2007'den Bugüne 92,323 Tavsiye, 28,223 Uzman ve 19,980 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!



Mutlu Evlilikler, Mutlu Çiftler
MAKALE #11394 © Yazan Uzm.Psk.Dnş.İzzet Zülküf ÇELİK | Yayın Eylül 2013 | 4,218 Okuyucu
Mutlu Evlilikler, Mutlu Çiftler

Evlilik aşkı öldürür mü? Bu sorunun iki yanıtı vardır: Evet ve Hayır. Önce ikincisinden başlayalım, hayırdan. Hayır, ancak bu dünyadaki her şey gibi aşkın da sonu vardır. Çünkü aşk olarak hissettiğimiz o yoğun duygulanım insanoğlunun yaşadığı diğer duygular gibi başlar ve bir süre sonra biter. Diğer duygularımızdan farklı olarak daha yoğun hissedilir ve daha uzun sürer. Nasıl ki bir kişiye karşı yoğun yaşadığımız öfke duygusunu dile getirebildiğimizde öfkemiz bir süre sonra azalıp bitebiliyorsa, bir kişiye karşı hissettiğimiz yoğun aşk duygusu da onunla bir evlilik yaşarsak bitecektir.


Evlilik aşkı öldürür mü? Evet, ama öldürdüğü aşk bizim bilinçli olarak yaşamak istediğimiz bir aşk değildir. Tamamen bilinç dışı bir düzeyde gerçekleşen duygulardır. Bu bilinç dışı düzeyde yaşanan aşkı Dr. Harville Hendrix insanın çocuklukta aldığı yararları iyileştirme süreci olarak görür. Hendrix’e göre insan bir ilişkiler dünyasına doğar. İlişkiler dünyasında en temel ilişkiyi kurduğu onu büyüten ebeveynleridir. Ancak ebeveynleri ile kurduğu bu ilişkiler içerisinde yaralar almaya başlar. Bu yaralanmalar onun yetişkinliğini de önemli bir ölçüde belirleyecektir.


İnsanlar yaşamları boyunca kurduğu ilişkilerde yaralar alır ve çeşitli şekillerde bu yaraları iyileştirmeye çalışır. Örneğin, oyun oynamak çocukların kendilerini tedavi etme süreçleri…


Bebeklik ve çocukluk ilişkileri içerisinde yaralanmış olan insanoğlu yetişkinliğe geçiş sürecinde de kendisini iyileştirecek ilişkiler kurmaya çalışır. Bu kendi kendini tedavi girişiminin en önemli sonuçlarından biri bilinç dışında oluşan anne baba imgesine gerçek yaşamda karşılık gelecek bireye duyulan aşktır.


Kişinin aşık olduğu aslında anne babasına benzer özellikler taşıyan bir yabancıdır. Ancak bu yabancıya aktardığı, kendi anne babasının bilinç dışı bir imgesidir. Çok daha düz anlatırsak farkında bile olmadan kendi anne babasına benzer özellikler taşıyan bir kişiye aşık olur.

Kızların kaderi annelerinkine benzer, diye bir söz vardır. Bu söz de, bu durumu kanıtlar niteliktedir. Bu söz madalyonun bir tarafındaki sözdür ve madalyonun diğer tarafında erkeklerin kaderi ile ilgili bir söz vardır. Annelerinin kaderine benzeyen bir evlilik yaşayan kızların eşlerinin de kaderleri kendi babalarına benzer.

Kendi anne babalarının karakterlerine benzer özellikler gösteren karşı cinse duyulan bu aşkta erkek de kadın da “dert neredeyse derman oradadır” misali tedavi girişimi içerisindedirler. Evliliğin aşkı öldürme işlevi de burada başlamaktadır.


Her ikisi de kendi çocukluk yaralarının iyileşebileceği gibi bilinç dışı bir arzu ile aşkı yaşamaya başlayan bu karı ve kocadan her biri diğerinin onu iyileştirmesini beklemekte ve arzu etmektedir. Tedaviyi birbirlerinden beklemeleri işin çıkmaz noktasıdır. Çiftler bu çıkmaz sokakta birbirlerine karşı çok acımasız olabilmektedirler. Acımasızca davranışlar ve sözler çatışmaları da beraberinde getirirler. Aşkın büyüsü kaybolmaya başlar, benim evlenmeyi düşündüğüm bu adam/kadın mı diye sormaya başlarlar.


Bunu sormaya başladıkları an aşk son nefesini vermiştir.


Son nefesini veren aşk, bilinç dışı aşktır. Bilinç dışı aşkın son nefesini vermesi evlilik için de her şeyin bittiği anlamına gelmez. Birbirlerine deli gibi aşık olan çiftler aslında yanlış bir seçim yapmamışlardır. Seçimleri son derece doğrudur. Birbirlerini tedavi edebileceklerdir. Sadece nasıl yapacaklarını bilmemektedirler. Neler yapabileceğimize birazdan tekrar döneğiz ancak evliliğin neden bu duruma geldiğine ve çiftlerin kopma noktasına nasıl geldiklerine dair başka açılardan da bilgi sahibi olalım istiyorum.


Evliliklerdeki en büyük problem de aslında bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Sanki evlilikle ilgili her şeyi biz, tıpkı bir arının bal yapmayı doğuştan bilmesi gibi biliyor olduğumuzu varsayarak evleniriz. Evlenip problemler karşımıza çıkmaya başlayınca da ya anne babamızın ilişkilerine benzer bir ilişki içerisine gireriz ya da el yordamı ile bir şeyler yapmaya çalışırız. Bu el yordamı ile bir şeyler yapmaya çalışma genellikle birbirimizi kırıp dökmeye başlamamıza yol açar.


