Yıllarca kocaman anlamlar beklemişim hayatan. Halbuki küçük anlamlarla
yaşanılıyormuş hayat. Bir arkadaşım var burada, ismi Efe. Henüz dokuz yaşında. Yataklarımız
yan yana. Geceleri horlayınca sabah sahil kenarından topladığı taşları fırlatıyor bana. Ne
acayip çocuk… Bir gülüşün, ufak bir dokunuşun insanın gününü ne kadar da anlamlandırdığını
geç anladım. Bu geç kalmışlıkların pişmanlığı var üzerimde. Efe’den bahsediyorum. Kara kuru
bir şey ama nasıl güzel gülüyor. Bir canım daha olsa onun gülüşüne verebilirdim. Elimi
tutuyor, bahçede geziyoruz, sahilde taş topluyoruz… Ama erkenden dönüyoruz küçük
dünyamıza. Yoruluyor Efe. Yorulmaması lazım dostum. O benim kadar güçlü değil. Her sabah
birlikte kuş seslerini dinliyoruz. Nasıl bir büyüsü var bir bilsen. Yıllardır bu sesleri duymamak
için ne kadar da çok çırpınmışım. Bir insan işiten bir sağır olabilir mi?
Küçük anlamlar lazım bize dostum. Bu anlam bizle büyümeli, bizle beslenmeli. Koca koca
anlamlar ararken aşımdan, eşimden, işimden oldum ve şimdi de hayatımdan… Yazılacak çok
şey var ama ben daha yazamıyorum. Buna gücüm kalmadı. Belki yeni kurduğum dünyamı
görmek istersin diye zarfın arkasına bir adres bırakıyorum. Gelirken iki demet çiçek getirmeyi unutma.”

Düşündü… Düşündü…
Yıllardır beklediği mektupta bir adamın kafasındaki soruların cevabını okuyordu. Ama bu
kendisinin de cevabı olur muydu? Aynı soruları sormuşlardı. Ama birinin bulduğu cevap
ötekinin cevabı olamıyordu, olamazdı. Tek soru, binlerce doğru cevap… Bir sorunun tek bir
cevabının olmadığını fark etmesi, galiba tüm mesele buydu. Kendisinin cevabı neydi peki?
Cevap olmak zorunda mıydı? Hayatın anlamı anlamsızlığında saklı olabilir miydi? Hafifçe
tebessüm etti, yorgun dudaklarından birkaç kelime döküldü: “Sanırım anlam, anlamsızlığı kabullenmektir."
 
     49 Beğeni    
Şiir-Öykü Listesi

Yazan Uzman
Sümeyra DEMİR KAYA Fotoğraf
Psk.Sümeyra DEMİR KAYA
Van (Online hizmet de veriyor)
Psikolog
TavsiyeEdiyorum.com Üyesi1 kez tavsiye edildi

Bu sayfada yayınlanan öykü ve şiirlerin tüm hakları yazarına (Psk.Sümeyra DEMİR KAYA) aittir ve Psk.Sümeyra DEMİR KAYA tarafından TavsiyeEdiyorum.com Öykü ve Şiirler kütüphanesinde yayınlanmak üzere gönderilmiştir. Burada yer alan eserler yazarından önceden izin alınmaksınız başka platformlarda yayınlamaz, sadece kaynak gösterilerek ve yazar ismi zikredilerek KISA ALINTILAR yapılabilir. Aksine davranış Fikir ve Sanat Eserleri yasasına aykırılık teşkil edecektir.

21:16
Top