Ölüm ve Ölüm Korkusunun İnsan Psikolojisi Üzerine Etkisi
ÖLÜM VE ÖLÜM KORKUSUNUN İNSAN PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE ETKİSİ
KASIM 2005
ÖLÜMLE İLGİLİ GENEL TUTUMLAR
GİRİŞ
Bilim ve teknolojinin gelişmesiyle araştırma alanları genişlemiş ve çeşitlilik kazanmıştır. Bunun sonucu olarak, insanoğlu kendini tanımaya ve hangi durumlarda ne gibi tutumlar sergilediğini, bu gelişmelerin ışığında incelemeye koyulmuştur. İşte bunlardan biri de, insanın ölümle ilgili tutumlarıdır. Psikolojinin çeşitli kolları, ölüme ilişkin tutumları, 1930'lardan itibaren (Amerika'da) bilimsel bir problem olarak öne sürmeye başlamışlardır (Chadwick, 1929; Becker ve Bruner, 1931; Bromberg ve Schilder, 1933, 1936; Schilder ve Wechsler, 1934; Middleton, 1936; Schilder, 1936; Nagy, 1938). Sonuçda, yüzlerce çalışma ortaya çıkmış, çok sayıda konferans ve seminer verilmiştir.
Bu çalışmamızda, ölüm hakkında yapılan araştırmaların bir bölümünün verileri ışığında ölümsüzlük arzusu ve ölüme ilişkin olarak, maskeleme, bastırma, korku, kaygı, meydan okuma, kabullenme, ölümü isteme,... gibi tutumlar hakkında bilgi vermeye çalışacağız.
Ölümsüzlük Arzusu
Teknolojik gelişmelerden önceki dönemlerde insan, ölüm olgusunu tahlil ederken, canlıları ilgilendiren bu büyük gerçekle karşılaştığında, ondan kaçmayı ya da ona karşı koymayı arzu etmişse de, genellikle fazla birşey yapamamıştır. Yalnızca, ölümü kabullenmekle yetinmiştir. Fakat, teknolojinin gelişmesiyle birlikte, ölümsüzlük arzusunun bir belirtisi olarak, insan ömrünün uzatılması çabaları da başlamıştır. Bu çabalar bir noktaya kadar başarıya ulaşmış, insan ömrü büyük ölçüde uzatılabilmiştir. Hick (1990), Lerner'in (1970) Eski Yunan'da ortalama ölüm yaşının 20, Eski Roma'da ise muhtemelen 22 dolaylarında olduğuna dair ifadesini nakleder. Hick, 18. yüzyılda Avrupa'da ortalama ölüm yaşının 36 dolaylarında olduğunu, 1841'de İngiltere'de erkekler için yaşama umudu 40, kadınlar için 42 yıl olduğundan bahseder. Bugün ise, erkekler için 69-70 arasında olan ortalama ölüm yaşının, kadınlarda 75'e ulaştığını ve neredeyse dörtte üç oranında bir artışın sözkonusu olduğunu görmekteyiz (Hick, 1990).
İlmin ve teknolojinin gelişmesiyle, ölüme ilişkin en şiddetli tepki olarak soğukla tedavi (cryonics) teknolojisi gösterilmektedir. Bu metodu savunanlarının amacı, yeni ölmüş olanların, gelecekte bir gün teknolojik gelişme elverdiğinde, yeniden diriltilebilecekleri düşüncesiyle, gömülme ya da yakılmaları yerine, dondurulmalarını teşvik etmek ve sağlamaktır. Bu amaçla, başta Amerika Birleşik Devletleri'nde olmak üzere Avrupa ülkelerinde de bir çok dernek kurulmuştur. (Hick, 1990).
Konuyla ilgili, 13-16 Şubat 1993 tarihleri arasında, Sabah Gazetesi'nde çıkan bir yazı dizisinde, İngiltere'de genelde zengin ve ünlü insanların kendi istekleriyle (Aids, trafik kazası, çok sayıda da kanser vakası) 100-200 yıl sonra diriltilmek üzere, -70 derecede dondurulduklarından bahsedilmektedir. Ayrıca ölümsüzlük veya insan ömrünü uzatma konusunda, 4 Ağustos 1996 tarihli Hürriyet Gazetesi'nin 'The Sunday Times'dan naklettiği bir haberde, Chris Winter adlı bir bilim adamının 30 yıllık çalışması sonucunda mikroçiplerin beyine uyarlanmasıyla ölümün sınırlarının zorlanacağı ifade edilmiştir. Yine aynı gazetenin 13 Ağustos 1996 tarihli sayısında Harvard Üniversitesi profesörleri tarafından "Age 1" adı verilen bir gençlik geni bulunduğu, yapılan deneylerde toprak solucanının ömrünü dört misli artırıldığı ve insanlar üzerinde çalışmalara başlanıldığı haber olarak verilmektedir. Bu da, insanda ölüme karşı bir mücadelenin ve ölümsüzlük duygusunun bulunduğunu göstermektedir. Yani insanda var olan en derin ve en güçlü arzulardan birinin yaşama isteği olduğu anlaşılmaktadır. Bundan dolayıdır ki, insanı ürküten, insana korku veren şey, hayatın bir yerde sona ereceğini düşünmek ve bilmektir.
Bu ölümsüzlük çabaları insanda ölümsüz olmaya karşı güçlü ve evrensel nitelikte bir arzunun olduğunu göstermektedir. Bu arzunun dış dünyaya yansıması ise farklı farklı olabilmektedir. Yukarıda zikredildiği gibi, maddi nitelikte bir ölümsüzlük arzusu olabildiği gibi, çeşitli eserler bırakmak suretiyle veya neslinin, isminin devam etmesi amacıyla çocuk sahibi olma isteği şeklinde de bir ölümsüzlük arzusu olabilir. Ruh sağlığı açısından dinler, mensuplarına sunmuş oldukları, öldükten sonra ebedi bir hayatın varlığına ait ifade ve sembollerle, ölümsüzlük arzusunun tatmininde önemli bir rol oynarlar.
Tarihî Süreç İçinde Batılıların Ölüme İlişkin Tutumları
İnsanın ölüme ilişkin tutumlarını ele alırken, tarihi süreç içinde, özellikle Batılıların ölümle ilgili tutumlarının önemli ve anlamlı değişikliklere maruz kaldığını ve ölümle içiçe bir hayat sürdürdüklerini görürüz. Ondokuzuncu yüzyıl sonlarına kadar, genellikle mezarlıklar mabetlere yakın alanlarda yapılmıştır. Bu da, mezarlıkların yerleşim alanlarının içinde olduklarını gösterir. Bununla birlikte, ölüm yaşının düşük olması, çocuk ölümlerinin yüksek olması, bugünden farklı olarak aileleri ölüm olgusuyla daha sık karşı karşıya bırakmıştır. Yani insanlar, ailesinde veya çevresinde ölümle sık sık yüzyüze gelmiştir.
Ortaçağda insanlar, ölümlerini sezinleyip hazırlık yapar ve evlerinde, aileleri içinde ölürlerdi. Bu dönemde insanların ölümle ilgili en büyük korkusu, yalnız başına ölmekti. Ölümü yaklaşan kişi dinî ve örfî törenler düzenlerdi. Ölüme karşı bir direnme ve reddetme gibi tavırlar görülmezdi (Ariés, 1991).
Ariés'e göre, modern çağda Avrupa'da ölüm, tema ve ayinlerin görünüşteki sürekliliklerine rağmen, meydan okunan bir şey haline gelmiş ve bildik nesneler dünyasının dışına atılmıştır. Hayal âleminde ölüm, erotizm ile birleştirilerek, kurulu düzenden kopuşu ifade eder olmuştur. Böylece ölüm giderek başka bir biçim almıştır; bu biçim daha uzak ve daha dramatiktir, daha gerilim yüklüdür. Ölüm bazen yüceltilmiştir (Lamartine'in eserlerindeki güzel ölüm) ve kısa bir süre sonra da alçaltılmıştır (Mademe Bovery'nin çirkin ölümü).
Ariés, 19. yüzyılda ölümün her yerde hâzır ve nâzır hale geldiğini ifade ederek, cenaze merasimleri, matem kıyafetleri, mezarlıkların genişlemesi ve kabirlerin büyümesi, mezarlıklara hac ziyaretlerinin yapılması gibi hususların, ölümle olan eski sıkıfıkılığın zayıfladığını, yani gerçekten derin kökleri olan bu duygunun gücünün azaldığını söyler. Böylece zaman geçtikçe ölüm hakkında düşünmek ve konuşmak artık tabu ve yasak bir şey haline gelmiştir (Ariés, 1991).
Ülkemizde Ariés'in yaptığı çalışmaya benzer bir çalışmaya rastlamadığımız için, burada amacımız, Batılıların tarihî süreç içindeki ölüme ilişkin tutumlarını ve bunun ne tür bir değişikliğe uğradığını göstermek suretiyle konu hakkında bir fikir vermektir. Zira yukarda çizilen tabloyla, kültürümüzün tarihi sürecindeki ölüme ilişkin tutumlar ve tutum değişiklikleri arasında benzerlikler kurulabileceği kanaatindeyiz.
Bastırma ve Maskeleme (Ölümün Düşünülmesinin ve Konuşulmasının Tabu Olarak Kabul Edilmesi)
Alexander ve Adlerstein (1959) ölümle ilgili tutumlar olarak bastırma ve maskeleme tutumlarını ele alırlar. Onlara göre maskeleme, ölüm hakkında düşünme fırsatı bulamamak için kendini tamamen günlük işlere vermek suretiyle meşgul etmektir. Bastırma ise, ölüm kavramını şuurdan atarak etkisiz hale getirmektir. İleriye dönük planlarımızı yaparken çoğu kez ölümü hiç düşünmeyişimiz de bastırma türünden bir savunma mekanizmasına örnek olarak verilebilir. Yine oldukça yaşlı insanlarda sık sık gözlenen para biriktirme ve kimseye yardım etmeme gibi davranışlar ölüm düşüncesini bastırma davranışına örnek olarak verilebilir (Cüceloğlu, 1991, s.302).
Aslında, insanların ölüm ve ölümle ilgili ürettikleri kavramlara veya meydana getirdikleri törenlere, gelenek ve göreneklere baktığımızda, insanda bir bastırma tutumunun olduğunu görürüz. Bir kere ölümü, ölüm olarak adlandırmıyor, onun yerine "vefat etti", "göçtü", Allah'ın rahmetine kavuştu", "ebedi uykusuna yattı", "hakka erdi", "hayatını kaybetti" gibi, anlamı yumuşatan deyimlerle ifade ediyoruz. Bu durum, büyük bir ihtimalle bütün toplumlarda ve bütün zamanlarda geçerli bir tutumdur. Daha da ötesi insanlar, ölümün yok olma değil bir tür uyku olduğunu göstermek için, cesedleri süsleme ve güzelleştirme çabasına girmişlerdir. Bu konuda Fromm (1991, s.182), özellikle Amerika'da, insanların ölüm bilincini ve korkusunu bastırmak için, cenaze törenlerinde cesedleri süsleyerek güzelleştirme çabası içinde olduklarını söylemektedir. İşte bu iki tutumun etkisiyle ölüm hakkında konuşmak Hick'in (1976) tabiriyle, bir tabu olarak görülmeye başlanmıştır.
Yirminci yüzyıla kadar cinsiyetle ilgili konuları konuşmak tabu iken, ölümle ilgili konuları konuşmak oldukça sıradan ve rahattı. Fakat günümüzde bu durum tam tersine dönmüş, seks sınırsız bir şekilde konuşulurken, ölüm neredeyse ağıza bile alınmamaktadır. Bununla birlikte, Amerika ve Avrupa'da bu tabunun farkına varılmasıyla yavaş yavaş ölüm konusundan da söz edilmeye başlanmıştır.
Hick (1976) de, ölümün bir tabu olduğunun farkına varmakla onu tabu olmaktan çıkarma sürecine girildiğinden bahsederek, 1971 tarihli Psychology Today'den şu alıntıyı yapmıştır: "Psychology Today'in okuyucuları açıkça, ölümün, seksten daha önemli olduğunu hissetmektedirler; okuyuculardan 30.000'den fazlası anketi cevaplandırmış, bunlardan 2000'den fazlası ise, cevaplarına değerli mektuplar eklemişlerdir. Bu anket, Psychology Today tarafından yapılan ve 20.000 kişinin katıldığı seks anketi ile elde edilen rekoru da kırmıştır. Öyle görünüyor ki, binlerce kişi ölüm konusunda dertlerini dökmek için uygun bir fırsat bekliyorlarmış, dolayısıyla dile getirilmeyen düşüncelerini yazdıktan sonra biraz rahatlamışlardır. Çok sayıda mektupda, ankete katılanların fazlasıyla memnun kaldıklarına işaret edilerek, böyle bir çalışmanın kendileri için ne kadar anlamlı olduğu dile getirilmiştir".
Çağımızda ölümün, bir tabu haline gelmesinde, teknolojinin gelişmesiyle, hayat standartlarının iyileşmesi ve ölümün toplumdan kurumlara taşınmış olmasının etkisi büyüktür. Bugün tıbbî tedavi altında iken hastanede ölen bir kimsenin son günleri ağır uyuşturucular altında geçmektedir. Onun ölüme gidişi, artık ailesinin de katıldığı bir tecrübe olmadığı gibi, doğrusu kendisi de bu tecrübeyi bilinçli bir şekilde yaşamamaktadır. Dolayısıyla genel olarak ölüm, herkesin mecburen katıldığı bir olay olmaktan çıkarak, doktor, cenaze işleri yöneticisinin ve din adamının katıldığı bir durum haline gelmiştir. Ölümün bu şekilde kurumsallaştırılması, tıp ilminin imkanlarının, ölümün kolaylaştırılmasında kullanılmasını sağlamışsa da aynı zamanda bu, ölüme ilişkin kültürel tabunun artmasına da neden olmuştur. Doğrusu, paravanlarla çevrilmiş bir hastane yatağının gizliliği içinde uyuşturucular altında gerçekleşen bu olay, hiç konuşulmaksızın, çok kolay bir şekilde psikolojik perdeler arkasına atılabilir (Hick, 1990).
Cüceloğlu (1991, s.368) da bu konuda, Amerikan toplumunda ölüm konusunun hiç konuşulmadığını ve evinde rahat döşeğinde ölen kimseye ender rastlandığını ifade eder. Hasta hemen hastaneye taşınır ve öleceği kesinleşen hasta, "ölmesi beklenen hastalar odası"na konur. Birey öldükten sonra, cenazesi bu işlerde uzmanlaşmış bir şirket tarafından kaldırılır. Hatta bu işler o kadar ustaca yapılır ki, hastane personeli bile cesetlerle çok nadir karşılaşır. Örneğin, bir tıp öğrencisi, hastanede geçirdiği gün ve gecelerde, sedyenin hasta odasından alınıp, morga ya da cenaze arabasına götürülünceye kadar yapılanlardan hiçbirini görmediğini ifade etmiştir (Kübler-Ross, 1987. s.12, ayrıca bkz., s.23).
Hick (1990), Gloset ve Strauss'dan (1965) şöyle bir alıntı yapar: "Ölümlülük durumuyla ilgili sosyal ve psikolojik problemler, ölen bir kimse ölmekte olduğunu bildiğinde çok daha vahim olmaktadır. Bu yüzden, Amerikalı hekimler hastalarına ölümün yaklaşmakta olduğunu hissettirme konusunda son derece gönülsüzdürler ve hemşirelerden, sorumlu doktorun iznini almadan, bu durumu ifşa etmemelerini beklerler".