Örneğin evliliğin en önemli ayrıntılarından biri çiftlerin cinselliğidir. Bizler cinsellikle ilgili de evliliğe benzer bir tutum içerisindeyizdir. Sanki doğuştan cinselliği nasıl yaşayacağımızı biliyor muşuz gibi davranırız. Oysaki durum hiç de öyle değildir. Gelin bu durumla ilgili Bill Cosby’nin kendi ağzından anlatımını dinleyelim:


“Yine cumartesi geliyor ve ben tüm hafta boyunca bu s-e-k-s işini düşünüp durdum. Biliyorsunuz, insanlara bu işi nasıl yaptıklarını sormaya çalışıyorum. Bu konuda bir şey bilmediğimi bilmelerini de istemiyorum. Nasıl yapıldığını bilmediğimi açığa vurmadan nasıl öğrenebilirim? Birine gider, “Hey, sen bunu hiç yaptın mı?” derim. O da bana “Evet” der. Ben de “En çok nasıl yapmak hoşuna gidiyor” diye sorarım. O da her zamanki gibi olduğunu söyler. Ben de “Öyle hoşuna gidiyor mu?” diye sorarım. O da “Nasıl oluyor ki?” der. “Farklı biçimlerde yapıldığını duydum diye yanıtlarım. O da bana “Biliyor musun, birçok şekilde yapılıyor; ama ben her zamanki şekilde yaparım, biliyorsun herhalde.”..Ben de “Aaaa, tabii hep bildiğimiz biçimde değil mi, yani her zaman yaptığımız gibi…” derim.


Bill Cosby’nin yaşadığı bize terapiye gelen birçok kadın ve erkeğin bir dönem yaşadığına benzer bir sıkıntıdır. Trajikomik bir durumdur. Bu durum aslında sadece insan için değil hayvanlar için de böyledir. İşte size maymunlarla yapılan bir deney:


Maymunlar topluluk halinde yaşarlar. Bu topluluk içerisinde hem topluluk kurallarını, hem yiyeceklere nasıl ulaşacaklarını hem avcılardan nasıl uzakta kalabileceklerini öğrenirler. Ancak maymunların bir başka öğrendiği şey de, bu öğrenme etraflarındaki yetişkinlerin davranışlarının gözlemlenmesi ile oluşur, cinselliktir. Yani birer yetişkin olup da cinsel açıdan olgunluğa eriştikleri dönemde erkek ve dişilerin birbirlerine nasıl kur yapacağını ve cinsel ilişkiye nasıl gireceklerini bu gözlem sayesinde öğrenirler. Bunu bilen bir grup bilim adamı öğrenmenin maymunların yaşamlarında ne kadar etkili olduğunu gözlemlemek için doğumlarından hemen sonra birçok dişi ve erkek maymunu ailelerinden ayırıp diğer tüm yetişkinlerden uzakta büyütürler.


Diğer yetişkinlerle hiç bir araya gelmemiş, doğal olarak da öğrenmesi gerçekleşmemiş bu yavrular büyümeye başlarlar. Gün gelir artık cinsel açıdan olgunluğa ulaşmışlardır ve beyinleri ve vücutları bir şeyler yapmaları için uyarı vermeye başlamıştır. Ancak ne yapacaklarını ve nasıl yapacaklarını bilmedikleri için birbirlerine vurmaktan, birbirlerinin canını acıtmaktan başka bir şey yapamamışlar.


İşte cinsellikle ve evlilikle ilgili yeterli bilgiye sahip olmayan çiftlerin hem cinsellikte hem de evlilikte çıkan sorunlarla ilgili yaşadığı da benzer bir durumdur: Birbirimize ya da kendimize zarar vermek.


MUTLU BİR EVLİLİĞİN ÖNÜNDEKİ AÇMAZLARDAN BİRİ: NESİLLER ARASI GEÇİŞ


Mutlu bir evlilik için yapılması gerekenler vardır. Çiftler evliliklerini sürdürmek niyetindeler ise yapmaları gereken şey ilişkilerinin şeklini düzenlemekti. Evlilikte süresince eşlerimizle olan ilişkimiz genellikle bir takım ön varsayımlara ve beklentilere dayalı ve genellikle anne babalarımızın yaşantısında yani bizim doğup büyüdüğümüz kültürde gördüğümüz davranış kalıplarına bağlıdır. Bu varsayımlar ve davranış kalıplarına çift terapistleri “nesiller arası geçiş” derler.


Nesiller arası geçiş ile elde edilen ve farkında olmadan öğrenilen ön varsayımlar, beklentiler ve davranış kalıplar “olması gereken şeyler” olarak evlilik ilişkimizin bizim tarafımızdan görünen gerçekliği ve zorunluluğudur. Bu gerçeklik ve zorunluluğun eşimiz tarafından biz söylemeden fark edilmesini, anlaşılmasını, kabul edilmesini ve uyulmasını bekleriz. Bu o kadar doğal bir beklentidir ki bizim için eşimiz bu beklentimize uygun olmayan şekilde düşündüğünde veya davrandığında şaşırır, garipseriz ve hatta neden bunu anlamadığı ya da “bunun böyle olmasını bildiği” halde uygulamadığı için öfkeleniriz.


Buna örnek olarak bir danışanımdan bahsetmek istiyorum. Burada verdiğim örneklerde isimler ve bazı kimliği belirleyici (yaş, meslek gibi) şeylerde değişikliğe gittim. Melisa ve Ahmet 3 yıllık evli çiftlerdi ve evliliklerinin üzerinden kısa bir zaman geçtikten hemen sonra tartışmaları başlamış ve hala bir türlü bitmek bilmiyordu. Ahmet kendi işini yapan bir işletme mezunu idi, Melisa ise avukat. Evlenmeden yaklaşık iki yıl önce tanışmışlar tanıştıkları arkadaş toplantısında daha birbirlerini gördükleri andan itibaren birbirlerine bir aşkla bağlanmış olduklarını hissetmişlerdi. Arkadaşlarının söylediğine göre o gece birbirleri dışında kimseyle ilgilenmemişler ve sanki etraflarında başka kimse yokmuş gibi davranmışlardı. Sonraki günler de benzer şekilde geçmiş, birbirleri ile görüşemeyecekleri zamanlarda mesajlar ve telefon konuşmaları yapmışlardı. Bir buçuk yıldan sonra nişanlanma kararı almışlardı. Altı ay sonra da evlenmişlerdi. Balayından gelip kendi evlerinde oturmaya başladıktan yaklaşık olarak üç ay sonra problemleri başlamıştı.