Pattison'a (1974) göre, günümüzde ölümle ilgili kültürel içerikli dört tutum geliştirilmiştir: Ölümü yadsıma, ölüme meydan okuma, ölümü isteme ve ölümü kabullenme. Ona göre, Amerikan Kültürü genellikle, ölümü yadsıma tutumunu benimsemiştir ve bu nedenle doktorların çoğu, ölmekte olan hastalara gereğince yardımcı olamamaktadırlar. Üstelik doktorlar, diğer insanlara oranla ölümü en çok yadsıyan gruptur. Hastanelerde çalışan doktorlar ve sağlık personeli, incitme ve tedirgin etme kaygısıyla, ölmekte olan hastalarla konuşmaktan genellikle kaçınırlar. Oysa ölümü yaklaşan hastaların ölüme gidişlerinin hatırlatılmasından kaçınmak bir yana, çoğu kez konuyu tartışmaya istekli oldukları bilinmektedir (nkl.: Geçtan, 1992, s.123).
Sontag (1988) konuyla ilgili olarak, özellikle kanser ve verem hastalıklarının ölümle özdeşleştirildiğini söyleyerek, bu hastalıklara yakalananların doğrudan doğruya ölümle karşı karşıya kalmış olduğunu ifade eder. Sontag, günümüzün ölüm karşısındaki genel tutumu olan "tabu" anlayışının, bu tür hastalıklar karşısında da gösterilmekte olduğunu belirtir. Günümüzdeki yaygın anlayışa göre hastalara kanser oldukları söylenmiyor. Çünkü, kansere ilişkin oluşturulmuş mit ve imajlar, hastayı ruhsal çöküntü içine sokmaktadır. Yukarıdaki ifadelere paralellik gösteren bir bulgu da Feifel (1959) tarafından ortaya konmuştur. Feifel, ölmeye yakın bir çok hastanın ölümü konuşmak istemesine rağmen, tıp mesleğindekilerin bu konuyu konuşmaktan kaçındığını belirtir.
Günümüzde ölüme ilişkin böyle bir tutumun gelişmesinde kitle iletişim araçlarının etkisi küçünsenmeyecek derecededir. TV ve sinemalarda insanların öldürüldüğünü yetişkinler kadar çocuklar da görüyorlar. Amerikan Pediatri Akademisinin 1971'de yapılan bir toplantısında bildirildiğine göre, Amerika Birleşik Devletleri'nde 14 yaşına basmış bir çocuğun, ortalama olarak, televizyonda 18.000 kişinin öldürüldüğünü görmüş olabileceği tahmin ediliyor (günümüzde bu oran daha yüksektir). Ne var ki bu durum, ölümlülüğümüzle yüzyüze gelmemizi sağlamıyor, tersine bu, ona karşı başka bir savunma yani ölümle karşılaşmamanın başka bir çaresini oluşturuyor. Zira ekrandaki 18.000 ölüm, basit bir şekilde, ölümü eften püften bir şey durumuna düşürmektedir ve seyirciye bunun gerçek olmadığı kanaatini aşılamaktadır. Bu kadar çok ölüm, ölüm olgusunu ekranın büyülü dünyasının bir parçası haline dönüştürüyor ki, burada olaylar bilinçsizce, gerçek dışı olarak paranteze alınıyor. Şüphesiz TV ekranları zaman zaman bize savaşta öldürülmüş veya tabii bir faciada ölmüş gerçek cesetleri de göstermektedir. Bu durum ölümü görünür kılar, fakat bu istisnai bir ölüm şeklidir, dolayısıyla sıradan bir kişinin beklediği son ve mukadderat da değildir (Hick, 1990).
Kitle iletişim araçlarının etkisine ilişkin Türkiye'den bir örnek verelim: 14 Aralık 1993 tarihli Milliyet Gazetesi'nde manşetten yayınlanan bir haberde, televizyon programlarının izleyiciler, özellikle çocuklar üzerindeki olumsuz etkisine değinilmektedir. Haberde, TV. kanallarında haftada ortalama 600 filmin hiç bir denetime tabi tutulmaksızın yayınlandığı ve sadece 11 Aralık 1993 Cumartesi günü, saat 9.00-23.00 arasında yedi ayrı kanalda yayınlanan programlarda 500'e yakın kişi öldürüldüğü, 600'den fazla yaralanma olduğu ifade edilmektedir. Cinayetlerle, katliamlarla ve dehşete düşürücü sahnelerle dolu olan programları izleyen özellikle çocuk seyirciler olumsuz olarak etkilenmektedirler. Bir video kaset gibi olan çocuklar, seyrettiği programın etkisinde kalarak, suç işlemeye meyilli bir kişilik oluşturabilmektedirler. Hick'in ifade ettiği gibi, filimlerde ölüm olayına bu kadar yoğun bir şekilde şahit olmak ölümün, senaryonun bir parçası gibi algılanarak gerçek olmadığını kabul etmeye yol açabilir, yani gerçek ölüm olaylarının algılanmasında da bilinçsiz olarak ölüm olgusu, gerçek dışı gibi algılanabilir.
Ölümle İlgili Diğer Tutumlar
Ölüme meydan okuma eğilimi, içinde yaşadığımız kültürün doğal bir sonucudur. Folklorümüz ölüme meydan okuyan kahramanların hikayeleri yönünden oldukça zengindir. Destanlarımız savaşlarda ölüme meydan okuyan kahramanlarla doludur. Ulubatlı Hasan, Kesik Baş, Genç Osman, Hz. Ali, Hz. Hamza,... gibi şahsiyetlerle ilgili hikayelere, kıssalara, destanlara baktığımızda, altında şehadet mertebesine ulaşma arzusunun yattığı bir ölüme meydan okuma davranışıyla karşılaşırız. Ayrıca intihar komandolarının (Japon kamıkazeleri gibi) ve dublörlerin davranış biçimlerini de, ölüme meydan okuma davranışına örnek verebiliriz. Ölüme meydan okuma tutumunun bir türü de, çok sayıda kişinin ölümüne yol açan kazalardan sağ çıkanlarda görülür. Bu kişiler, ölümle kumar oynamış ve kazanmış olma biçiminde bir duygu yaşar; bazıları daha sonra karşılaştıkları benzer durumlarda, bu yenilmezlik duygusunun etkisiyle kendilerini gereksiz yere tehlikeye atarlar.
Kültürümüzde ölüm isteği, sanıldığından daha yaygındır. Ölüm bazen kişinin yaşamakta olduğu çatışmalar için bir çözüm yolu olarak görülebilir. Kimi insan, başkalarından öç almak ve onları, üstesinden gelemeyecekleri suçluluk duyguları içinde bırakmak amacıyla kendini öldürebilir. Ağır bedensel sakatlıkları olan kişilerde ve kendisini işe yaramaz bulan mutsuz yaşlılarda da ölme isteği sıklıkla görülür. Bazı nevrotik ve psikotikler, sevilen kişilere ölüm yoluyla ulaşma düşleri yaşarlar. İnsandaki ölüm isteği genellikle bilinçdışında yaşanır. Örneğin, aracını mantıkdışı bir hızla sürme alışkanlığında olan kişi, böyle bir eğilime sahip olduğunun farkında değildir. Tehlikeli işleri özellikle ve isteyerek meslek edinmiş olan kişilerin büyük bir çoğunluğunun bilinçaltında, yoğun ve sürekli suçluluk duyguları yaşadıkları saptanmıştır. Bu kişiler kendilerini tehlikeye atarak suç--ceza--af sürecini yaşamaya ve böylece rahatlamaya çalışırlar (Geçtan, 1992, s.124).
Bir kısım gençler için ölümün, çekici bir yüzü vardır. Ölümü istemek, her yaş ve gruptan tedirgin ve çatışmalı kişilerin başvurduğu çözüm yollarından biri olmuştur. Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere bütün dünyada intiharların giderek artmakta olduğu gözönüne alındığında, günümüz insanlarında, ölüm isteğinin ne kadar güçlü ve yaygın olduğu daha iyi anlaşılır. Ölüm isteğini doğuran şartlar ve sebepler kültürlere ve devirlere göre değişebilmektedir. Ayrıca kimilerinde, itibar kazanmanın nevrotik bir şekli olarak anlam kazanan ölüm isteği, ilâhi aşk duygusuyla kıvranan bir sûfîde ise, bir an önce Allah'a ulaşmanın derin ve samimi bir arzusu olarak kendisini gösterir. Ölüme duyulan arzunun sebepleri gibi, ifade ediliş biçimleri de farklıdır (Hökelekli, 1991).
Yukarıda tanımlanan tutumların hepsinde de hayat ve ölüm birbirinden ayrı olgular olarak ele alındığı halde, ölümü kabullenme tutumunda ölüm, hayatın bir parçası olarak kabul edilir.
Ölümü kabullenme tutumuna, varoluş felsefesini benimseyen bazı kişilerde rastlanmaktadır. Bunların bazıları ölümü, hayatı sürdürmemizin temel sebebi olarak görür. Bazıları ise, ölüme yaklaşmanın, fizyolojik bir son değil, varolmama tehdidi olarak algılandığı görüşünü savunur. Yirminci yüzyıl varoluş felsefesinin önderi olan Heidegger, ölüme ilişkin kaygımızla yüzleşemez ve bu duyguyu kabul edemezsek özgürce yaşamayacağımızı vurgular. Bir çok insan, hayatını ölümden kaçınma üzerine kurduğu için hayat sevincinden yoksun kalır (Geçtan, 1992, s.124).
Genel olarak hayatını iyi bir şekilde değerlendirdiği duygusuna sahip olan kimseler, ölümü sukûnetle kabullenme tutumu gösterirler. Dinî bakış açısı ölüme yaklaşmada, sukûnet, boyun eğme ve kabullenme tutumunu doğurabilir. Bununla birlikte bütün dindarlarda aynı eğilimin ortaya çıkmasını beklemek de gerçekçi olmaz. Yaşanan dinin özelliği ve kişinin dinî inanç ve görevlere kendisini veriş derecesi bu hususta önemli bir etken olarak gözükmektedir (Hökelekli, 1991).
Ölüm Kaygısı ve Ölüm Korkusu
Duyguların, soyut kavramların tanımlanması ve tasvir edilmesi çoğu zaman zor olmuştur. Böyle kavramların tanım ve tasvirleri genellikle subjektif olduğu için çeşitlilik arzeder. Birbirine çok yakın olan kaygı ve korku kavramları da bu kategoriye girer. Her iki duygu da, yaklaşmakta olan bir tehlikeye karşı geliştirilmiş duygusal tepkilerdir. Her ikisinin de fizyolojik belirtileri vardır. Nefes darlığı, terleme, gerginlik, kalp çarpıntısı, mide ağrısı, bel ağrısı, titreme, sürekli yorgunluk ve baş ağrısı gibi dış belirtiler gözlenebilmektedir. Bu nedenle psikologlar, kalp atışı, kan basıncı, nefes alış veriş düzeyi, galvanik deri tepkisi gibi değişik fizyolojik belirtileri bu duyguları ölçmede kullanabilmektedirler.
"Kaygıyla korku arasında, bazı psikologlarca tespit edilen üç önemli fark vardır: 1. Kaynak: 'Ben arıdan korkarım' örneğinde olduğu gibi, korkunun kaynağını biliriz, ancak kaygının kaynağı belirsizdir. 2. Şiddet: Korku kaygıdan daha şiddetlidir. 3. Süre: Korku daha kısa sürelidir, kaygı ise, uzun süre devam eder" (Cüceloğlu, 1991, s.277).
Kaygı kavramına ışık tutmuş yazar ve araştırmacılar arasında, Cannon (1932), Goldstein (1940), Sullivan (1946), Kierkegaard (1953) ve Horney'i (1980) sayabiliriz (Geçtan, 1990).
Buna benzer tartışmalar , ölüm korkusu ve ölüm kaygısı kavramları için de yapılmıştır. Konuyla ilgili yapılan araştırmalarda, bu iki kavram zaman zaman birbiri yerine aynı anlamda kullanılmışsa da, genellikle bu kavramların aynı şeyi ifade etmediği vurgulanmaktadır.
Ölüm korkusu ile ölüm kaygısı arasındaki kesin ayrımı ilk kez Kierkegaard yapmıştır. Ona göre, 'bir şey' den korkmakla 'yok' tan korkmak birbirinden farklı olgulardır. Kierkegaard, 'yok'u 'insanın birlikte hiçbir şey yapamadığı bir hiç' olarak tanımlamıştır. Rollo May de, Kierkegaard'ın ayrımına katılarak insanın bilinçdışında ölüm kaygısını korkuya dönüştürmeye çalıştığından sözeder (Geçtan, 1990, s.184).
Ölüm korkusu kavramıyla ilgili olarak iki farklı yaklaşım ortaya konmuştur. Bazı psikologlar, ölüm korkusunu patolojik bir zihin meşguliyeti olarak ele alır ve bunun depresif rahatsızlıklarda, çeşitli psikomatik hastalıklarda, psikopatolojide önemli bir rol oynadığına inanırlar (Feifel, 1959; Templer, 1970, 1972; Meyer, 1975). Bazıları da, ölüm korkusunun veya kaygısının evrensel bir reaksiyon olduğunu ve hiç kimsenin ondan kaçamayacağını iddia ederler (Caprio, 1950; Rheingold, 1967; Florian ve Kravetz, 1983). İbn Miskeveyh'in (öl. trh. 1030) konuyla ilgili görüşleri, bu yaklaşımlardan ikincisiyle örtüşmektedir. Ona göre, insanın en büyük korkusu, ölüm korkusudur ve bu korku herkesi içine almakla birlikte bütün korkulardan daha şiddetli ve etkilidir (İbn Miskeveyh, 1398). Hemen hemen her insanda düşük veya yüksek düzeyde bir ölüm korkusunun olduğu ve genel olarak ölüm korkusu diye ifade edilen korkuya, belirsizlik, bedeni kaybetme, acı duyma, yalnızlık, yakınları kaybetme,... gibi korkuların yol açtığı ileri sürülmüştür.
1) Belirsizlik korkusu:İnsanın kendisini emniyet içinde hissedebilmesi için, ileride yaşayacağı günlerde kaygı verecek durumların olmaması ve dolayısıyla daha da ileri giderek, ölüm ve öldükten sonra ne olunacağı konusunda kaygı verecek unsurların ortadan kaldırılması gerekir. Birşey hakkında belirsizlik, insanda kaygıya yol açtığına göre, ölüm ve öldükten sonra neler olacağı konusundaki belirsizlik ve bilgisizlik de kaygıya veya korkuya yol açabilmektedir.
Dinler ölüm ve sonrasındaki durumlar hakkında sundukları açıklama ve semboller vasıtasıyla mensuplarının kaygı ve korkularını azaltmada etkili bir rol oynarlar. Aslında din, ölümden sonraki hayatta bir hüküm gününden ve cennet-cehennemin varlığından bahsetmek suretiyle, mensuplarının kaygı düzeylerini artırabilmektedir. Fakat, bireyler dinin emrettiği dinî inanç ve ibadetleri yerine getirdiklerinde kaygı düzeylerinde bir azalmayı tecrübe edebilirler. Bu noktada Leming (1976), "bir din, bir taraftan kaygıyı azaltma işlevini görürken nasıl olurda aynı zamanda bir ölüm korkusunu varlık alanına çıkarır?" ve "din, mensuplarında aynı anda korkuyu hem teşvik edebilir hem de azaltabilir mi?" sorularını sorar ve cevap olarak da "din ikili bir işlev icra eder; rahata dalmışlara sıkıntı verir, sıkıntı içinde olanlara da rahatlık verir" demektedir.