Melisa olan biteni şu şekilde anlatıyordu: Ahmet de ben de çalışıyoruz. İkimiz de yoruluyoruz. Ben tüm yorgunluğumun üzerine akşam eve gelip ikimiz için yemek hazırlıyordum. Evin temizliğini yapıyordum. Hatta ilk zamanlar onun ütülerini de yapıyordum ama yoruldum. Ben kendi evimde hiç bu kadar çalıştığımı ve yorulduğumu hatırlamıyorum. Anneme tabii ki de yardım ediyordum ev işlerinde ama tüm yük benim sırtımda değildi. İlk zamanlar Ahmet’e bana yardımcı olmasını çok kez söyledim. O ise yorgunluğunu bahane ediyordu. Bir süre sonra ben de bıktım. Onun arkasını toparlamaktan, yemek yapmaktan, bulaşıkları dizmekten, ütü yapmaktan, faturaları takip etmekten hepsinden bıktım. Ahmet’in tüm bu yorulmalarıma karşı aldığı tavır şu oldu: “kendini işine çok veriyorsun”. Sanırım benden istediği benim mesleğimi bırakıp kendimi ev işlerine vermem. Ben yıllarca evimin hanımı olmak için okumadım ki.


Ahmet ise sunduğu çözümün bu anlama gelmediğini, sadece işinde daha seçici olup daha az yorulmasını istediğini belirtiyordu. Hem evinin hanımı olmanın nasıl bir kötü yanı olabilirdi ki. Neticede evlenmişlerdi ve bu evlilikte kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine fazlasıyla getiriyordu.


Ahmet’in kendi sorumluluğum diye söylediği şey işe gidip gelmek ve para kazanmaktı. Evin diğer sorumluluklarının eşinin alması gereken sorumluluklar olduğu inancıyla hareket ediyordu. Ahmet’in ailesinde işler böyle yürümüştü. Annesi ev işlerini halletmiş, çocukların okul meseleleri ile ilgilenmiş, kendileri hastalandığında babası zaten bütün gün işte olduğu için annesi onları doktora götürmüştü. Hem kendinden büyük olan ablası da iktisat fakültesi mezunu olduğu halde çocuğu olduktan sonra işini bırakıp kendisini çocuğuna adamıştı. Bundan daha doğal ne olabilirdi ki.


Ahmet her şeyi yolunda görüyor ve eşinin sinirlenmesine neden olabilecek bir şey olmadığını ifade ediyordu. Buraya gelmişti, çünkü benim de kendisine hak vereceğimi düşünmüştü.


Ahmet ve Melisa’ın hikayesinde anlatılanlar da göze batan ilk şeyin çiftin birbirlerinin evlilikle ilgili ön varsayımlarından haberdar olmamalıdır. Aslında sadece bunun farkında bile olsalar hayatlarında birçok şeyi değiştirebileceklerdir. Ancak bu durumu üç yıldır görememişlerdir. Görmelerini engelleyen şey ise “tehlike zilleri çaldığında aldıkları tavırdır” Tehlike zilleri çaldığında aldığımız tavır iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Bazen tamamıyla nesiller arası aktarım yoluyla bazen de deneme yanılma yolu ile öğrenilerek.


Beyni

ESKİ BEYİN-YENİ BEYİN

Deneme yanılma yoluyla olan öğrenimi daha iyi anlayabilmek için burada bir ara verip altta yatan mekanizmaya bir bakmak gerekiyor. Bu nedenle şimdilik bir başka konuya geçelim. Eski Beyin ve Yeni Beyin diye adlandıracağımız bu konu aslında birçokları için yabancı değil bununla beraber daha farklı bir açıdan konuyu ele alacağımız için bu bilindik şeyin yaşamımızda ne kadar etkili olduğuna dair yeni farkındalıklar geliştireceğini umuyorum. Eski ve yeni beyin olarak niteleyeceğimiz şeyi bundan sonraki bölümlerde de sıklıkla tekrar edeceğimiz için özellikle anlaşılması gerektiğini düşünüyorum.


Bizim daha önce bilinç ve bilinç dışı diye nitelediğimiz bu olgu beynimiz ve onun çalışma ilkeleri ile ilgili. İmago Çift Terapisi yönteminin kurucusu Harville Hendrix Eski ve Yeni Beyni anlatırken sinirbilimci Paul McLean’in modelini kullanmaktadır. Biz de aynı şekilde anlatacağız. McLean beyni üç eş merkezli katmana bölmenin uygun olacağını öngörmektedir.


Merkeze en yakın ve en ilkel katman olan beyin sapı, beynin üreme, öz-koruma, kan dolaşımı, soluma, uyku ve kasların dış uyaranlara karşı tepki vererek kasılması gibi bazı yaşamsal işlevlerden sorumludur. Şöyle düşünün siz uyurken, uyanıkken, bir yerden bir yere gidiyorken veya her ne yapıyorsanız onu yaparken bir taraftan da nefes alıp vermeye devam edersiniz, iç organların çalışmaya devam eder ve kan dolaşımınız durmaz. Bütün bunlar vücudunuzda olurken siz bunları kontrol etmezsiniz. Hadi şimdi nefes alıp vermeliyim kanım tüm vücudumda dolaşmaya devam etsin gibi bilinçli bir aktivite olarak bunları yapmazsınız. Yine de sistem çalışır. İşte bu sistemi çalıştıran şey sürüngen beyin olarak da adlandırılan beynimizin bu bölümüdür.


Beyin sapının tepesinden çıkarak lades kemiği gibi ikiye ayrılan ve işlevi güçlü duyguların üretimi olarak görülen limbik sistem mevcuttur. Buna da memeli beyni diyebiliriz. Bu iki beyin bölümünü biz de Hendrix gibi eski beyin olarak niteleyeceğiz. Eski beyin otomatik tepkimelerimizin çoğunu belirleyen beyin bölümümüzdür.


Beynin bir diğer bölümü ise cerebral cortex de denilen ve insanlarda hayvanlara oranla daha çok gelişmiş olan bölümdür. Bu bölüm bilişsel aktivitelerimizi çalıştıran bölümdür. Bu bölüme de Yeni Beyin diyeceğiz.


Böylece daha önce bilinç (yeni beyin) ve bilinç dışı (eski beyin) olarak kullandıklarımızın yerine yeni kavramlar koymuş olduk.


Beynimiz üzerine yapılan araştırmalarda yeni beyin üzerine çok şey öğrenmemize rağmen eski beyinle ilgili bildiklerimiz sınırlıdır. Eski beyin üzerine bildiğimiz şeyler ise bize hem aşkı anlamamıza hem de davranışlarımızı anlamamıza yetecek kadar çoktur.