Dinin, çaresizlik içinde kıvrananların, ümitsizlik, kaygı ve korku içinde olan kimselerin ihtiyaçlarını karşılamada önemli bir katkıda bulunduğu, sosyal bilimciler tarafından kabul edilmektedir. Hatta, din hakkında olumsuz bir tavır takınan Freud (1925) bile, bu görüşe katılmıştır. Bu konuda yapılan araştırmalardan elde edilen sonuçları göz önünde bulundurduğumuzda, dinin bu fonksiyonu yerine getirmiş olduğunu görmekteyiz (Martin ve Wrightsman, 1965; Williams ve Cole, 1968; Templer ve Ruff, 1971; Templer, 1972; Osarchuk ve Tatz, 1973; Leming, 1976; Cerny, 1977; Edmunds, 1981; McMordie, 1981; Hökelekli, 1992).
2) Bedeni kaybetme korkusu: Beden benlik imgesinin önemli bir bölümünü oluşturur. İnsan, kaza ya da cerrahi ameliyatlar sonunda bir organını kaybetse, sadece o organ işlevlerini yitirmez, psikolojik benlikten de bir parçanın kopmuş olduğu hissedilir. Kişiliğin bütünlüğüne ve özseverliğine indirilen böylesi bir darbe, kişinin utanç, küçüklük, yetersizlik duyguları yaşamasına, kendisine olan güveninin ve saygısının azalmasına neden olur (Pattison, 1974; nkl.: Geçtan, 1992, s.126). Bir organın kaybı sonucunda ortaya çıkan tablo bu iken, bütün bir bedenin işlevlerinin ölümle kaybedileceğini ve öldükten sonra toprağa gömülmekle veya yakılmakla bedenin yok olacağını düşünmek herhalde insanın kaygılanmasına fazlasıyla yol açabilecek bir durumdur. Belki de cesedlerin mumyalanması düşüncesinin altında yatan sebeplerden biri de bedenin çürüyüp yok olması korkusunun ortadan kaldırılmasıdır. Ölümle veya mezarla ilgili konuların konuşulduğu bir ortamda, bazı insanların, mezarlarının her tarafının beton olmasını arzuladıkları ve böylece böceklere yem olmaktan kurtulabileceklerini düşündükleri, dolayısıyla bedeni kaybetme korkusuna sahip oldukları gözlenmiştir. Bedeni kaybetme korkusu, kendini güzel bulan, kendini beğenen bireylerde daha yüksek düzeyde olabilmektedir.
Antik dönemin ünlü filozofu Eflatun da (1943) yukarıdaki ifadelere paralel olarak, insanın ölüm korkusu hissetmesinin sebeplerinden birinin, yok olup gideceğini, bir nefes, bir duman gibi dağılıp gideceğini, böyle uçup gidince de bir hiç olacağını düşünmesinden kaynaklandığını ifade eder.
3) Acı duyma korkusu: Aydın (1990, s.185), ölüm korkusunun, insanların ölümü acı veren bir hadise olarak düşünmesinden ve öyle olduğuna inanmasından kaynaklanabileceğini söyler. Genellikle ölümün bir hastalık sonrası meydana gelmesi ölüm ile hastalık arasında bir ilişki kurulmasına yol açmıştır. Ayrıca eskiden verem hastalığı, şimdi kanser ve AIDS gibi hastalıklar tedavisi mümkün olmayan, dolayısıyla ölümle neticelenen hastalık türleri olarak ölümle özdeşleştirilmiştir. Hasta bir insan demek, acı içinde, ızdırab çeken, bazı organlarını kullanamayan insan anlamına geldiği için, ölüm olgusu da hastalık gibi acı verici olarak algılanabilmektedir.
Imara (1984), ölüm korkusunun kaynağı hakkında bilgi verirken, fiziksel acı çekme ve tıbbın yetersizliğinden kaynaklanan tıbbî kaygıdan bahseder. Gerçi, tıp teknolojisi, bu acıyı azaltma yönünde büyük adımlar atmıştır. Ama bütün bunların yanında yine de bu konudaki yetersizliğin olması ve hissedilmesi ölüm korkusuna yol açabilmektedir. Tıbbî kaygı, iradenin kontrolünü kaybetme, aile, doktor ve arkadaşlar tarafından terkedilmiş olma, ölümle ilgili olan dehşet verici diğer hususlarla birliktedir.
Bu konunun bir de kültürel boyutu vardır. Örneğin, Türk-İslâm kültüründe can çekişmeyle (sekerât-ı mevt) ilgili dinî kaynaklı bir anlayış vardır. Bir hadis-i şerifte ölüm acıları, yünün içinden çekilen üç köşeli demir dikene (bıtırak) benzetilerek, dikenin yünden bir şeyler kopardığı gibi, ölenin de mutlaka acılarının olacağına işaret etmektedir. Bu konudaki hadis-i şeriflerden birkaç örnek verilmesinin konuya açıklık getirmesi açısından faydalı olacağı kanaatindeyiz. "Ey Allah'ım! Ruhu damar, kemik ve parmaklar arasından çekip alıyorsun. Ey Allah'ım! Ölüme karşı bana yardım et ve ölümü bana kolaylaştır"., "Ölüm kılıçla vurulan üç yüz darbe kadardır"., "... onun ölümden acımayan hiçbir damarı yoktur". Ayrıca, Şeddat b. Evs, konuyla ilgili olarak, "ölüm, dünya ve ahirette, mümin üzerinde en korkunç tehlikedir. Ölüm, bıçkılarla biçilmekten, makaslarla kesilmekten, çanaklarda kaynamaktan daha şiddetlidir. Eğer bir ölü kabrinden geri gönderilip dünya ehline ölümün haberini verse, artık insanlar, hayattan zevk alamazlar ve uykudan lezzet bulamazlardı" demektedir. Rivayet edilir ki, Allah, Hz.Musa'ya ölümü nasıl gördüğünü sorar, Hz.Musa da şöyle cevap verir: "Tava üzerinde kavrulan bir kuş gibi gördüm. Ölmüyor ki istirahata kavuşsun, kurtulmuyor ki uçsun". Bir başka rivayette de Hz.Musa, "Nefsimi kasabın elinde diri diri yüzülen bir koyun gibi gördüm" demektedir (Gazzâli, İhya...c.IV, ss.811-813). Yukarıda sıraladığımız rivayetler, müslüman bireylerin ölüme ilişkin kaygı ve korku düzeylerini artırmada önemli bir rol oynayabilirler.
4) Yalnızlık korkusu: XX. yüzyılın başlarında ölümle ilgili tutumların değişmesi bu tür bir korkunun varlık alanına çıkmasına sebep olmuştur. Yani, özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde ve Avrupa'da sanayileşme ve teknolojinin gelişmesi, hayat standartlarının iyileşmesine ve ölümün evlerden kurumlara taşınmasına yol açmıştır. Daha önceleri, evinde ailesinin ve sevdiklerinin yanında ölen insanlar, bugün genelde hastanelerde, huzur veya bakım evlerinde ölmektedirler. Bu durum, insanların çoğu zaman akraba ve arkadaş gözlerinden uzakta, aileye mümkün olduğu kadar az rahatsızlık vererek öldükleri anlamına gelir.
İnsan hastalandığında kendisinden ve çevresinden soyutlanma duyguları yaşar. Çoğu kez bu durum, insanların kendisinden uzak durmasıyla pekiştirilir. Bu kopukluk ölmekte olan kişide daha da belirginleşir. Üstelik çağdaş kent kültürü ve tıp teknolojisi, çoğu insanın son günlerini çıplak ve sevimsiz bir hastane odasında, ailesinden ve alışageldiği eşyalardan uzakta geçirmesine neden olur. Bir bakıma hastaneler bir çok insanın ölüm döşeği olma görevini de üstlenmiştir. Buna karşılık hastane personeli, ölümün doğal bir olay olarak yaşanabilmesini sağlayacakları yerde, çoğu kez kendi kaygıları nedeniyle durumu yadsımaya çalışırlar. Böylesi duygular, hastanın soyutlanmasına ve kendisini yalnız hissetmesine neden olur. Üstelik, gerek aile ve gerekse hastane personeli hastayı daha seyrek görme yoluna gidebilir. Dolayısıyla hasta bir depresyon yaşamaya başlar. Bu depresyon, kişinin bir yakınını yitirdiği zaman yaşadığı duygudan farklı olarak, diğer insanlara duyulan doğal ihtiyaçtan yoksun bırakılmış olmaktan kaynaklanır. Bir başka deyişle, bu önce ölümle yüzleşmenin daha sonra da insanlar tarafından itilmenin getirdiği yoğun bir korkudur (Pattison, 1974; nkl.: Geçtan, 1992, s.126).
5) Yakınları kaybetme korkusu: Değerli bir eşyasını kaybetmekten bile korkan ve çeşitli tedbirler almaya çalışan insanı, çok kısa bir süre önce konuşan, gülen, yiyen-içen, hareket eden ve sayısız hatıraları oluşturan, annesini, babasını, eşini, çocuklarını hareketsiz, cansız bir şekilde yerde uzanmış olarak görme düşüncesi, dolayısıyla dünya gözüyle bir daha onları gülerken, konuşurken görememe düşüncesi daha fazla korkutur.
Holmes ve Holmes (1970), Amerika toplumunda uyguladığı çalışmalardan elde ettiği verilere göre, bireylerde stres veren olguların bir listesini yapmıştır. Bu listede, olguların ağırlık puanları 100 üzerinden verilmiştir. Buna göre; ilk üç sırayı oluşturan, eşin ölümü (100 puan); ailede yakın birinin ölümü (63 puan); yakın bir arkadaşın ölümü (37 puan) dür. Benzer çalışma da, Sorios (1982) tarafından İzmir'de yapılmıştır. Sonuçlar, Holmes ve Holmes'in elde ettiği verilerle paralellik göstermektedir. İlk iki sırada, çocuğun ölümü (92 puan); eşin ölümü (90 puan); dördüncü sırada, anne-babanın ölümü (87 puan) ve onsekizinci sırada, yakın bir dostun ölümü (66 puan) olduğu dikkat çekicidir (nkl.: Cüceloğlu, 1991, ss.322-323). Bu iki çalışma, farklı kültürlere sahip olan toplumlarda bile, ölüm olgusuna gösterilen tepkilerin büyük benzerlikler gösterdiğini, günümüz insanının ölümü, stres ve kaygı verici bulduğunu ortaya koymuştur. Bu durum karşısında bireyler, bunalıma düşmemek için, maskeleme, bastırma veya kabullenme gibi tutumlar sergilemektedirler.
6) Denetimi kaybetme korkusu: Öldürücü hastalık ilerledikçe kişinin kendisini denetleyebilmesi de giderek zorlaşır. Bu durum özellikle duygusal tepkilerin denetim altında tutulmasını ve mantıklı olmayı vurgulayan Batı kültürü bireylerinde daha büyük bir sorun yaratır. Bilinç bulanıklığının yanısıra beden denetiminin de azalması ego tarafından bir tehdit olarak algılandığından, kişide kaygı ve korku yoğunlaşır. Bu nedenle, ölmekte olan kişi sağlam kalan zihinsel ve bedensel işlevlerini olabildiğince kullanmaya ve yapabileceği oranda günlük işlerini sürdürmeye teşvik edilmeli, verebileceği kararlar yine kendisine bırakılmalıdır (Pattison, 1974; nkl.:Geçtan, 1992, s.127).
7) Kimlik duygusunu kaybetme korkusu: İnsanlarla ilişkiden yoksun kalmak, yakınları ve dostları kaybetmek, bedenin bir parçasını kaybetmek, kişiliğin denetimini kaybetmek gibi durumlar insanın kimlik duygusunu sarsar. İnsanlarla ilişkilerimiz, kim olduğumuzu ve bir ailemizin olduğunu, bedenimizle ve zihnimizle ilişkili durumda olmak ise, bir benliğimiz olduğunu bize sürekli hatırlatır. Ölmekte olan kişinin kimlik duygusu bir çok yönden sarsılır. Bu nedenle, ölüme gidiş denilen hayatın bu son döneminde kişinin, bütünlüğünü, kendine olan saygısını ve onurunu koruyabilmesi büyük önem taşır. Ölmekten çok, nasıl öldüğümüz önemlidir. Eğer kişi bu dönemde kimlik duygusunu sürdüremezse, kendisine olan saygısını yitirir, ümitsizliğe düşer ve geçmişte değerli bir insan olarak yaşamış olmasının önemi kalmaz (Pattison, 1974; nkl.: Geçtan, 1992, s.127).
Kimlik kaybı hipotezi, hayatı tehdit eden bir tehlike karşısında meydana gelen bir hal olup, ölüme yakınlığı psikolojik olarak algılayan kişilerin deneyimlerine dayanan bir özelliğe sahiptir. Psikyatri profesörü olan Noyes şöyle demektedir: "Kimlik kaybı hayatı tehdit eden bir tehlikeye karşı sık gösterilen bir tepkidir. Sinir sistemi bir uyum modeli ve potansiyeli olarak düzeni bozulan heyecanları kontrol altında tutarken organizmayı, tehdit edici şartlara karşı alarma geçirir. Psikolojik bir mekanizma olarak, tehlike içindeki kişiliği ölüm tehdidine karşı savunur ve aynı zamanda o realitenin bütünleşmesini sağlar. Anlamlı bir deneyim olarak, fenomenin mistik açıdan incelenmesi, spiritüel bir mana ortaya koyabilir. Ölümle bu tür karşılaşmayı, yeniden doğuş duygusu izleyebilir" (Sabom, 1994, s.197).
8) Gerileme korkusu: Ölüm yaklaştıkça, her insanda içgüdüsel olarak bulunan ve kişiyi gerçekler dünyasından çekip, yer ve zaman kavramlarının, benlik sınırlarının ve diğer insanların olmadığı bir varoluşa (yok- oluşa) dönüştürme eğilimi ürkütücü bir canlılık kazanır. Hayat boyunca, ölüme benzer bir durumu sabahları uykudan uyanırken yaşarız. Çalar saati susturduktan sonra bizi yeniden uykuya çeken bir gücün ağırlığını algılarız, o anda bedenimizin sınırları belirgin değildir, bilincimiz gevşek ve dış dünyanın kısıtlayıcı beklentilerinden özgürdür. Ölümle yüzleşen kişi de, özellikle son döneminde, böyle bir geriye kayma sürecine kapılmakta olduğunu farketmeye başladığında büyük bir korkuya kapılabilir. Bu gerilemeyle savaşmaya ve gerçeklerle ilişki durumunda bulunan somut benliğine sıkıca sarılmaya çalışır. Bu olguya, "ölüm agonisi" denir (Pattison, 1974; nkl.:Geçtan, 1992, s.127).
Gerçekte ölümden korkmak, sanıldığı gibi hayatı sürüdürememek korkusundan doğmaz. Epikür: "Yaşadığımız sürece, ölüm bizi ilgilendirmez. Çünkü yanımızda değildir. O geldiğinde ise yine üzülmemeli, çünkü o zaman da biz yokuz" derken (Birand, 1987, s.108), herhalde bu noktayı belirtmek istiyordu. Ölmeden önce duyulacak acılar ve ağrılardan korkmak mümkündür, belki, ancak bunu ölüm korkusu olarak niteleyemeyiz. Hayatı sahip olunacak bir mal gibi gören insanın ölümden korkmasını, akıldışı bir davranış olarak karşılamamak gerekir. Bu duyulan korku ölümden değil, sahip olduğumuz şeyleri, bedeni, malı, mülkü, egoyu yitirmekten dolayıdır ve hiçbir şeye sahip olmayacağımız bir uçuruma, yok olmaya sürüklenmekten korkmaktır (Fromm, 1991, s.183).
Kübler-Ross (1977), ölüme yaklaştıkları söylenen 200 hasta üzerinde yaptığı çalışmalardan elde ettiği verileri değerlendirmiş ve bu durumdaki hastaların ölüme karşı gösterdikleri tutumların beş safhadan oluştuğunu ileri sürmüştür. Bu safhalar sırayla; yadsıma, kızgınlık, pazarlık etme, depresyon ve kabullenme'dir.