Eski beynin limbik sistem denen kısmı yoğun duygularımızın oluştuğu kısımdır. Aşk da bu kısımda oluşur. Öyle ki aşık olan insanlar arasında yapılan bir araştırmada aşık oldukları kişilerin resimlerinin onlara gösterildiği anlarda neredeyse bilinçli aktivitelerimizin olduğu Yeni Beyin kısmının işlevlerinin yok denecek kadar az olduğunu ve Eski Beyin diye isimlendirdiğimiz kısmın ise çok yoğun bir aktivite içerisine girdiği kayıt altına alınmıştır.


Ancak burada neden ilişkilerimizdeki yanlış gidişatı göremediğimizi ve neden eski alışkanlıklarımızla tepkimeler verdiğimizi anlatmak için biz daha çok Eski Beynin sürüngen beyin olarak da adlandırdığımız en ilkel kısmının özelliklerine eğileceğiz.


Sürüngen Beyin bizim yaşamsal aktivitelerimizin gerçekleştirildiği kısımdır. Yani canlı organizma olarak bizlerin canlılığını sürdürme görevi verilmiştir. Bu da onu tehlikelerle dolu bu dünyada sürekli tetikte kılmıştır. Ne zaman bir tehlike oluşsa hemen tehlike çanlarını çalmaya başlayacaktır.


Sürüngen Beyin bu tehlike anlarında dört farklı seçenekle donatılmıştır. Tehlike anlarında bu dört farklı seçenekten birini seçecek ve sonuç almaya yeni tehlikeyi bertaraf etmeye çalışacaktır. Bu dört seçenek şunlardır:


1. Kaçma

2. Savaşma
3. Donma
4. Boyun Eğme

Kaçma: Organizmanın tehlikede olduğunu varsayan beyin tehlike ile başa çıkıp çıkamayacağını tartar ve eğer başa çıkamayacaksa tüm enerjisini o ortamı terk etmek için hareket geçirir. Buna örnek olarak bir olay anlatmak istiyorum: Bir danışanım eşi ile her tartıştıklarında nasıl oluyorsa kendisini bir anda kahvede buluyordu. Bunu neden yaptığının üzerine düşünmesini istediğimde bulduğu yanıt şu olmuştu: “Evden çıkıp arkadaşlarımla buluşacağımı bildiğim kahveye gidiyorum. Çünkü orada rahatım.” Kahvede kendini rahat, yani güvende hissediyordu. Çünkü tehlikeden uzaklaşmış oluyordu. Burada şunu belirtmekte yarar var: Sürüngen Beyin karşılaştığımız tüm problemleri bir ölüm kalım meselesi olarak algılamaktadır. Bu danışanım da genellikle kahveye giderek sıkıntı verici benliğinin tehlike olarak ona hissettirdiği durumdan kaçmış oluyordu. Başka kaçma örneklerinden söz etmek gerekirse en çok karşılaştığım örnekler şunlardır.


Bilgisayar başında uzun zaman geçirme, alkol alarak sızma, bitmek bilmeyen cep telefonu aramaları, iş peşinde koşma, yorgunluktan söz ederek erkenden uyuma, çocuklarla aşırı şekilde ilgilenme, geç saatte yenen ve süreklilik arz eden iş yemekleri vb.



Savaşma: Bu seçenekte organizma kalıp savaşmayı ve tehlikeyi bu şekilde ortadan kaldırabileceğini düşünmektedir. Bir danışanım yaşadıkları problemlerle ilgili sürekli eşi ile konuşmaya çalıştıklarını ancak neredeyse her konuşmanın bir kavga ile sona erdiğini iletmişti. Buradaki çift bitmek bilmeyen bir kavganın içersinde gibidirler. Atılan yumruklardan, yenilen tekmelerden yorgun düşünceye ve sonunda her ikisi de ayakta duramayacak hale gelinceye kadar dövüşmeye devam ediyorlardır. Her ikisinin Sürüngen Beyni de aynı seçeneği seçmiştir. Savaşmak.


Donma: Bunu özellikle sürüngen hayvanlarda çok görmekteyiz. Tehlike geçinceye kadar yerinden kımıldamaz sanki orada yokmuş gibi, sanki bir ağacın dalıymış gibi yaparlar. Böylece tehlikenin onları görmemesini dilerler. Tıpkı okulda kendisine soru sormaması için hiç kımıldamayan ve öğretmene özellikle bakmayan küçük bir çocuğun davranışı gibidir. Bazen eşler kendisinden özellikle cinsel bir talepte bulunacağını düşündükleri eşlerine karşı geliştirirler. Kendilerine bakmazlar. Şişmanlarlar. Saçlarını düzeltmezler. Herhangi bir konuda karar vermekten kaçınırlar. Kendilerinden özellikle bir şey istenene kadar herhangi bir şeye el sürmezler. Kişisel bakım yapmaktan veya bir birey olarak onun varlığını hissettirecek herhangi bir davranıştan özellikle kaçarlar ki sanki o evliliğin içerisinde yokmuşlar gibi bir tutum içerisine girerler.


Boyun Eğme: Yapmış olduğu evliliğin farklı bir şekilde yaşanmayacağı varsayımından hareket ederler. Eşlerinin onlarda yarattığı tehlike sinyallerine rağmen sürekli olarak kendi kendilerini evliliğin böyle olduğuna dair telkinde bulunurlar ve bir süre sonra da tüm yaşadıkları sıkıntıları kabul ederek yaşamaya başlarlar. Boyun eğme kendi kimliğini varlığını ve isteklerini bir tarafa bırakıp eşi için yaşamaya başlamaktır.


Deneme Yanılma Yoluyla Öğrenme


Biz ilişkiler dünyası içerisine doğarız demiştik, başlarda. Bizi en fazla etkileyen ilişkiler ağı ailemizle kurduğumuz ilişkidir. Doğumumuz ile birlikte içerisine girdiğimiz bu ilişkilerde varlığımız sürekli tehlike altındadır. Biz de bakıma muhtacızdır. Yaşamın ilk aylarından sonra kendi bağımsızlığımızı kazanmaya başladığımız ilk emekleme çabalarımızla birlikte varlığımızı borçlu olduğumuz ebeveynlerimizden her geçen gün biraz daha ayrışmaya ve kendiliğimizi ortaya çıkarmaya çalışırız. Bu süreçte karşımıza çıkan süreçte ilk deneme yanılmalarımız ortaya çıkar.