Hastaların birinci tepkisi, yadsıma dır. Bu safhada, gerçeği bilmeyi kabullenememe davranışı söz konusu olup, mutlak bir red tavrı gösterilir. Bu durumlarda kişi, 'hayır, bu gerçek olamaz' der. Tüm sağduyusunu yitirirken, doktor ve hemşirelere tepki gösterir, ilaçları reddeder ve tam bir perhiz yapması istenirken o yemekte inat eder ve acımasız kararın doğru olmadığını göstermek için doktor doktor dolaşır. Fakat bu yadsıma genelde, geçici bir savunmadan, şokun etkisini azaltmak ve gerçeklerle karşılaşmadan önce gücünü toparlamak için bilinçli benin bir kaçamağından başka bir şey değildir.
Yakında ölmek için, onu seçen büyük bir adaletsizliğin hedefi olarak (neden ben, neden yaşlı X değil?) hasta, onu çevreleyen her şeye karşı bir kızgınlık ve saldırganlık duygusu geliştirir. Örnekler, hastane personeline, aileye, Tanrıya ve kendine karşı sert suçlamalarla ve şikayetlerle doludur. Bu kızgınlığın ifadesine izin verilmediğinde, hastada depresyon meydana gelir. Kızgınlık safhasındaki tutumlar, sonraki safhaya doğru bir yumuşama eğilimi gösterir. İşte bu sırada, Kübler-Ross'un pazarlık etme dediği aşama devreye girer.
Pazarlık safhası, bazen eğitimleri nedeniyle ölüme hiç de hazırlıklı olamayan kişilerde irrasyonel olanın müdahelesini belirtir. Burada, kaçınılmaz sonu geri itmek için görünmez olanla yapılan bir tür anlaşma sözkonusudur. Bu dehşet verici gerçekle yüzleşmekten kaçınmak için, hastanın doktorla, Tanrıyla veya aile ile bir tür ittifak yapmaya çalışacağı kısa bir safhadır. O, çok az da olsa vakit kazanmaya bir teşebbüs, katı gerçeklere hazırlanmak için ayrılan bir zamandır. Hiç gücü kalmadığı halde, oğlunun düğününe katılabilmek için her şeyi yapmaya hazır olduğunu söyleyen kanserli bir kadın, süslenip, püslenerek düğüne katılıp yorgun bir şekilde hastaneye döndüğünde doktora, "bir başka oğlumun daha olduğunu unutmayın" demiştir. Bu örnekte olduğu gibi, bir kez pazarlıktan prim elde etti mi, sözleşmeye nadiren uyulur ve pazarlık sınırları zorlanmaya başlanır.
İlk üç safha olan, yadsıma, kızgınlık ve pazarlık etme, eski gerçek üzerine, yeni realitelerin acısından ve kaosundan doğrudan kaçınma gayretleridir. Hasta, pazarlık etme safhasını geçmekle, yeni realitenin veçhesiyle karşılaşır. Hasta açısından o, bir organını, mesleğini veya güzelliğini kaybetmesi gibi bir durumdan dolayı üzülür. İşte bu safhaya Kübler-Ross "Depresyon safhası" demektedir.
Son safha olarak da, hastanın iç dünyasında bir sakinleşmenin yaşanmasıyla kabul etme safhası tecrübe edilir. Eğer hasta ölüme yakınsa, -erkek veya kadın- hemen hemen duyarsızlaştığından dolayı ne üzüntü duyacak ne de kızacaktır. Genellikle her şeyi boş verip, durumu kabul edecek ve böylece de kendisini reddedilmişlik duygusu içine bırakmış olacaktır. Ümitsiz kişinin ruhunu şaşkınlıkla, depresyonun durgunluğuna veya can çekişme mücadelesine teslim etmesi nadir rastlanan bir durum değildir. Örneğin, bazen, kaçınılmaz andan az önce şaşırtıcı bir iyiliğin geldiği bilinmektedir; ölmek üzere olan kişi kalkmayı arzu eder, yiyecek ister ve iştahla yer, coşkuya kapılır veya kahkahayla güler; şaşkınlıktan donakalan çevresindekiler neredeyse mucizevi bir iyileşmeye inanmaya başlarlar, oysa bu ölümden önceki son dirilme çabasıdır.
Bu beş safhalı geçiş kişinin hayat hikayesine ve kişiliğine bağlı olarak bir kaç dakika içinde de, bir kaç ayda da olabilir. Hastalıklardan önce büyük kayıplarla veya ayrılmalarla uğraşmış ve başetmiş kişiler, yadsımadan kabul etme safhasına çabucak geçmeye yatkındırlar. Duygularını ifade etmesi engellenmiş veya bunu beceremeyen kişiler ifade ihtiyaçları destek buluncaya kadar önceki bir merhalede kalırlar (Kübler-Ross, 1977).
Thomas (1991, s.59), Kübler-Ross'u ölmenin genel şemasını büyük bir ölçüde dondurmuş ve sistematikleştirmiş olduğunu ileri sürerek tenkit eder. Ona göre, Kübler-Ross yaşlara, cinsiyete, ölüm nedenlerine, ölümün olduğu ortamlara göre farklılıklar olduğunu unutuyor. Thomas'a göre o, aşamaların üst üste binebileceğini her zaman muhtemel olan geriye dönüşlerin bütün sürecin yeniden ele alınmasını gerektirebileceğini dikkate almıyor. Bununla birlikte, çabucak rıza gösteren çocuklarda veya bazı yaşlılarda bazı aşamaların, özellikle savunma aşamasının bulunmayabileceğini, yanında insanlar bulunan birinde bile sonunda yanlızlığın galip geleceğini ve can çekişmekte olan kişilerde kendini, ölümün oluşturduğu "sağlam ve ıssız duvarın" karşısında tek başında bulacağını dikkate almıyor. Çevredekilerin yaşadıkları, ölmekte olanın yaşadıklarıyle belli bir benzerlik gösterir: Onda da şok, kızgınlık, yadsıma, depresyon, kabul tutumları görülür. Buna, özellikle can çekişen kişi acı çekiyorsa, her şey sona erdiğinde ortaya çıkan yatışmayı da eklemek gerekir. Genellikle sevinçli olmaktan çok keyifsiz olan bakım ekibi ise, kendini heyecanlı bir şekilde, rutinle veya planlama ile, tedavinin aktivizmi ile veya kendi kendine olumlama ile ve hatta kaçışla savunur.
Yas Tutma
Ölüm olgusuyla ilgili geliştirilmiş en eski ve en yaygın tutumlardan biri de "yas tutma"dır. Aynı zamanda bu tutumun törensel yönü de vardır. Yas tutma törenleri kültürden kültüre değişir. Yas, özellikle ölümden dolayı, ölenle ilişkinin kesilmesi suretiyle ortaya çıkan normal psikolojik ve fizyolojik bir tepkidir. Ölüme karşı normal yas tepkisi genelde üç safha halinde gelişir: Başlangıç, orta ve normal duruma dönme. Başlangıç safhası, ölümle başlar ve genellikle üç-altı hafta sürer. Ölümü takip eden ilk bir kaç gün geride kalanlar şok etkisi altında olurlar ve kişinin öldüğüne inanamazlar. Bu safhada, donukluk, uyuşmuşluk, hayret, korku, afallama, boşluk, anlamsızlık, şaşkınlık duyguları yaşanabilir. Bu şok periyodunu, zaman zaman şiddetli ağlama fasılları takip eder.
Amerikalı psikyatrist Erich Lindemann yoğun yas safhasının klasik analizinde, bu safhayı tanımlayıcı semptomları şöyle teşhis eder: 20 dakikadan 1 saate kadar süren bir zamanda ki somatik üzüntü, gırtlaktaki düğümlenmeden dolayı solunumla ilgili sıkıntı, nefesi kesilmek ve solunum yetmezliği, ölenin hayaliyle zihnî meşguliyetin çok olması; suçluluk ve günahkarlık hisleri içine girme; arkadaşlara ve aileye düşmanca reaksiyonlar gösterme; çalışmak için yetersiz olma, genel davranış örneklerinde bozulma ve çöküntü. Görülebilen diğer semptomlar ise; uykusuzluk, baş ağrıları, adet düzensizlikleri ve sevdiği kişinin ölümüne sebep olduğu düşüncesi içine girme gibi semptomlardır. Bu safhanın tipik özelliği, ölümden başlayarak 6 hafta süresince yoğun bir şekilde devamlı yaşanmasıdır, fakat semptomlar ilk yıl süresince ara sıra devam edebilir.
Takip eden orta safha, ölen kişi olmaksızın yaşayarak gerçeğe yönelme safhasıdır. Genellikle yaklaşık 1 yıl sürer, bu safha süresince yas tutanlar, ölen kişiye veya onun ölümüne mana vermeye çalışırlar. Ölen kişiye bağlılık, özellikle beklenilmediği anda meydana gelen ölüm türünde daha güçlüdür.
Doğal hale dönme safhası, geride kalan kişiyi kaybetme duygusunun tedricen azalmaya başladığı ve yas tutan bireyin diğer insanlarla ilgi kurmaya çabaladığı ikinci yılda başlar (Imara, 1984).
Yetişkinlerden ayrı olarak küçük çocukların yas tutma yetenekleri çok kısıtlıdır. Çocuk, yetişkin gibi uzun süre üzüntü ve acı içinde kalamaz. İçinden ne kadar tedirgin olsa da, yaslı görünümü yoktur. Çocuk uğraşlarından ve oyunundan uzun süre geri kalamaz. Kimi çocuklar, donmuş, uyuşmuş gibi davranırlar. Ağlaşanlara şaşkın şaşkın bakarlar. ölüden söz edilirken duymuyormuş gibi davranır, soru soramazlar. Kimi çocuklar ölüm karşısında, umursamazlıktan da öte ruhsal bir durum içine girer. Evde acı ve üzüntü değil de bayram varmışçasına sevinçli, canlı ve yerinde duramaz olurlar. Olmayacak şeyler isterler, yersiz güler, başsağlığına gelenlerin önünde aileyi utandıran soytarılıklar yaparlar. Gerçekte çocuğun umursamaz davranışı, ne sevgisinin yokluğundan, ne de üzüntü çekmeyişindendir. Bu davranış, kendini ezip geçen bir vuruş (darbe) karşısında yadsıma yoluyla kendini savunmasıdır. Çocuk aşırı tepki gösterme eğilimine girince, çok çeşitli ruhsal rahatsızlıklar sergilerler: Gece korkuları, karabasanlar, iç sıkıntıları, tikler, bayılma ve titreme nöbetleri, belirsiz bedensel yakınmalar, dalgınlık, okul başarısızlığı ve çok çeşitli hırçınlıklar ya da davranış bozuklukları gibi (Yörükoğlu, 1980, s.197).
Psikopatolojik Tutumlar
Feifel ve Nagy (1980), ölüm olgusunun, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, intihar ve kendine karşı saldırganlık gibi hayatı tehlikeye sokan davranışlarla ilişkisi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca onlar, ölüm olgusuna ait tema ve fantazilerin psikopatolojide, göze çarptığını belirterek, psikosomatik semptomlarda, bir çok psikotik hastaların halusinasyonlarında ve had derecede bunaklıkta rastlandığını ifade etmişlerdir. Adler (1983, s.299), bu ifadelerle örtüşen düşüncelerini ortaya koyarken, intihar, delilik, saldırganlık, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı gibi davranış bozukluklarının ölüm gerçeği karşısında, hayatın sınırlı olmasından dolayı insanın gösterebileceği psikopatolojik tepkiler olduğunu ileri sürer.
Ölüm olgusu karşısında geliştirilen diğer bir patalojik tutum ise, ölü severlik, ölü aşkı'dır. "Vakitsiz ölen her sevgilinin arkasından ağlanır, yas tutulur ve resmi ya bir albümde veya bir oda duvarında kutsî bir fetiş olarak saklanır. Güzel kadınların ölümünden sonra hep aynı canlı hayal ile yaşayan, evlenmeyen ve mahşer gününde yine mutlu bir kavuşma bekleyen sadık kocalar ve karılar çoktur" diyen Adasal (1963, ss.241-244), böyle bir davranışın aşırı doza çıkarıldığında, cinsel sapıklık gibi psikolojik bir rahatsızlık olarak ortaya çıktığını ifade eder. Ölüseverlik eğilimi olan insan, yaşamayan, ölü olan her şeye, cesetlere, çürümüş şeylere, dışkıya ve pisliğe karşı ilgi duyan ve kendini kaptıran kişidir. Ölüseverler hastalıktan, cenazelerden, ölümden söz etmekten hoşlanan kişilerdir. Yalnızca ölümden söz ederken canlanırlar.
Ölüseverler geçmişte yaşarlar, hiçbir zaman gelecekte yaşamazlar. İç dünyaları da doğal olarak duygusaldır. Soğuk, herkesten uzak "kanuna ve düzene" tutkun insanlardır. Benimsedikleri değerler, bizim normal hayatımızı oluşturan değerlerin tam tersidir. Onları heyecanlandıran ve doyuran şey hayat değil, ölümdür (Fromm, 1979, s.38; geniş bilgi için bkz. Fromm, 1985, c.II, ss.95-264).
KAYNAKLAR
ADASAL, R. 1963. Cinsiyet, Aşk, Evlilik. Ankara.
ADLER, A. 1983. Kişilik Bozuklukları ve Toplumsal Bütünleşme. Çev.:B.Çorakçı. İst.:Say Kit.Pa.
ALEXANDER, I.E.& ADLERSTEIN, A.M. 1959. "Death and religion". In H. Feifel (Ed.) The Meaning of Death. New York: Free Press. pp. 271-283.
ARIES, P. 1991. Batılıların Ölüm Karşısında Tavırları. Çev.: M.A. Kılıçbay. Ank.: Gece Yayınları.
AYDIN, M.S 1990. Din Felsefesi. İzmir: D.E.Ü. Yayınları.
BECKER, H. & BRUNER, D.K. 1931. "Attitudes towards death and the dead". Ment.Hyg. 15: 828-837.
BİRAND, K. 1987. İlk Çağ Felsefesi Tarihi. Ank.: A.Ü. İlahiyat Fak. Yay.
BROMBERG, W.R. & SCHILDER, P. 1933. "Death and dying". Psychoanal. Rev., 23:133-185.
-------------------- & --------------------. 1936. "The attitudes of psychonevrotics toward death". Psychoanal. Rev., 23:1-25.
CANNON, W.B. 1932. The Wisdom of The Body. New York: Norton.
CAPRIO, F.S. 1950. "A study of some psychological reactions during prepubescence to the idea of death". Psychiat. Quart., 24:495-505.
CERNY, L.J. 1977. "Death perspectives and religious orientation as a function of christian faith with specific reference to being 'born again'". Disser. Abst. Int., 38:1872.
CHADWICK, M. 1929. "Notes upon the fear of death". Inter. Jou. of Psychoanaliysis, 10:321-334.
CÜCELOĞLU, D. 1991. İnsan ve Davranışı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
EDMUNDS, G.J. 1981. "An exploration of the relationships between a religious perspective, meaning in life and death anxiety". Disser. Abst. Int., 42:1601.
EFLÂTUN. 1943. Phaidon. Fransızcadan çev.: H.R. Atademir- S.K. Yetkin. İst.: Maarif Matbaası.
FEIFEL, H. 1959. The Meaning of Death. New York: McGraw-Hill.
----------- & NAGY, V.T. 1980. "Death orientation and life-threatening behavior". Jou. of Abnormal Psychology, 89: 38-45.
FLORIAN, V. & KRAVETZ, S. 1983. "Fear of personal death: Attribution, structure, and relation to religious belief". Jou. of Personality and Social Psychology, 44:600-7.
FREUD, S. 1925. "Thoughts for the times on war and death: Our attitudes toward death" Collected Papers, (vol.:4) London: Hogart (1915).
FROMM, E. 1979. Sevgi ve Şiddetin Kaynağı. Çev.: Y. Salman-N. İçten. İst.: Payel Yayınevi.
-------------. 1985. İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri. (II cilt), Çev.: Ş. Alpagut, İst.: Payel Yay.
-------------. 1991. Sahip Olmak Ya da Olmak. Çev.: A. Arıtan. İst.: Arıtan Yayınevi.
GAZZÂLİ, M.b.M. (Tarihsiz). İhya-u Ulûmi'd-Din. Türkçeye çev.: M.A. Müftüoğlu, c. I-IV, İst.: Tuğra Neşriyat.
GEÇTAN, E. 1990. Varoluş ve Psikyatri. İst.: Remzi Kitabevi.
---------------.1992. Çağdaş Yaşam ve Normaldışı Davranışlar. İst.: Remzi Kitabevi.
GLASER, B.G. & STRAUSS, A.L. 1965. Awereness of Dying. Chicago: Aldine Pub. Co.
GOLDSTEIN, K. 1940. Human Nature. Cambridge, Mass.: Harvard.
HICK, J.H. 1976. Death and Eternal Life. New York: Harper&Row.
-----------. 1990. "Değişen ölüm sosyolojisi". Çev.: T. Koç. Kayseri: E.Ü.İlahiyat Fak. Der. Sayı:7, ss.235-249.
HOLMES, T.S. & HOLMES, T.H. 1970. "Short-term intrusions into life-style routine". Jou. of Psychosomatic Research, 14: 121-123.
HORNEY, K. 1980. Çağımızın Tedirgin İnsanı. İst.: Tur Yayınları.
HÖKELEKLİ, H. 1991. "Ölüm ve ölüm ötesi psikolojisi". Bursa: U.Ü. İlahiyat Fak. Der., 3:151-165.
----------------------. 1992. "Ölümle ilgili tutumların dinî davranışla ilişkisi üzerine bir araştırma" (I-II). Bursa: U.Ü. İlâhiyat Fak. 4: 57-98.
IMARA, M. 1984. "Death". Encyclopedia Americana (I-XXX). 8:565-569.
İBN MİSKEVEYH. 1398. Tehzibu'l-Ahlâk.[Ahlâkı Olgunlaştırma (1983). Çev.: A. Şener, İ. Kayaoğlu ve C. Tunç. Ank.: Kültür ve Turizm Bak. Yay.
KIERKEGAARD, S. 1953. Fear and Trembling and The Sickness unto Death. New York: Doubleday-Anchor.
KÜBLER-ROSS, E. 1977. On Death and Dying. (Dokuzuncu baskı). New york: MacMillan.
--------------------. 1987. Büyümenin Son Aşaması Ölüm. Çev.: N. Nirven İst.: Ruh ve Madde Yay.
LEMING, M.R. 1976. "The relationship between religiosity and the fear of death". Dissertation Abst. Int. 36: 7674.
LERNER, M. 1970. "When, why, and where people die". In O.G. Brim ve Ark. (Eds.), The Dying Patient. New York.
MARTIN, D.& WRIGHTSMAN, L.S. 1965. "The relationship between religious behavior and concern about death". The Jou. of Social Psychology, 65: 317-323.
MCMORDIE, W. 1981. "Religiosity and fear of death: Strength of belief system". Psychological Reports, 49: 921-922.
MEYER, J.E. 1975. Death and Neurosis. New York: Int. Uni.
MIDDLETON, W.C. 1936. "Some reactions toward death among college students". Jou. Abnormal of Social Psychology, 31:165-173.
NAGY, M. 1938. "The child and death". Psychological Studies of the University of Budapest, 2: 152-157, 192-194.
OSARCHUK, M. & TATZ, S.J. 1973. "Effect of induced fear of death on belief in afterlife". Jou. of Personality and Social Psychology, 27: 256-260.
PATTISON, E.M. 1974. Help in The Dying Process. American Handbook of Psychiatry, I.N.Y. Basic Books.
RHEINGOLD, J.C. 1967. The Mother, Anxiety, and Death: The Catastrophic Death Copmlex. Boston: Little, Brown.
SABOM, M.B. 1992. Ölüm Anıları. Çev.: E. Konyalıoğlu. İst.: Ruh ve Madde Yay.
SCHILDER, P. 1936. "The attitudes of murderers toward death". Jou. Abnormal and Social Psychology, 31: 348-363.
-------------------- & WECHSLER, D. 1934. "The attitudes of children toward death". Jou. Genet. Psychology, 45: 406.
SONTAG, S. 1978. Bir Metafor Olarak Hastalık. Çev.: İ. Murat. İst.: B/F/S Yay.
SORIOS, S.1982. Hasta ve Normallerde Yaşam Olaylarının Stres Verici Etkilerinin Araştırılması.Yayınlanmamış Doçentlik Tezi. İzmir.
SULLIVAN, H.S. 1946. Conceptions of Modern Psychiatry. Washington: William Alonson White Psychiatric Foundation.
TEMPLER, D.I. 1972. "Death anxiety in religiously very involved persons". Psychological Reports, 31:361-362.
---------------- & RUFF, C.F. 1971. "Death anxiety scale means, standard deviations, and embedding". Psychological Reports, 29: 173-174.
THOMAS, L.V. 1991. Ölüm. Çev.: I. Gürbüz. İst.: İletişim Yayınları.
WILLIAMS, R.L. & COLE, S. 1968. "Religiosity, generalized anxiety, and apprehension concerning death". The Jou. of Social Psychology, 75: 111-117.
YÖRÜKOĞLU, A. 1980. Çocuk Ruh Sağlığı. Ank.: Türkiye İş Bankası Yayınları.
KASIM 2005
ÖLÜMLE İLGİLİ GENEL TUTUMLAR
GİRİŞ
Bilim ve teknolojinin gelişmesiyle araştırma alanları genişlemiş ve çeşitlilik kazanmıştır. Bunun sonucu olarak, insanoğlu kendini tanımaya ve hangi durumlarda ne gibi tutumlar sergilediğini, bu gelişmelerin ışığında incelemeye koyulmuştur. İşte bunlardan biri de, insanın ölümle ilgili tutumlarıdır. Psikolojinin çeşitli kolları, ölüme ilişkin tutumları, 1930'lardan itibaren (Amerika'da) bilimsel bir problem olarak öne sürmeye başlamışlardır (Chadwick, 1929; Becker ve Bruner, 1931; Bromberg ve Schilder, 1933, 1936; Schilder ve Wechsler, 1934; Middleton, 1936; Schilder, 1936; Nagy, 1938). Sonuçda, yüzlerce çalışma ortaya çıkmış, çok sayıda konferans ve seminer verilmiştir.
Bu çalışmamızda, ölüm hakkında yapılan araştırmaların bir bölümünün verileri ışığında ölümsüzlük arzusu ve ölüme ilişkin olarak, maskeleme, bastırma, korku, kaygı, meydan okuma, kabullenme, ölümü isteme,... gibi tutumlar hakkında bilgi vermeye çalışacağız.
Ölümsüzlük Arzusu
Teknolojik gelişmelerden önceki dönemlerde insan, ölüm olgusunu tahlil ederken, canlıları ilgilendiren bu büyük gerçekle karşılaştığında, ondan kaçmayı ya da ona karşı koymayı arzu etmişse de, genellikle fazla birşey yapamamıştır. Yalnızca, ölümü kabullenmekle yetinmiştir. Fakat, teknolojinin gelişmesiyle birlikte, ölümsüzlük arzusunun bir belirtisi olarak, insan ömrünün uzatılması çabaları da başlamıştır. Bu çabalar bir noktaya kadar başarıya ulaşmış, insan ömrü büyük ölçüde uzatılabilmiştir. Hick (1990), Lerner'in (1970) Eski Yunan'da ortalama ölüm yaşının 20, Eski Roma'da ise muhtemelen 22 dolaylarında olduğuna dair ifadesini nakleder. Hick, 18. yüzyılda Avrupa'da ortalama ölüm yaşının 36 dolaylarında olduğunu, 1841'de İngiltere'de erkekler için yaşama umudu 40, kadınlar için 42 yıl olduğundan bahseder. Bugün ise, erkekler için 69-70 arasında olan ortalama ölüm yaşının, kadınlarda 75'e ulaştığını ve neredeyse dörtte üç oranında bir artışın sözkonusu olduğunu görmekteyiz (Hick, 1990).
İlmin ve teknolojinin gelişmesiyle, ölüme ilişkin en şiddetli tepki olarak soğukla tedavi (cryonics) teknolojisi gösterilmektedir. Bu metodu savunanlarının amacı, yeni ölmüş olanların, gelecekte bir gün teknolojik gelişme elverdiğinde, yeniden diriltilebilecekleri düşüncesiyle, gömülme ya da yakılmaları yerine, dondurulmalarını teşvik etmek ve sağlamaktır. Bu amaçla, başta Amerika Birleşik Devletleri'nde olmak üzere Avrupa ülkelerinde de bir çok dernek kurulmuştur. (Hick, 1990).
Konuyla ilgili, 13-16 Şubat 1993 tarihleri arasında, Sabah Gazetesi'nde çıkan bir yazı dizisinde, İngiltere'de genelde zengin ve ünlü insanların kendi istekleriyle (Aids, trafik kazası, çok sayıda da kanser vakası) 100-200 yıl sonra diriltilmek üzere, -70 derecede dondurulduklarından bahsedilmektedir. Ayrıca ölümsüzlük veya insan ömrünü uzatma konusunda, 4 Ağustos 1996 tarihli Hürriyet Gazetesi'nin 'The Sunday Times'dan naklettiği bir haberde, Chris Winter adlı bir bilim adamının 30 yıllık çalışması sonucunda mikroçiplerin beyine uyarlanmasıyla ölümün sınırlarının zorlanacağı ifade edilmiştir. Yine aynı gazetenin 13 Ağustos 1996 tarihli sayısında Harvard Üniversitesi profesörleri tarafından "Age 1" adı verilen bir gençlik geni bulunduğu, yapılan deneylerde toprak solucanının ömrünü dört misli artırıldığı ve insanlar üzerinde çalışmalara başlanıldığı haber olarak verilmektedir. Bu da, insanda ölüme karşı bir mücadelenin ve ölümsüzlük duygusunun bulunduğunu göstermektedir. Yani insanda var olan en derin ve en güçlü arzulardan birinin yaşama isteği olduğu anlaşılmaktadır. Bundan dolayıdır ki, insanı ürküten, insana korku veren şey, hayatın bir yerde sona ereceğini düşünmek ve bilmektir.
Bu ölümsüzlük çabaları insanda ölümsüz olmaya karşı güçlü ve evrensel nitelikte bir arzunun olduğunu göstermektedir. Bu arzunun dış dünyaya yansıması ise farklı farklı olabilmektedir. Yukarıda zikredildiği gibi, maddi nitelikte bir ölümsüzlük arzusu olabildiği gibi, çeşitli eserler bırakmak suretiyle veya neslinin, isminin devam etmesi amacıyla çocuk sahibi olma isteği şeklinde de bir ölümsüzlük arzusu olabilir. Ruh sağlığı açısından dinler, mensuplarına sunmuş oldukları, öldükten sonra ebedi bir hayatın varlığına ait ifade ve sembollerle, ölümsüzlük arzusunun tatmininde önemli bir rol oynarlar.
Tarihî Süreç İçinde Batılıların Ölüme İlişkin Tutumları
İnsanın ölüme ilişkin tutumlarını ele alırken, tarihi süreç içinde, özellikle Batılıların ölümle ilgili tutumlarının önemli ve anlamlı değişikliklere maruz kaldığını ve ölümle içiçe bir hayat sürdürdüklerini görürüz. Ondokuzuncu yüzyıl sonlarına kadar, genellikle mezarlıklar mabetlere yakın alanlarda yapılmıştır. Bu da, mezarlıkların yerleşim alanlarının içinde olduklarını gösterir. Bununla birlikte, ölüm yaşının düşük olması, çocuk ölümlerinin yüksek olması, bugünden farklı olarak aileleri ölüm olgusuyla daha sık karşı karşıya bırakmıştır. Yani insanlar, ailesinde veya çevresinde ölümle sık sık yüzyüze gelmiştir.
Ortaçağda insanlar, ölümlerini sezinleyip hazırlık yapar ve evlerinde, aileleri içinde ölürlerdi. Bu dönemde insanların ölümle ilgili en büyük korkusu, yalnız başına ölmekti. Ölümü yaklaşan kişi dinî ve örfî törenler düzenlerdi. Ölüme karşı bir direnme ve reddetme gibi tavırlar görülmezdi (Ariés, 1991).
Ariés'e göre, modern çağda Avrupa'da ölüm, tema ve ayinlerin görünüşteki sürekliliklerine rağmen, meydan okunan bir şey haline gelmiş ve bildik nesneler dünyasının dışına atılmıştır. Hayal âleminde ölüm, erotizm ile birleştirilerek, kurulu düzenden kopuşu ifade eder olmuştur. Böylece ölüm giderek başka bir biçim almıştır; bu biçim daha uzak ve daha dramatiktir, daha gerilim yüklüdür. Ölüm bazen yüceltilmiştir (Lamartine'in eserlerindeki güzel ölüm) ve kısa bir süre sonra da alçaltılmıştır (Mademe Bovery'nin çirkin ölümü).
Ariés, 19. yüzyılda ölümün her yerde hâzır ve nâzır hale geldiğini ifade ederek, cenaze merasimleri, matem kıyafetleri, mezarlıkların genişlemesi ve kabirlerin büyümesi, mezarlıklara hac ziyaretlerinin yapılması gibi hususların, ölümle olan eski sıkıfıkılığın zayıfladığını, yani gerçekten derin kökleri olan bu duygunun gücünün azaldığını söyler. Böylece zaman geçtikçe ölüm hakkında düşünmek ve konuşmak artık tabu ve yasak bir şey haline gelmiştir (Ariés, 1991).
Ülkemizde Ariés'in yaptığı çalışmaya benzer bir çalışmaya rastlamadığımız için, burada amacımız, Batılıların tarihî süreç içindeki ölüme ilişkin tutumlarını ve bunun ne tür bir değişikliğe uğradığını göstermek suretiyle konu hakkında bir fikir vermektir. Zira yukarda çizilen tabloyla, kültürümüzün tarihi sürecindeki ölüme ilişkin tutumlar ve tutum değişiklikleri arasında benzerlikler kurulabileceği kanaatindeyiz.
Bastırma ve Maskeleme (Ölümün Düşünülmesinin ve Konuşulmasının Tabu Olarak Kabul Edilmesi)
Alexander ve Adlerstein (1959) ölümle ilgili tutumlar olarak bastırma ve maskeleme tutumlarını ele alırlar. Onlara göre maskeleme, ölüm hakkında düşünme fırsatı bulamamak için kendini tamamen günlük işlere vermek suretiyle meşgul etmektir. Bastırma ise, ölüm kavramını şuurdan atarak etkisiz hale getirmektir. İleriye dönük planlarımızı yaparken çoğu kez ölümü hiç düşünmeyişimiz de bastırma türünden bir savunma mekanizmasına örnek olarak verilebilir. Yine oldukça yaşlı insanlarda sık sık gözlenen para biriktirme ve kimseye yardım etmeme gibi davranışlar ölüm düşüncesini bastırma davranışına örnek olarak verilebilir (Cüceloğlu, 1991, s.302).