Emekleyerek ulaşmaya az kaldığımız bir vazoya tam elimizi atacakken annemizin müdahalesi gecikmez. Bizi ya da vazoyu alıp başka bir yere taşıyarak bizi tehlikeden uzaklaştırır. Ancak annemiz bize bu iyiliği yaparken bir diğer taraftan da bizim doğamızdan gelen bir merak dürtüsünün önüne geçmiş, bizi engellemiştir. Bu engellenme karşı karşıya kaldığımız anda tehlike zilleri çalmaya başlamaktadır. Ve yukarıda saydığımız bir davranışı gerçekleştiririz. Bu noktada eğer herhangi bir davranışla istediğimize ulaşabilirsek elde edeceğimiz ödül, seçtiğimiz davranış seçeneğini pekiştiren bir ödül işlevi görecektir. Benzer durumlarda benzer davranışlara karşı ileriki zamanlarda da pekiştireçler alırsak bu davranış bizim için alışkanlık haline gelecektir.


Bu birçok annenin karşılaştığı durumlardan biridir. Şöyle bir örnek ile anlatayım: Aylin Hanım bir çocuk annesidir. Eşi ile mutlu bir evlilikleri vardır. Ancak çocukları ile ilgili bir sıkıntıları vardır. Çocukları ne zaman bir şey istese ve onlar istenen bu şeyi uygun görmeseler, çocukları hemen ağlamaya, kendini uluorta yerlere atmaya ve nerede olurlarsa olsunlar avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamaktadır. Aylin Hanım, bir market alışverişi esnasında çocuğunun istediği bir şeyi almak istemesin… Bir çikolatayı ya da oyuncağı diyelim. Çocuğu önce diretmeye başlamakta, annesinin almayacağını fark ettiğinde ağlamaya ve bir süre sonrada kendisini o kalabalık mekanda yere atıp bağıra bağıra ağlayıp ortalığı ayağa kaldırmaya başlamaktadır. Aylin Hanım önce bir süre direnir, sonra ise yabancıların garip bakışlarından utanarak “tamam, kalk artık yerden bak herkes bize bakıyor, kalk alacağız söz” diyerek çocuğunu sakinleştirmek ve istediğini gerçekleştirmek zorunda hisseder. Çocuk istediğini elde etmiştir.


Bize gelir ve şunu anlatır: “Onunla markete veya başka bir yere gitmeden önce mutlaka konuşuyorum ve daha önceki davranışlarını tekrarlamayacağına dair söz alıyorum. Ama sanki benim inadıma yapıyor. Her seferinde aynı şey tekrarlanıyor.”


Aylin Hanım bu duruma neden düştüklerini bir türlü anlayamamaktadır. Nasıl çözeceğini de bilmemektedir. Ancak ondan kendi aile yaşantısını ve çocuğunun gelişim sürecini anlatmasını istediğimizde bize şu bilgileri vermektedir: Aylin Hanım çok sevecen bir ailede büyümüştür. Annesinden kopması ise çok zor olmuştur. Annesi ile olan bağı o kadar güçlüdür ki şimdi işi nedeniyle başka şehirlerde yaşamalarına rağmen günde beş altı kez telefonla görüşmektedirler. Akşam ne yemek yapacağını dahi birçok kez annesi ona söylemektedir. Evlenmek onun için zor olmuştur. Kendisini hep bir tarafı eksik gibi hissetmiştir. Ta ki çocuğu doğuncaya dek… Sanki o doğduğunda kendini tamamlanmış gibi hissetmiştir. Çocuğunu o da tıpkı annesinin onu koruyup kolladığı gibi sevmiş ve korumuştur. Zaman zaman babası ile çocuk yetiştirme konusunda ters düşmüşlerdir. Eşinin çocuğuna karşı mesafeli olduğunu düşünmektedir. Eşi sanki hayatlarında hiçbir şey değişmemiş gibi davranmaktadır. Çocuklarının büyüme sürecinde eşi, Aylin Hanım’a göre çok katı olabilmektedir. Çocuklarına katı sınırlar koymaktadır. Aylin Hanım çocuğunun isteklerinin bir an önce yerine gelmesini sağlamaya çalışırken babası koyduğu katı sınırlamalarla çocuklarını sınırlandırmaktadır. Şimdi ise Aylin Hanım çocuğuna bu kadar sevgi vermişken nasıl olur da çocuğunun onu bu kadar zorladığını anlayamamaktadır.


Aylin Hanım’a çocukları babası ile alışverişe gittiklerinde kendisinin yaşadığına benzer sıkıntıları yaşayıp yaşamadığını sorduğumda “yok onunla tek başına iken yapmıyormuş ama ben de varsam aynı şey yineleniyor” diye cevap verdi.


“Sanırım buradan bir sonuç çıkarmam gerekiyor” diyerek duraksadığında “lütfen yüksek sesle düşünün” dedim. “Sanırım” diye söze başlayan Aylin Hanım “benim ağlamalarına dayanamayacağımı ve hayır desem de bunun bir süre sonra, onun ağlamaları karşısında evet olacağını öğretmişim” diye sürdürdü.


Aylin Hanım’ın çocuğu bir şey öğrenmiştir. Annesi hayır dese bile kendisi diretecek, en büyük silahını, ağlamayı devreye sokarak durumu lehine çevirmeyi öğrenmiştir. Deneme yanılmaları annesinde işe yarayan bu tavrın, babasında işe yaramadığını da öğrenmiştir.


Bu hikayede açıkça görünen şey deneme yanılma yoluyla bazı davranış kalıplarının öğrenildiğidir. Bu davranış kalıpları öğrenildiği zaman işe yarardırlar ve ta ki çocuk yaşamının bir döneminde bunun işe yaramadığını veya kendisine zarar verdiğini fark edinceye kadar kullanmaya devam edecektir.


Deneme yanılma yoluyla öğrenmeye verdiğimiz bu örneği burada sonlandıralım ve nesiller arası geçişe değinelim.