Aslında, insanların ölüm ve ölümle ilgili ürettikleri kavramlara veya meydana getirdikleri törenlere, gelenek ve göreneklere baktığımızda, insanda bir bastırma tutumunun olduğunu görürüz. Bir kere ölümü, ölüm olarak adlandırmıyor, onun yerine "vefat etti", "göçtü", Allah'ın rahmetine kavuştu", "ebedi uykusuna yattı", "hakka erdi", "hayatını kaybetti" gibi, anlamı yumuşatan deyimlerle ifade ediyoruz. Bu durum, büyük bir ihtimalle bütün toplumlarda ve bütün zamanlarda geçerli bir tutumdur. Daha da ötesi insanlar, ölümün yok olma değil bir tür uyku olduğunu göstermek için, cesedleri süsleme ve güzelleştirme çabasına girmişlerdir. Bu konuda Fromm (1991, s.182), özellikle Amerika'da, insanların ölüm bilincini ve korkusunu bastırmak için, cenaze törenlerinde cesedleri süsleyerek güzelleştirme çabası içinde olduklarını söylemektedir. İşte bu iki tutumun etkisiyle ölüm hakkında konuşmak Hick'in (1976) tabiriyle, bir tabu olarak görülmeye başlanmıştır.
Yirminci yüzyıla kadar cinsiyetle ilgili konuları konuşmak tabu iken, ölümle ilgili konuları konuşmak oldukça sıradan ve rahattı. Fakat günümüzde bu durum tam tersine dönmüş, seks sınırsız bir şekilde konuşulurken, ölüm neredeyse ağıza bile alınmamaktadır. Bununla birlikte, Amerika ve Avrupa'da bu tabunun farkına varılmasıyla yavaş yavaş ölüm konusundan da söz edilmeye başlanmıştır.
Hick (1976) de, ölümün bir tabu olduğunun farkına varmakla onu tabu olmaktan çıkarma sürecine girildiğinden bahsederek, 1971 tarihli Psychology Today'den şu alıntıyı yapmıştır: "Psychology Today'in okuyucuları açıkça, ölümün, seksten daha önemli olduğunu hissetmektedirler; okuyuculardan 30.000'den fazlası anketi cevaplandırmış, bunlardan 2000'den fazlası ise, cevaplarına değerli mektuplar eklemişlerdir. Bu anket, Psychology Today tarafından yapılan ve 20.000 kişinin katıldığı seks anketi ile elde edilen rekoru da kırmıştır. Öyle görünüyor ki, binlerce kişi ölüm konusunda dertlerini dökmek için uygun bir fırsat bekliyorlarmış, dolayısıyla dile getirilmeyen düşüncelerini yazdıktan sonra biraz rahatlamışlardır. Çok sayıda mektupda, ankete katılanların fazlasıyla memnun kaldıklarına işaret edilerek, böyle bir çalışmanın kendileri için ne kadar anlamlı olduğu dile getirilmiştir".
Çağımızda ölümün, bir tabu haline gelmesinde, teknolojinin gelişmesiyle, hayat standartlarının iyileşmesi ve ölümün toplumdan kurumlara taşınmış olmasının etkisi büyüktür. Bugün tıbbî tedavi altında iken hastanede ölen bir kimsenin son günleri ağır uyuşturucular altında geçmektedir. Onun ölüme gidişi, artık ailesinin de katıldığı bir tecrübe olmadığı gibi, doğrusu kendisi de bu tecrübeyi bilinçli bir şekilde yaşamamaktadır. Dolayısıyla genel olarak ölüm, herkesin mecburen katıldığı bir olay olmaktan çıkarak, doktor, cenaze işleri yöneticisinin ve din adamının katıldığı bir durum haline gelmiştir. Ölümün bu şekilde kurumsallaştırılması, tıp ilminin imkanlarının, ölümün kolaylaştırılmasında kullanılmasını sağlamışsa da aynı zamanda bu, ölüme ilişkin kültürel tabunun artmasına da neden olmuştur. Doğrusu, paravanlarla çevrilmiş bir hastane yatağının gizliliği içinde uyuşturucular altında gerçekleşen bu olay, hiç konuşulmaksızın, çok kolay bir şekilde psikolojik perdeler arkasına atılabilir (Hick, 1990).
Cüceloğlu (1991, s.368) da bu konuda, Amerikan toplumunda ölüm konusunun hiç konuşulmadığını ve evinde rahat döşeğinde ölen kimseye ender rastlandığını ifade eder. Hasta hemen hastaneye taşınır ve öleceği kesinleşen hasta, "ölmesi beklenen hastalar odası"na konur. Birey öldükten sonra, cenazesi bu işlerde uzmanlaşmış bir şirket tarafından kaldırılır. Hatta bu işler o kadar ustaca yapılır ki, hastane personeli bile cesetlerle çok nadir karşılaşır. Örneğin, bir tıp öğrencisi, hastanede geçirdiği gün ve gecelerde, sedyenin hasta odasından alınıp, morga ya da cenaze arabasına götürülünceye kadar yapılanlardan hiçbirini görmediğini ifade etmiştir (Kübler-Ross, 1987. s.12, ayrıca bkz., s.23).
Hick (1990), Gloset ve Strauss'dan (1965) şöyle bir alıntı yapar: "Ölümlülük durumuyla ilgili sosyal ve psikolojik problemler, ölen bir kimse ölmekte olduğunu bildiğinde çok daha vahim olmaktadır. Bu yüzden, Amerikalı hekimler hastalarına ölümün yaklaşmakta olduğunu hissettirme konusunda son derece gönülsüzdürler ve hemşirelerden, sorumlu doktorun iznini almadan, bu durumu ifşa etmemelerini beklerler".
Pattison'a (1974) göre, günümüzde ölümle ilgili kültürel içerikli dört tutum geliştirilmiştir: Ölümü yadsıma, ölüme meydan okuma, ölümü isteme ve ölümü kabullenme. Ona göre, Amerikan Kültürü genellikle, ölümü yadsıma tutumunu benimsemiştir ve bu nedenle doktorların çoğu, ölmekte olan hastalara gereğince yardımcı olamamaktadırlar. Üstelik doktorlar, diğer insanlara oranla ölümü en çok yadsıyan gruptur. Hastanelerde çalışan doktorlar ve sağlık personeli, incitme ve tedirgin etme kaygısıyla, ölmekte olan hastalarla konuşmaktan genellikle kaçınırlar. Oysa ölümü yaklaşan hastaların ölüme gidişlerinin hatırlatılmasından kaçınmak bir yana, çoğu kez konuyu tartışmaya istekli oldukları bilinmektedir (nkl.: Geçtan, 1992, s.123).
Sontag (1988) konuyla ilgili olarak, özellikle kanser ve verem hastalıklarının ölümle özdeşleştirildiğini söyleyerek, bu hastalıklara yakalananların doğrudan doğruya ölümle karşı karşıya kalmış olduğunu ifade eder. Sontag, günümüzün ölüm karşısındaki genel tutumu olan "tabu" anlayışının, bu tür hastalıklar karşısında da gösterilmekte olduğunu belirtir. Günümüzdeki yaygın anlayışa göre hastalara kanser oldukları söylenmiyor. Çünkü, kansere ilişkin oluşturulmuş mit ve imajlar, hastayı ruhsal çöküntü içine sokmaktadır. Yukarıdaki ifadelere paralellik gösteren bir bulgu da Feifel (1959) tarafından ortaya konmuştur. Feifel, ölmeye yakın bir çok hastanın ölümü konuşmak istemesine rağmen, tıp mesleğindekilerin bu konuyu konuşmaktan kaçındığını belirtir.
Günümüzde ölüme ilişkin böyle bir tutumun gelişmesinde kitle iletişim araçlarının etkisi küçünsenmeyecek derecededir. TV ve sinemalarda insanların öldürüldüğünü yetişkinler kadar çocuklar da görüyorlar. Amerikan Pediatri Akademisinin 1971'de yapılan bir toplantısında bildirildiğine göre, Amerika Birleşik Devletleri'nde 14 yaşına basmış bir çocuğun, ortalama olarak, televizyonda 18.000 kişinin öldürüldüğünü görmüş olabileceği tahmin ediliyor (günümüzde bu oran daha yüksektir). Ne var ki bu durum, ölümlülüğümüzle yüzyüze gelmemizi sağlamıyor, tersine bu, ona karşı başka bir savunma yani ölümle karşılaşmamanın başka bir çaresini oluşturuyor. Zira ekrandaki 18.000 ölüm, basit bir şekilde, ölümü eften püften bir şey durumuna düşürmektedir ve seyirciye bunun gerçek olmadığı kanaatini aşılamaktadır. Bu kadar çok ölüm, ölüm olgusunu ekranın büyülü dünyasının bir parçası haline dönüştürüyor ki, burada olaylar bilinçsizce, gerçek dışı olarak paranteze alınıyor. Şüphesiz TV ekranları zaman zaman bize savaşta öldürülmüş veya tabii bir faciada ölmüş gerçek cesetleri de göstermektedir. Bu durum ölümü görünür kılar, fakat bu istisnai bir ölüm şeklidir, dolayısıyla sıradan bir kişinin beklediği son ve mukadderat da değildir (Hick, 1990).
Kitle iletişim araçlarının etkisine ilişkin Türkiye'den bir örnek verelim: 14 Aralık 1993 tarihli Milliyet Gazetesi'nde manşetten yayınlanan bir haberde, televizyon programlarının izleyiciler, özellikle çocuklar üzerindeki olumsuz etkisine değinilmektedir. Haberde, TV. kanallarında haftada ortalama 600 filmin hiç bir denetime tabi tutulmaksızın yayınlandığı ve sadece 11 Aralık 1993 Cumartesi günü, saat 9.00-23.00 arasında yedi ayrı kanalda yayınlanan programlarda 500'e yakın kişi öldürüldüğü, 600'den fazla yaralanma olduğu ifade edilmektedir. Cinayetlerle, katliamlarla ve dehşete düşürücü sahnelerle dolu olan programları izleyen özellikle çocuk seyirciler olumsuz olarak etkilenmektedirler. Bir video kaset gibi olan çocuklar, seyrettiği programın etkisinde kalarak, suç işlemeye meyilli bir kişilik oluşturabilmektedirler. Hick'in ifade ettiği gibi, filimlerde ölüm olayına bu kadar yoğun bir şekilde şahit olmak ölümün, senaryonun bir parçası gibi algılanarak gerçek olmadığını kabul etmeye yol açabilir, yani gerçek ölüm olaylarının algılanmasında da bilinçsiz olarak ölüm olgusu, gerçek dışı gibi algılanabilir.
Ölümle İlgili Diğer Tutumlar
Ölüme meydan okuma eğilimi, içinde yaşadığımız kültürün doğal bir sonucudur. Folklorümüz ölüme meydan okuyan kahramanların hikayeleri yönünden oldukça zengindir. Destanlarımız savaşlarda ölüme meydan okuyan kahramanlarla doludur. Ulubatlı Hasan, Kesik Baş, Genç Osman, Hz. Ali, Hz. Hamza,... gibi şahsiyetlerle ilgili hikayelere, kıssalara, destanlara baktığımızda, altında şehadet mertebesine ulaşma arzusunun yattığı bir ölüme meydan okuma davranışıyla karşılaşırız. Ayrıca intihar komandolarının (Japon kamıkazeleri gibi) ve dublörlerin davranış biçimlerini de, ölüme meydan okuma davranışına örnek verebiliriz. Ölüme meydan okuma tutumunun bir türü de, çok sayıda kişinin ölümüne yol açan kazalardan sağ çıkanlarda görülür. Bu kişiler, ölümle kumar oynamış ve kazanmış olma biçiminde bir duygu yaşar; bazıları daha sonra karşılaştıkları benzer durumlarda, bu yenilmezlik duygusunun etkisiyle kendilerini gereksiz yere tehlikeye atarlar.
Kültürümüzde ölüm isteği, sanıldığından daha yaygındır. Ölüm bazen kişinin yaşamakta olduğu çatışmalar için bir çözüm yolu olarak görülebilir. Kimi insan, başkalarından öç almak ve onları, üstesinden gelemeyecekleri suçluluk duyguları içinde bırakmak amacıyla kendini öldürebilir. Ağır bedensel sakatlıkları olan kişilerde ve kendisini işe yaramaz bulan mutsuz yaşlılarda da ölme isteği sıklıkla görülür. Bazı nevrotik ve psikotikler, sevilen kişilere ölüm yoluyla ulaşma düşleri yaşarlar. İnsandaki ölüm isteği genellikle bilinçdışında yaşanır. Örneğin, aracını mantıkdışı bir hızla sürme alışkanlığında olan kişi, böyle bir eğilime sahip olduğunun farkında değildir. Tehlikeli işleri özellikle ve isteyerek meslek edinmiş olan kişilerin büyük bir çoğunluğunun bilinçaltında, yoğun ve sürekli suçluluk duyguları yaşadıkları saptanmıştır. Bu kişiler kendilerini tehlikeye atarak suç--ceza--af sürecini yaşamaya ve böylece rahatlamaya çalışırlar (Geçtan, 1992, s.124).
Bir kısım gençler için ölümün, çekici bir yüzü vardır. Ölümü istemek, her yaş ve gruptan tedirgin ve çatışmalı kişilerin başvurduğu çözüm yollarından biri olmuştur. Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere bütün dünyada intiharların giderek artmakta olduğu gözönüne alındığında, günümüz insanlarında, ölüm isteğinin ne kadar güçlü ve yaygın olduğu daha iyi anlaşılır. Ölüm isteğini doğuran şartlar ve sebepler kültürlere ve devirlere göre değişebilmektedir. Ayrıca kimilerinde, itibar kazanmanın nevrotik bir şekli olarak anlam kazanan ölüm isteği, ilâhi aşk duygusuyla kıvranan bir sûfîde ise, bir an önce Allah'a ulaşmanın derin ve samimi bir arzusu olarak kendisini gösterir. Ölüme duyulan arzunun sebepleri gibi, ifade ediliş biçimleri de farklıdır (Hökelekli, 1991).
Yukarıda tanımlanan tutumların hepsinde de hayat ve ölüm birbirinden ayrı olgular olarak ele alındığı halde, ölümü kabullenme tutumunda ölüm, hayatın bir parçası olarak kabul edilir.
Ölümü kabullenme tutumuna, varoluş felsefesini benimseyen bazı kişilerde rastlanmaktadır. Bunların bazıları ölümü, hayatı sürdürmemizin temel sebebi olarak görür. Bazıları ise, ölüme yaklaşmanın, fizyolojik bir son değil, varolmama tehdidi olarak algılandığı görüşünü savunur. Yirminci yüzyıl varoluş felsefesinin önderi olan Heidegger, ölüme ilişkin kaygımızla yüzleşemez ve bu duyguyu kabul edemezsek özgürce yaşamayacağımızı vurgular. Bir çok insan, hayatını ölümden kaçınma üzerine kurduğu için hayat sevincinden yoksun kalır (Geçtan, 1992, s.124).
Genel olarak hayatını iyi bir şekilde değerlendirdiği duygusuna sahip olan kimseler, ölümü sukûnetle kabullenme tutumu gösterirler. Dinî bakış açısı ölüme yaklaşmada, sukûnet, boyun eğme ve kabullenme tutumunu doğurabilir. Bununla birlikte bütün dindarlarda aynı eğilimin ortaya çıkmasını beklemek de gerçekçi olmaz. Yaşanan dinin özelliği ve kişinin dinî inanç ve görevlere kendisini veriş derecesi bu hususta önemli bir etken olarak gözükmektedir (Hökelekli, 1991).
Ölüm Kaygısı ve Ölüm Korkusu
Duyguların, soyut kavramların tanımlanması ve tasvir edilmesi çoğu zaman zor olmuştur. Böyle kavramların tanım ve tasvirleri genellikle subjektif olduğu için çeşitlilik arzeder. Birbirine çok yakın olan kaygı ve korku kavramları da bu kategoriye girer. Her iki duygu da, yaklaşmakta olan bir tehlikeye karşı geliştirilmiş duygusal tepkilerdir. Her ikisinin de fizyolojik belirtileri vardır. Nefes darlığı, terleme, gerginlik, kalp çarpıntısı, mide ağrısı, bel ağrısı, titreme, sürekli yorgunluk ve baş ağrısı gibi dış belirtiler gözlenebilmektedir. Bu nedenle psikologlar, kalp atışı, kan basıncı, nefes alış veriş düzeyi, galvanik deri tepkisi gibi değişik fizyolojik belirtileri bu duyguları ölçmede kullanabilmektedirler.
"Kaygıyla korku arasında, bazı psikologlarca tespit edilen üç önemli fark vardır: 1. Kaynak: 'Ben arıdan korkarım' örneğinde olduğu gibi, korkunun kaynağını biliriz, ancak kaygının kaynağı belirsizdir. 2. Şiddet: Korku kaygıdan daha şiddetlidir. 3. Süre: Korku daha kısa sürelidir, kaygı ise, uzun süre devam eder" (Cüceloğlu, 1991, s.277).
Kaygı kavramına ışık tutmuş yazar ve araştırmacılar arasında, Cannon (1932), Goldstein (1940), Sullivan (1946), Kierkegaard (1953) ve Horney'i (1980) sayabiliriz (Geçtan, 1990).
Buna benzer tartışmalar , ölüm korkusu ve ölüm kaygısı kavramları için de yapılmıştır. Konuyla ilgili yapılan araştırmalarda, bu iki kavram zaman zaman birbiri yerine aynı anlamda kullanılmışsa da, genellikle bu kavramların aynı şeyi ifade etmediği vurgulanmaktadır.
Ölüm korkusu ile ölüm kaygısı arasındaki kesin ayrımı ilk kez Kierkegaard yapmıştır. Ona göre, 'bir şey' den korkmakla 'yok' tan korkmak birbirinden farklı olgulardır. Kierkegaard, 'yok'u 'insanın birlikte hiçbir şey yapamadığı bir hiç' olarak tanımlamıştır. Rollo May de, Kierkegaard'ın ayrımına katılarak insanın bilinçdışında ölüm kaygısını korkuya dönüştürmeye çalıştığından sözeder (Geçtan, 1990, s.184).
Ölüm korkusu kavramıyla ilgili olarak iki farklı yaklaşım ortaya konmuştur. Bazı psikologlar, ölüm korkusunu patolojik bir zihin meşguliyeti olarak ele alır ve bunun depresif rahatsızlıklarda, çeşitli psikomatik hastalıklarda, psikopatolojide önemli bir rol oynadığına inanırlar (Feifel, 1959; Templer, 1970, 1972; Meyer, 1975). Bazıları da, ölüm korkusunun veya kaygısının evrensel bir reaksiyon olduğunu ve hiç kimsenin ondan kaçamayacağını iddia ederler (Caprio, 1950; Rheingold, 1967; Florian ve Kravetz, 1983). İbn Miskeveyh'in (öl. trh. 1030) konuyla ilgili görüşleri, bu yaklaşımlardan ikincisiyle örtüşmektedir. Ona göre, insanın en büyük korkusu, ölüm korkusudur ve bu korku herkesi içine almakla birlikte bütün korkulardan daha şiddetli ve etkilidir (İbn Miskeveyh, 1398). Hemen hemen her insanda düşük veya yüksek düzeyde bir ölüm korkusunun olduğu ve genel olarak ölüm korkusu diye ifade edilen korkuya, belirsizlik, bedeni kaybetme, acı duyma, yalnızlık, yakınları kaybetme,... gibi korkuların yol açtığı ileri sürülmüştür.
1) Belirsizlik korkusu:İnsanın kendisini emniyet içinde hissedebilmesi için, ileride yaşayacağı günlerde kaygı verecek durumların olmaması ve dolayısıyla daha da ileri giderek, ölüm ve öldükten sonra ne olunacağı konusunda kaygı verecek unsurların ortadan kaldırılması gerekir. Birşey hakkında belirsizlik, insanda kaygıya yol açtığına göre, ölüm ve öldükten sonra neler olacağı konusundaki belirsizlik ve bilgisizlik de kaygıya veya korkuya yol açabilmektedir.
Dinler ölüm ve sonrasındaki durumlar hakkında sundukları açıklama ve semboller vasıtasıyla mensuplarının kaygı ve korkularını azaltmada etkili bir rol oynarlar. Aslında din, ölümden sonraki hayatta bir hüküm gününden ve cennet-cehennemin varlığından bahsetmek suretiyle, mensuplarının kaygı düzeylerini artırabilmektedir. Fakat, bireyler dinin emrettiği dinî inanç ve ibadetleri yerine getirdiklerinde kaygı düzeylerinde bir azalmayı tecrübe edebilirler. Bu noktada Leming (1976), "bir din, bir taraftan kaygıyı azaltma işlevini görürken nasıl olurda aynı zamanda bir ölüm korkusunu varlık alanına çıkarır?" ve "din, mensuplarında aynı anda korkuyu hem teşvik edebilir hem de azaltabilir mi?" sorularını sorar ve cevap olarak da "din ikili bir işlev icra eder; rahata dalmışlara sıkıntı verir, sıkıntı içinde olanlara da rahatlık verir" demektedir.
Dinin, çaresizlik içinde kıvrananların, ümitsizlik, kaygı ve korku içinde olan kimselerin ihtiyaçlarını karşılamada önemli bir katkıda bulunduğu, sosyal bilimciler tarafından kabul edilmektedir. Hatta, din hakkında olumsuz bir tavır takınan Freud (1925) bile, bu görüşe katılmıştır. Bu konuda yapılan araştırmalardan elde edilen sonuçları göz önünde bulundurduğumuzda, dinin bu fonksiyonu yerine getirmiş olduğunu görmekteyiz (Martin ve Wrightsman, 1965; Williams ve Cole, 1968; Templer ve Ruff, 1971; Templer, 1972; Osarchuk ve Tatz, 1973; Leming, 1976; Cerny, 1977; Edmunds, 1981; McMordie, 1981; Hökelekli, 1992).
2) Bedeni kaybetme korkusu: Beden benlik imgesinin önemli bir bölümünü oluşturur. İnsan, kaza ya da cerrahi ameliyatlar sonunda bir organını kaybetse, sadece o organ işlevlerini yitirmez, psikolojik benlikten de bir parçanın kopmuş olduğu hissedilir. Kişiliğin bütünlüğüne ve özseverliğine indirilen böylesi bir darbe, kişinin utanç, küçüklük, yetersizlik duyguları yaşamasına, kendisine olan güveninin ve saygısının azalmasına neden olur (Pattison, 1974; nkl.: Geçtan, 1992, s.126). Bir organın kaybı sonucunda ortaya çıkan tablo bu iken, bütün bir bedenin işlevlerinin ölümle kaybedileceğini ve öldükten sonra toprağa gömülmekle veya yakılmakla bedenin yok olacağını düşünmek herhalde insanın kaygılanmasına fazlasıyla yol açabilecek bir durumdur. Belki de cesedlerin mumyalanması düşüncesinin altında yatan sebeplerden biri de bedenin çürüyüp yok olması korkusunun ortadan kaldırılmasıdır. Ölümle veya mezarla ilgili konuların konuşulduğu bir ortamda, bazı insanların, mezarlarının her tarafının beton olmasını arzuladıkları ve böylece böceklere yem olmaktan kurtulabileceklerini düşündükleri, dolayısıyla bedeni kaybetme korkusuna sahip oldukları gözlenmiştir. Bedeni kaybetme korkusu, kendini güzel bulan, kendini beğenen bireylerde daha yüksek düzeyde olabilmektedir.
Antik dönemin ünlü filozofu Eflatun da (1943) yukarıdaki ifadelere paralel olarak, insanın ölüm korkusu hissetmesinin sebeplerinden birinin, yok olup gideceğini, bir nefes, bir duman gibi dağılıp gideceğini, böyle uçup gidince de bir hiç olacağını düşünmesinden kaynaklandığını ifade eder.
3) Acı duyma korkusu: Aydın (1990, s.185), ölüm korkusunun, insanların ölümü acı veren bir hadise olarak düşünmesinden ve öyle olduğuna inanmasından kaynaklanabileceğini söyler. Genellikle ölümün bir hastalık sonrası meydana gelmesi ölüm ile hastalık arasında bir ilişki kurulmasına yol açmıştır. Ayrıca eskiden verem hastalığı, şimdi kanser ve AIDS gibi hastalıklar tedavisi mümkün olmayan, dolayısıyla ölümle neticelenen hastalık türleri olarak ölümle özdeşleştirilmiştir. Hasta bir insan demek, acı içinde, ızdırab çeken, bazı organlarını kullanamayan insan anlamına geldiği için, ölüm olgusu da hastalık gibi acı verici olarak algılanabilmektedir.
Imara (1984), ölüm korkusunun kaynağı hakkında bilgi verirken, fiziksel acı çekme ve tıbbın yetersizliğinden kaynaklanan tıbbî kaygıdan bahseder. Gerçi, tıp teknolojisi, bu acıyı azaltma yönünde büyük adımlar atmıştır. Ama bütün bunların yanında yine de bu konudaki yetersizliğin olması ve hissedilmesi ölüm korkusuna yol açabilmektedir. Tıbbî kaygı, iradenin kontrolünü kaybetme, aile, doktor ve arkadaşlar tarafından terkedilmiş olma, ölümle ilgili olan dehşet verici diğer hususlarla birliktedir.
Bu konunun bir de kültürel boyutu vardır. Örneğin, Türk-İslâm kültüründe can çekişmeyle (sekerât-ı mevt) ilgili dinî kaynaklı bir anlayış vardır. Bir hadis-i şerifte ölüm acıları, yünün içinden çekilen üç köşeli demir dikene (bıtırak) benzetilerek, dikenin yünden bir şeyler kopardığı gibi, ölenin de mutlaka acılarının olacağına işaret etmektedir. Bu konudaki hadis-i şeriflerden birkaç örnek verilmesinin konuya açıklık getirmesi açısından faydalı olacağı kanaatindeyiz. "Ey Allah'ım! Ruhu damar, kemik ve parmaklar arasından çekip alıyorsun. Ey Allah'ım! Ölüme karşı bana yardım et ve ölümü bana kolaylaştır"., "Ölüm kılıçla vurulan üç yüz darbe kadardır"., "... onun ölümden acımayan hiçbir damarı yoktur". Ayrıca, Şeddat b. Evs, konuyla ilgili olarak, "ölüm, dünya ve ahirette, mümin üzerinde en korkunç tehlikedir. Ölüm, bıçkılarla biçilmekten, makaslarla kesilmekten, çanaklarda kaynamaktan daha şiddetlidir. Eğer bir ölü kabrinden geri gönderilip dünya ehline ölümün haberini verse, artık insanlar, hayattan zevk alamazlar ve uykudan lezzet bulamazlardı" demektedir. Rivayet edilir ki, Allah, Hz.Musa'ya ölümü nasıl gördüğünü sorar, Hz.Musa da şöyle cevap verir: "Tava üzerinde kavrulan bir kuş gibi gördüm. Ölmüyor ki istirahata kavuşsun, kurtulmuyor ki uçsun". Bir başka rivayette de Hz.Musa, "Nefsimi kasabın elinde diri diri yüzülen bir koyun gibi gördüm" demektedir (Gazzâli, İhya...c.IV, ss.811-813). Yukarıda sıraladığımız rivayetler, müslüman bireylerin ölüme ilişkin kaygı ve korku düzeylerini artırmada önemli bir rol oynayabilirler.
4) Yalnızlık korkusu: XX. yüzyılın başlarında ölümle ilgili tutumların değişmesi bu tür bir korkunun varlık alanına çıkmasına sebep olmuştur. Yani, özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde ve Avrupa'da sanayileşme ve teknolojinin gelişmesi, hayat standartlarının iyileşmesine ve ölümün evlerden kurumlara taşınmasına yol açmıştır. Daha önceleri, evinde ailesinin ve sevdiklerinin yanında ölen insanlar, bugün genelde hastanelerde, huzur veya bakım evlerinde ölmektedirler. Bu durum, insanların çoğu zaman akraba ve arkadaş gözlerinden uzakta, aileye mümkün olduğu kadar az rahatsızlık vererek öldükleri anlamına gelir.
İnsan hastalandığında kendisinden ve çevresinden soyutlanma duyguları yaşar. Çoğu kez bu durum, insanların kendisinden uzak durmasıyla pekiştirilir. Bu kopukluk ölmekte olan kişide daha da belirginleşir. Üstelik çağdaş kent kültürü ve tıp teknolojisi, çoğu insanın son günlerini çıplak ve sevimsiz bir hastane odasında, ailesinden ve alışageldiği eşyalardan uzakta geçirmesine neden olur. Bir bakıma hastaneler bir çok insanın ölüm döşeği olma görevini de üstlenmiştir. Buna karşılık hastane personeli, ölümün doğal bir olay olarak yaşanabilmesini sağlayacakları yerde, çoğu kez kendi kaygıları nedeniyle durumu yadsımaya çalışırlar. Böylesi duygular, hastanın soyutlanmasına ve kendisini yalnız hissetmesine neden olur. Üstelik, gerek aile ve gerekse hastane personeli hastayı daha seyrek görme yoluna gidebilir. Dolayısıyla hasta bir depresyon yaşamaya başlar. Bu depresyon, kişinin bir yakınını yitirdiği zaman yaşadığı duygudan farklı olarak, diğer insanlara duyulan doğal ihtiyaçtan yoksun bırakılmış olmaktan kaynaklanır. Bir başka deyişle, bu önce ölümle yüzleşmenin daha sonra da insanlar tarafından itilmenin getirdiği yoğun bir korkudur (Pattison, 1974; nkl.: Geçtan, 1992, s.126).
5) Yakınları kaybetme korkusu: Değerli bir eşyasını kaybetmekten bile korkan ve çeşitli tedbirler almaya çalışan insanı, çok kısa bir süre önce konuşan, gülen, yiyen-içen, hareket eden ve sayısız hatıraları oluşturan, annesini, babasını, eşini, çocuklarını hareketsiz, cansız bir şekilde yerde uzanmış olarak görme düşüncesi, dolayısıyla dünya gözüyle bir daha onları gülerken, konuşurken görememe düşüncesi daha fazla korkutur.
Holmes ve Holmes (1970), Amerika toplumunda uyguladığı çalışmalardan elde ettiği verilere göre, bireylerde stres veren olguların bir listesini yapmıştır. Bu listede, olguların ağırlık puanları 100 üzerinden verilmiştir. Buna göre; ilk üç sırayı oluşturan, eşin ölümü (100 puan); ailede yakın birinin ölümü (63 puan); yakın bir arkadaşın ölümü (37 puan) dür. Benzer çalışma da, Sorios (1982) tarafından İzmir'de yapılmıştır. Sonuçlar, Holmes ve Holmes'in elde ettiği verilerle paralellik göstermektedir. İlk iki sırada, çocuğun ölümü (92 puan); eşin ölümü (90 puan); dördüncü sırada, anne-babanın ölümü (87 puan) ve onsekizinci sırada, yakın bir dostun ölümü (66 puan) olduğu dikkat çekicidir (nkl.: Cüceloğlu, 1991, ss.322-323). Bu iki çalışma, farklı kültürlere sahip olan toplumlarda bile, ölüm olgusuna gösterilen tepkilerin büyük benzerlikler gösterdiğini, günümüz insanının ölümü, stres ve kaygı verici bulduğunu ortaya koymuştur. Bu durum karşısında bireyler, bunalıma düşmemek için, maskeleme, bastırma veya kabullenme gibi tutumlar sergilemektedirler.