Aynı hikayede Aylin Hanım’ın annesi ile olan ilişkisini mercek altına alalım. Aylin Hanım’ın yukarıda bahsetmediğim bir takım anlatımları daha vardı. Annesi ile babasının ilişkileri hep problemli olmuştu. Babası sık sık iş yemeklerine kalan ve eve geç gelen bir kişi idi. Kendisi tek çocuktu ve annesinin de belirttiği üzere Aylin Hanım doğduğundan itibaren dokuz yaşına kadar annesi ile uyumuşlardı. Annesi ona özel bir ihtimam göstermişti. Onun okulu ile ilgilenmiş, arkadaşlarının aileleri ile tanışmış, onlara gidip gelmişti. Babası iş yoğunluğu nedeniyle pek tatil yapamıyordu. Kendisi ve annesi ise şehrin iki saat uzaklığındaki yazlıklarında çoğu zaman yalnız bir şekilde tüm tatili geçiriyorlardı. Babasını yaz boyunca birkaç kez görebiliyordu. O zamanlarda da ise oldukça çok eğleniyorlardı. Annesi ile babasının bir arada eğlendiklerini ve güldüklerini çok az görmüştü. Ama ikisinin de onu çok sevdiklerinin farkında olarak büyümüştü.


Çocukken annesi onu parka götürür ama çok fazla oyun oynamasına, koşturmasına izin vermezdi. Terleyip hasta olacağından korkuyordu. Okulda bile sık sık öğretmeninin arayıp durumunu, terleyip terlemediğini soruyordu. 12 yaşına gelinceye kadar ayakkabı bağlarını bile annesi bağlamıştı. Kendisinin çok gevşek bağladığını ayakkabı bağlarının açılıp onun düşmesine neden olacağını sık sık söylerdi, annesi.


Annesi ile Aylin Hanım’ın ilişkisine baktığımızda gördüğümüz tablo şudur: Eşi ile ilişkisi pekiyi olmayan ve kızına sıkı sıkıya bağlanmış bir anne. Bu öyle bir bağlanma ki kızının kendinden kopmasına, bağımsızlığını kazanmasına engel olan kızının her bağımsızlaşma girişimine (çocuğun arkadaşları ile parkta, okulda rahatsız edilmeden oynaması veya kendi giysilerini tek başına giyip çıkarabilmesi bağımsızlık yolunda olmazsa olmaz şeylerdir) kızına bir şey olacağı kaygısıyla her zaman engel olan bir bağlılık.


Aslında bu tür annelerin kendileri farkında olmasalar dahi içten içe ürktükleri şey kendi var oluşları ile ilgilidir. Eşleri ile ilişkilerindeki mutsuzluk sonucunda kendilerini çocuklarına adamış ve sanki çocukları onlardan uzaklaşırsa yaşamları sona erecekmiş gibi tepki verirler. Aslında dış dünya tehlikeli değildir, çocukları için. Onların tehlike olarak gördükleri şey çocuklarının onlardan bağımsızlaşmalarıdır. Bunun bilinçli bir şekilde farkında olmasalar da yaşadıkları bu sımsıkı bağlılığın altında bu vardır. Bu nedenle de çocuğa hep dış dünyanın tehlikelerle dolu olduğu ve güvenliğinin sadece kendi yanında olabileceği mesajını verirler. Bu mesaj ile büyüyen bir çocuk da ileriki yaşlarda kendi çocuklarına benzer özellikte davranışlar sergileyecektir.


Aylin Hanım’ın çocuğu ile olan ilişkisini “nesiller arası geçiş” ile değerlendirdiğimizde mükemmel bir örnek teşkil etmektedir.


Buraya kadar öğrendiklerimizi gözden geçirelim. Yıllardır bize söylenen ve doğruluğuna neredeyse hiçbir “Neden?” sorusunu sormadan kabul ettiğimiz “Evlilik Aşkı Öldürür” varsayımı ile başladık. Bu noktada aşkın iki farklı şekilde yaşanabileceğini ifade ettik: Bilinç Dışı Aşk ve Bilinçli Aşk. Bilinç Dışı Aşkın kurulan ilişki (evlilik, birlikte yaşama) ile sonlandığını ve bunun normal olduğunu ifade ettik. Bilinç Dışı Aşk bizim doğal bir iyileşme sürecinde kendiliğinden ortaya çıkan ve herkesin bildiği “aşk”tır. Evliliğin aşkı öldürmesinden sonra doğması gereken şey Bilinçli Aşk’tır ancak bilinçli bir aşkı kurmak çiftler için çok zordur. Çünkü biz evlilik ilişkisi ile ilgili bir eğitim almadan evleniyoruz ve evlilik sürecinde iki farklı şey bizim davranışlarımızı yönlendiriyor: Nesiller Arası Geçiş ve Deneme Yanılma Yolu ile öğrendiklerimiz. Nesiller Arası Geçişin ve Deneme Yanılma Yolunun bizim davranışlarımızda nasıl ve neden etkili olduklarını da biliyoruz. Bunu öğrenirken bir de Eski Beyin ve Yeni Beyin ayrımını da öğrenmiş olduk.


ZEİGARNİK ETKİSİ


Şimdi kaldığımız yerden şu soruya cevap arayarak devam edebiliriz: Aşkın, insanın iyileşme, kendi kendini tedavi etme girişimi olduğunu nasıl bilebiliyoruz?


Size bu noktada bir kuramdan bahsedeceğim. Zeigarnik Etkisi. Rus Psikolog Bluma Zeigarnik Viyana’da gittiği restoranda otururken tuhaf bir durum dikkatini çekiyor. Garsonların siparişleri sadece servis sürecinde hatırladıklarını fark ediyor. Servisi tamamladıklarında siparişler hafızalarından buharlaşıp gidiyor.


Çalışmalarına dönen Zeigarnik bu durumla ilgili bir teori geliştirmeye koyuluyor. Laboratuar ortamında bir deney oluşturuyor. Deneklere yirmi kadar basit görev veriyor; bulmaca çözmek, ipe boncuk dizmek gibi görevler. Yalnız bazen araya girip yapmakta oldukları işi yarıda kesmelerine neden oluyor. Daha sonra deneklere hangi görevin daha çok akıllarında kaldığı soruluyor. Tamamladıkları işlerden çok yarım bırakmak zorunda kaldıkları işleri hatırlayanların sayısı diğerlerinin iki misli çıkıyor.


Bundan altmış yıl kadar sonra Kenneth McGraw ve meslektaşları Zeigarnik Etkisini başka bir yoldan test etmişlerdir. Bu deneyde katılımcılara oldukça zorlu bir yapboz vermişler; hiçbiri yapbozu tam olarak bitirmeden araştırmanın sona erdiği belirtmişler. Buna rağmen katılımcıların yüzde doksanı yapbozu tamamlamayı sürdürmüşlerdir.


Beynimiz yarım kalan işi sürekli aklında tutmakta ve onunla meşgul olmaktadır ta ki işi bitirinceye kadar.


Eski beynimizin bizim hayatta kalmamızdan sorumlu olduğunu ifade etmiştik. İnsanoğlunun hayatta kalma mücadelesinde onu hayvandan ayıran önemli bir özelliği de onun hayatta kalması sadece karnının doyması veya güvenliğinin sağlanması ile yeterli olmamaktadır. Aynı zamanda duygusal açıdan da doyum sağlaması son derece önemlidir. Ancak daha ilk zamanlardan itibaren engellemelerle karşı karşıya kalan eski beyin, bu engellemeleri de aşmak istemektedir. Bu engellemeleri aşabilmek için engellenme yaşadığımız ilk dönemlere dönerek engellemeleri aşmak istemektedir, böylece yarım kalan işi bitirerek rahata erecektir.


BEYNİMİZ HER ŞEYİ SAKLAYAN DEVASA BİR ARŞİV İŞLEVİ GÖRÜR


Bu noktada şu soruyu soranlar olabilecektir: Yaşadıklarımız ve yarım kalan işlerimiz nasıl oluyor da biz hatırlamasak da zihnimizde bir yerlerde kalmaktadır. Yani beynimiz yaşadığımız, gördüğümüz, duyduğumuz veya okuduğumuz her şeyi gerçekten de bir yerlerde saklamakta mıdır? Bu soruya verilebilecek en güzel yanıtı Albert Einstein College Of Medicine’de Klinik Profesör olarak görev yapman Oliver Sacks’ın “Karısını Şapka Sanan Adam” adlı kitabından yardımla yanıtlayabiliriz.


Adı geçen kitabın 3. bölümünde Sacks, Bayan O. Clı’den bahsediyor. Gelin hep birlikte onun aktarımını okuyalım:


Bayan O.C. nedeni bilinmeyen bir şekilde sağırdı ama bunun dışında sağlığı gayet yerinde olan bir hanımdı. Yaşlılar evinde kalmaktaydı. 1979 Ocak ayının bir gecesi, İrlanda’da geçen çocukluğunu canlı ve nostaljik bir şekilde rüyasında gördü. Özellikle dans ettikleri ve söyledikleri şarkılar vardı rüyasında. Uyandığında aynı müzik hala net ve yüksek bir tonda devam etmekteydi. Hala rüya görmeye devam ediyor olmalıyım, diye düşündü kendi kendine ama durum düşündüğü gibi değildi. Uyandı, ayağa kalktı, kafası karışmıştı. Gece yarısı olmuştu. Herhalde biri radyoyu açık unuttu diye düşündü. Ama bunu niye sadece kendi duymuş ve rahatsız olmuştu. Bulabildiği her radyoya baktı, hepsi kapalıydı. Sonra aklına başka bir fikir geldi; dişlerdeki dolguların, bazen kristal bir radyo gibi çalıştığını ve radyo yayınlarını aldığını duymuştu. “İşte bu” diye düşündü. “Diş dolgularımdan biri çalıyor, uzun sürmez, sabaha ben onu tamir ettiririm.” Dolgularında bir sorun olmadığını söyleyen nöbetçi hemşireye söylendiği sırada yeni bir şey geldi Bayan O.C.’nin aklına. Gecenin bir yarısında hangi radyo kanalı insanı sağar edecek kadar yüksek sesle İrlanda şarkıları çalardı? Arada hiç konuşma olmadan sadece şarkı yayını yapardı? Sadece benim bildiğim şarkıları çalan ve başka bir şey çalmayan hangi radyo kanalıydı? Bu noktada kendi kendine acaba bu radyo beynimde mi? Diye sordu.


Tamamıyla şaşkın ve endişeli bir durumdaydı. Müzik ise sağır edici bir şekilde çalmaya devam ediyordu. Son umudu Kulak Burun Boğazcı’sıydı; doktoru kendisine, durumun kulaklarındaki sorundan, sağırlığından kaynaklandığını söyler ve endişe edilecek bir durum olmadığı hakkında onu nasıl olsa ikna ederdi. Sabahleyin doktorunu gördüğünde; “Hayır Bayan O.C.durumun kulaklarınızla ilgili olmadığını düşünüyorum. Basit bir çınlama, vızıldama, hafif ve monoton bir ses olsaydı belki ama İrlanda şarkılarından bir konser! Hayır sorun kulaklarınızda değil. Bir psikiyatristi görmelisiniz.” Bayan O.C. aynı gün psikiyatristten bir randevu aldı. Psikiyatristi, “Hayır Bayan O.C., zihinsel bir probleminiz yok. Aklınızı yitirmiş değilsiniz. Ayrıca aklını yitirmiş olanlar müzik duymaz sadece bazı ‘sesler’ işitirler. Bir nöroloğu, meslektaşım Doktor Sacks;ı, görmelisiniz.” dedi ve böylelikle Bayan O.C. bana geldi.


Bayan O.C. ile sohbet etmek, sağırlığından dolayı bir miktar zordu. Bu zorluğun daha da önemli bir parçası, konuşmamın, onun kulağına gelen şarkıların içinde kaybolmasıydı. Beni ancak daha hafif parçalar çaldığında duyabiliyordu. Oldukça akıllı birisiydi. Fakat gözlerindeki uzak ve dalgın ifade, onun yarı yarıya kendi dünyasının dışına taşmış biri olduğunu ele veriyordu. Nörolojik açıdan ters bir şey yoktu. Yine de duyduğu müziğin nörolojik kaynaklı olduğunda şüphe ettim.


Bayan O.C.’yi bu noktaya getiren şey neydi? Seksen sekiz yaşında, sağlığı genel olarak mükemmel bir insandı. Zihninin dengesini bozacak hiçbir ilaç almıyordu. Görünüşe bakılırsa bir gün öncesinden de gayet normaldi.


Aklımdan geçenleri sanki okuyormuş gibi “Doktor, bu bir inme mi?” biye sordu.


“Daha önce hiç böyle bir inme görmemiş olsam da, dediğiniz doğru olabilir. Bir şeyler olduğu bir gerçek ama tehlikeli bir şeyler olduğunu düşünmüyorum. Endişelenmeyin, biraz sabredin.” dedim.


“Benim yaşadıklarımı yaşadığınızda sabretmesi zor oluyor. Buranın sessiz olduğunu bilmeme rağmen, bu sessiz ortamda bir müzik okyanusunun içindeyim.” dedi.


Özellikle, beynin müzikle ilgili lobları olan temporal loblardaki durumu merak ederek hemen bir ansefalogram yaptırtmak istedim. Ama bazı şartlar bir süre, bunu yaptırmamıza engel oldu. Bu sırada, müziğin yoğunluğu azaldı, hem sesi daha hafiflemişti, hem de artık ara ara susuyordu. İlk üç geceden sonra yavaş yavaş uyuyabilmeye başlamış, şarkılar arasında, konuşma ve konuşulanları duyma imkanı da doğmuştu. EEG yaptırabileceğimiz gün geldiğinde, bir gün içinde aşağı yukarı 12 kez, çok kısa sürelerle şarkılar duymaya devam ediyordu. Onu EEG için hazırlayıp kafasına elektrotları bağladığımızda, ondan hiç konuşmadan ve içinden hiç şarkı söylemeden öylece yatmasını istedim. Ama biz EEG kaydını alırken eğer şarkılarından birini duymaya başlarsa sağ işaret parmağını hafifçe kaldıracaktı. Bu hafif hareket EEG’yi etkilemeyecek bir hareketti. İki saatlik EEG kaydı sırasında, işaret parmağını üç sefer kaldırdı ve işareti verdiği her seferde EEG’nin kalemleri yerinden oynayarak beynin temporal bölgesine ait yerle ilgili keskin dalgalanmalar ve çıkışlar saptadı. Bu tespit onun gerçekten de temporal lob nöbetleri geçirdiğini doğruluyordu. Hughlings Jackson’ın tahmin ettiği ve Wilder Penfield’in ispatladığı üzere yaşantısal halüsinasyonların ve geçmişi canlı bir şekilde hatırlama olaylarının altında böylesi nöbetler vardı. Ama neden bu garip belirti, birdenbire ortaya çıkmıştı? Çektirdiğimiz beyin tomografisinde, gerçekten de sağ temporal lobun birikiminde ufak bir tromboz veya tıkanma olduğunu gördük. Gece yarısı duymaya başladığı İrlanda şarkıları, diğer bir ifadeyle korteksindeki müzikal hafıza izlerinin aniden harekete geçmesi, bir inme geçirmesinden kaynaklanıyordu. Durumu normale döndükçe de şarkılar giderek azaldı.


Nisan’ın ortasına doğru şarkıların hepsi kayboldu.


Dr. Sacks’ın hastası yapılan tedavi girişimiyle “problem”inden kurtulsa da bu problem bize beynimizin her şeyi saklayan bir arşiv işlevi gördüğünü kanıtlamaktadır. Ancak bazen kayıtlar kontrolümüz dışında da, yukarıdaki hikayede görüldüğü gibi, ortaya çıkabilmektedir.


Anlattığımız örnek hikayede de görüldüğü üzere her şeyi saklayan beynimiz, sakladığı ve bununla beraber sonlandıramadığımız olayları yeniden yaşama eğilimi göstermektedir. Bu yeniden yaşama eğilimi bir sonlandırma, tamamına erdirme veyahut da “tedavi etme girişimidir”.


     Beğenin    
Facebook'ta paylaş Twitter'da paylaş Linkin'de paylaş Pinterest'de paylaş Epostayla Paylaş
Makale Kütüphanemizden
İlgili Makaleler  
► Mutlu Aile Olmak-Mutlu Evlilikler Psk.Serap DUYGULU
► Mutlu Evlilikler İçin Öneriler Dr.Psk.Fatih SÖNMEZ
► Nasıl Mutlu Olunur? Mutlu Olmak İçin Gerekenler ÇOK OKUNUYOR Psk.Nilüfer ŞİŞMAN
► Mutlu İlişki & Mutlu Aile Psk.Dnş.Filiz OKUŞ TEZEL
► Zor Çiftler, Zor Evlilikler Dr.Psk.Fatih SÖNMEZ
► Mutlu Aşk Var Mıdır ? Psk.Nihan DİKME
► Mutlu Olma Takıntısı Psk.Dnş.Mehmet SUNAOĞLU
► Mutlu Evliliğin Sırları Psk.İshak BÜYÜKYILDIRIM
TavsiyeEdiyorum.com Bilimsel Makaleler Kütüphanemizdeki 19,980 uzman makalesi arasında 'Mutlu Evlilikler, Mutlu Çiftler' başlığıyla benzeşen toplam 20 makaleden bu yazıyla en ilgili görülenleri yukarıda listelenmiştir.
 
Sitemizde yer alan döküman ve yazılar uzman üyelerimiz tarafından hazırlanmış ve pek çoğu bilimsel düzeyde yapılmış çalışmalar olduğundan güvenilir mahiyette eserlerdir. Bununla birlikte TavsiyeEdiyorum.com sitesi ve çalışma sahipleri, yazıların içerdiği bilgilerin güvenilirliği veya güncelliği konusunda hukuki bir güvence vermezler. Sitemizde yayınlanan yazılar bilgi amaçlı kaleme alınmış ve profesyonellere yönelik olarak hazırlanmıştır. Site ziyaretçilerimizin o meslekle ilgili bir uzmanla görüşmeden, yazı içindeki bilgileri kendi başlarına kullanmamaları gerekmektedir. Yazıların telif hakkı tamamen yazarlarına aittir, eserler sahiplerinin muvaffakatı olmadan hiçbir suretle çoğaltılamaz, başka bir yerde kullanılamaz, kopyala yapıştır yöntemiyle başka mecralara aktarılamaz. Sitemizde yer alan herhangi bir yazı başkasına ait telif haklarını ihlal ediyor, intihal içeriyor veya yazarın mensubu bulunduğu mesleğin meslek için etik kurallarına aykırılıklar taşıyorsa, yazının kaldırılabilmesi için site yönetimimize bilgi verilmelidir.


22:45
Top