6) Denetimi kaybetme korkusu: Öldürücü hastalık ilerledikçe kişinin kendisini denetleyebilmesi de giderek zorlaşır. Bu durum özellikle duygusal tepkilerin denetim altında tutulmasını ve mantıklı olmayı vurgulayan Batı kültürü bireylerinde daha büyük bir sorun yaratır. Bilinç bulanıklığının yanısıra beden denetiminin de azalması ego tarafından bir tehdit olarak algılandığından, kişide kaygı ve korku yoğunlaşır. Bu nedenle, ölmekte olan kişi sağlam kalan zihinsel ve bedensel işlevlerini olabildiğince kullanmaya ve yapabileceği oranda günlük işlerini sürdürmeye teşvik edilmeli, verebileceği kararlar yine kendisine bırakılmalıdır (Pattison, 1974; nkl.:Geçtan, 1992, s.127).
7) Kimlik duygusunu kaybetme korkusu: İnsanlarla ilişkiden yoksun kalmak, yakınları ve dostları kaybetmek, bedenin bir parçasını kaybetmek, kişiliğin denetimini kaybetmek gibi durumlar insanın kimlik duygusunu sarsar. İnsanlarla ilişkilerimiz, kim olduğumuzu ve bir ailemizin olduğunu, bedenimizle ve zihnimizle ilişkili durumda olmak ise, bir benliğimiz olduğunu bize sürekli hatırlatır. Ölmekte olan kişinin kimlik duygusu bir çok yönden sarsılır. Bu nedenle, ölüme gidiş denilen hayatın bu son döneminde kişinin, bütünlüğünü, kendine olan saygısını ve onurunu koruyabilmesi büyük önem taşır. Ölmekten çok, nasıl öldüğümüz önemlidir. Eğer kişi bu dönemde kimlik duygusunu sürdüremezse, kendisine olan saygısını yitirir, ümitsizliğe düşer ve geçmişte değerli bir insan olarak yaşamış olmasının önemi kalmaz (Pattison, 1974; nkl.: Geçtan, 1992, s.127).
Kimlik kaybı hipotezi, hayatı tehdit eden bir tehlike karşısında meydana gelen bir hal olup, ölüme yakınlığı psikolojik olarak algılayan kişilerin deneyimlerine dayanan bir özelliğe sahiptir. Psikyatri profesörü olan Noyes şöyle demektedir: "Kimlik kaybı hayatı tehdit eden bir tehlikeye karşı sık gösterilen bir tepkidir. Sinir sistemi bir uyum modeli ve potansiyeli olarak düzeni bozulan heyecanları kontrol altında tutarken organizmayı, tehdit edici şartlara karşı alarma geçirir. Psikolojik bir mekanizma olarak, tehlike içindeki kişiliği ölüm tehdidine karşı savunur ve aynı zamanda o realitenin bütünleşmesini sağlar. Anlamlı bir deneyim olarak, fenomenin mistik açıdan incelenmesi, spiritüel bir mana ortaya koyabilir. Ölümle bu tür karşılaşmayı, yeniden doğuş duygusu izleyebilir" (Sabom, 1994, s.197).
8) Gerileme korkusu: Ölüm yaklaştıkça, her insanda içgüdüsel olarak bulunan ve kişiyi gerçekler dünyasından çekip, yer ve zaman kavramlarının, benlik sınırlarının ve diğer insanların olmadığı bir varoluşa (yok- oluşa) dönüştürme eğilimi ürkütücü bir canlılık kazanır. Hayat boyunca, ölüme benzer bir durumu sabahları uykudan uyanırken yaşarız. Çalar saati susturduktan sonra bizi yeniden uykuya çeken bir gücün ağırlığını algılarız, o anda bedenimizin sınırları belirgin değildir, bilincimiz gevşek ve dış dünyanın kısıtlayıcı beklentilerinden özgürdür. Ölümle yüzleşen kişi de, özellikle son döneminde, böyle bir geriye kayma sürecine kapılmakta olduğunu farketmeye başladığında büyük bir korkuya kapılabilir. Bu gerilemeyle savaşmaya ve gerçeklerle ilişki durumunda bulunan somut benliğine sıkıca sarılmaya çalışır. Bu olguya, "ölüm agonisi" denir (Pattison, 1974; nkl.:Geçtan, 1992, s.127).
Gerçekte ölümden korkmak, sanıldığı gibi hayatı sürüdürememek korkusundan doğmaz. Epikür: "Yaşadığımız sürece, ölüm bizi ilgilendirmez. Çünkü yanımızda değildir. O geldiğinde ise yine üzülmemeli, çünkü o zaman da biz yokuz" derken (Birand, 1987, s.108), herhalde bu noktayı belirtmek istiyordu. Ölmeden önce duyulacak acılar ve ağrılardan korkmak mümkündür, belki, ancak bunu ölüm korkusu olarak niteleyemeyiz. Hayatı sahip olunacak bir mal gibi gören insanın ölümden korkmasını, akıldışı bir davranış olarak karşılamamak gerekir. Bu duyulan korku ölümden değil, sahip olduğumuz şeyleri, bedeni, malı, mülkü, egoyu yitirmekten dolayıdır ve hiçbir şeye sahip olmayacağımız bir uçuruma, yok olmaya sürüklenmekten korkmaktır (Fromm, 1991, s.183).
Kübler-Ross (1977), ölüme yaklaştıkları söylenen 200 hasta üzerinde yaptığı çalışmalardan elde ettiği verileri değerlendirmiş ve bu durumdaki hastaların ölüme karşı gösterdikleri tutumların beş safhadan oluştuğunu ileri sürmüştür. Bu safhalar sırayla; yadsıma, kızgınlık, pazarlık etme, depresyon ve kabullenme'dir.
Hastaların birinci tepkisi, yadsıma dır. Bu safhada, gerçeği bilmeyi kabullenememe davranışı söz konusu olup, mutlak bir red tavrı gösterilir. Bu durumlarda kişi, 'hayır, bu gerçek olamaz' der. Tüm sağduyusunu yitirirken, doktor ve hemşirelere tepki gösterir, ilaçları reddeder ve tam bir perhiz yapması istenirken o yemekte inat eder ve acımasız kararın doğru olmadığını göstermek için doktor doktor dolaşır. Fakat bu yadsıma genelde, geçici bir savunmadan, şokun etkisini azaltmak ve gerçeklerle karşılaşmadan önce gücünü toparlamak için bilinçli benin bir kaçamağından başka bir şey değildir.
Yakında ölmek için, onu seçen büyük bir adaletsizliğin hedefi olarak (neden ben, neden yaşlı X değil?) hasta, onu çevreleyen her şeye karşı bir kızgınlık ve saldırganlık duygusu geliştirir. Örnekler, hastane personeline, aileye, Tanrıya ve kendine karşı sert suçlamalarla ve şikayetlerle doludur. Bu kızgınlığın ifadesine izin verilmediğinde, hastada depresyon meydana gelir. Kızgınlık safhasındaki tutumlar, sonraki safhaya doğru bir yumuşama eğilimi gösterir. İşte bu sırada, Kübler-Ross'un pazarlık etme dediği aşama devreye girer.
Pazarlık safhası, bazen eğitimleri nedeniyle ölüme hiç de hazırlıklı olamayan kişilerde irrasyonel olanın müdahelesini belirtir. Burada, kaçınılmaz sonu geri itmek için görünmez olanla yapılan bir tür anlaşma sözkonusudur. Bu dehşet verici gerçekle yüzleşmekten kaçınmak için, hastanın doktorla, Tanrıyla veya aile ile bir tür ittifak yapmaya çalışacağı kısa bir safhadır. O, çok az da olsa vakit kazanmaya bir teşebbüs, katı gerçeklere hazırlanmak için ayrılan bir zamandır. Hiç gücü kalmadığı halde, oğlunun düğününe katılabilmek için her şeyi yapmaya hazır olduğunu söyleyen kanserli bir kadın, süslenip, püslenerek düğüne katılıp yorgun bir şekilde hastaneye döndüğünde doktora, "bir başka oğlumun daha olduğunu unutmayın" demiştir. Bu örnekte olduğu gibi, bir kez pazarlıktan prim elde etti mi, sözleşmeye nadiren uyulur ve pazarlık sınırları zorlanmaya başlanır.
İlk üç safha olan, yadsıma, kızgınlık ve pazarlık etme, eski gerçek üzerine, yeni realitelerin acısından ve kaosundan doğrudan kaçınma gayretleridir. Hasta, pazarlık etme safhasını geçmekle, yeni realitenin veçhesiyle karşılaşır. Hasta açısından o, bir organını, mesleğini veya güzelliğini kaybetmesi gibi bir durumdan dolayı üzülür. İşte bu safhaya Kübler-Ross "Depresyon safhası" demektedir.
Son safha olarak da, hastanın iç dünyasında bir sakinleşmenin yaşanmasıyla kabul etme safhası tecrübe edilir. Eğer hasta ölüme yakınsa, -erkek veya kadın- hemen hemen duyarsızlaştığından dolayı ne üzüntü duyacak ne de kızacaktır. Genellikle her şeyi boş verip, durumu kabul edecek ve böylece de kendisini reddedilmişlik duygusu içine bırakmış olacaktır. Ümitsiz kişinin ruhunu şaşkınlıkla, depresyonun durgunluğuna veya can çekişme mücadelesine teslim etmesi nadir rastlanan bir durum değildir. Örneğin, bazen, kaçınılmaz andan az önce şaşırtıcı bir iyiliğin geldiği bilinmektedir; ölmek üzere olan kişi kalkmayı arzu eder, yiyecek ister ve iştahla yer, coşkuya kapılır veya kahkahayla güler; şaşkınlıktan donakalan çevresindekiler neredeyse mucizevi bir iyileşmeye inanmaya başlarlar, oysa bu ölümden önceki son dirilme çabasıdır.
Bu beş safhalı geçiş kişinin hayat hikayesine ve kişiliğine bağlı olarak bir kaç dakika içinde de, bir kaç ayda da olabilir. Hastalıklardan önce büyük kayıplarla veya ayrılmalarla uğraşmış ve başetmiş kişiler, yadsımadan kabul etme safhasına çabucak geçmeye yatkındırlar. Duygularını ifade etmesi engellenmiş veya bunu beceremeyen kişiler ifade ihtiyaçları destek buluncaya kadar önceki bir merhalede kalırlar (Kübler-Ross, 1977).
Thomas (1991, s.59), Kübler-Ross'u ölmenin genel şemasını büyük bir ölçüde dondurmuş ve sistematikleştirmiş olduğunu ileri sürerek tenkit eder. Ona göre, Kübler-Ross yaşlara, cinsiyete, ölüm nedenlerine, ölümün olduğu ortamlara göre farklılıklar olduğunu unutuyor. Thomas'a göre o, aşamaların üst üste binebileceğini her zaman muhtemel olan geriye dönüşlerin bütün sürecin yeniden ele alınmasını gerektirebileceğini dikkate almıyor. Bununla birlikte, çabucak rıza gösteren çocuklarda veya bazı yaşlılarda bazı aşamaların, özellikle savunma aşamasının bulunmayabileceğini, yanında insanlar bulunan birinde bile sonunda yanlızlığın galip geleceğini ve can çekişmekte olan kişilerde kendini, ölümün oluşturduğu "sağlam ve ıssız duvarın" karşısında tek başında bulacağını dikkate almıyor. Çevredekilerin yaşadıkları, ölmekte olanın yaşadıklarıyle belli bir benzerlik gösterir: Onda da şok, kızgınlık, yadsıma, depresyon, kabul tutumları görülür. Buna, özellikle can çekişen kişi acı çekiyorsa, her şey sona erdiğinde ortaya çıkan yatışmayı da eklemek gerekir. Genellikle sevinçli olmaktan çok keyifsiz olan bakım ekibi ise, kendini heyecanlı bir şekilde, rutinle veya planlama ile, tedavinin aktivizmi ile veya kendi kendine olumlama ile ve hatta kaçışla savunur.
Yas Tutma
Ölüm olgusuyla ilgili geliştirilmiş en eski ve en yaygın tutumlardan biri de "yas tutma"dır. Aynı zamanda bu tutumun törensel yönü de vardır. Yas tutma törenleri kültürden kültüre değişir. Yas, özellikle ölümden dolayı, ölenle ilişkinin kesilmesi suretiyle ortaya çıkan normal psikolojik ve fizyolojik bir tepkidir. Ölüme karşı normal yas tepkisi genelde üç safha halinde gelişir: Başlangıç, orta ve normal duruma dönme. Başlangıç safhası, ölümle başlar ve genellikle üç-altı hafta sürer. Ölümü takip eden ilk bir kaç gün geride kalanlar şok etkisi altında olurlar ve kişinin öldüğüne inanamazlar. Bu safhada, donukluk, uyuşmuşluk, hayret, korku, afallama, boşluk, anlamsızlık, şaşkınlık duyguları yaşanabilir. Bu şok periyodunu, zaman zaman şiddetli ağlama fasılları takip eder.
Amerikalı psikyatrist Erich Lindemann yoğun yas safhasının klasik analizinde, bu safhayı tanımlayıcı semptomları şöyle teşhis eder: 20 dakikadan 1 saate kadar süren bir zamanda ki somatik üzüntü, gırtlaktaki düğümlenmeden dolayı solunumla ilgili sıkıntı, nefesi kesilmek ve solunum yetmezliği, ölenin hayaliyle zihnî meşguliyetin çok olması; suçluluk ve günahkarlık hisleri içine girme; arkadaşlara ve aileye düşmanca reaksiyonlar gösterme; çalışmak için yetersiz olma, genel davranış örneklerinde bozulma ve çöküntü. Görülebilen diğer semptomlar ise; uykusuzluk, baş ağrıları, adet düzensizlikleri ve sevdiği kişinin ölümüne sebep olduğu düşüncesi içine girme gibi semptomlardır. Bu safhanın tipik özelliği, ölümden başlayarak 6 hafta süresince yoğun bir şekilde devamlı yaşanmasıdır, fakat semptomlar ilk yıl süresince ara sıra devam edebilir.
Takip eden orta safha, ölen kişi olmaksızın yaşayarak gerçeğe yönelme safhasıdır. Genellikle yaklaşık 1 yıl sürer, bu safha süresince yas tutanlar, ölen kişiye veya onun ölümüne mana vermeye çalışırlar. Ölen kişiye bağlılık, özellikle beklenilmediği anda meydana gelen ölüm türünde daha güçlüdür.
Doğal hale dönme safhası, geride kalan kişiyi kaybetme duygusunun tedricen azalmaya başladığı ve yas tutan bireyin diğer insanlarla ilgi kurmaya çabaladığı ikinci yılda başlar (Imara, 1984).
Yetişkinlerden ayrı olarak küçük çocukların yas tutma yetenekleri çok kısıtlıdır. Çocuk, yetişkin gibi uzun süre üzüntü ve acı içinde kalamaz. İçinden ne kadar tedirgin olsa da, yaslı görünümü yoktur. Çocuk uğraşlarından ve oyunundan uzun süre geri kalamaz. Kimi çocuklar, donmuş, uyuşmuş gibi davranırlar. Ağlaşanlara şaşkın şaşkın bakarlar. ölüden söz edilirken duymuyormuş gibi davranır, soru soramazlar. Kimi çocuklar ölüm karşısında, umursamazlıktan da öte ruhsal bir durum içine girer. Evde acı ve üzüntü değil de bayram varmışçasına sevinçli, canlı ve yerinde duramaz olurlar. Olmayacak şeyler isterler, yersiz güler, başsağlığına gelenlerin önünde aileyi utandıran soytarılıklar yaparlar. Gerçekte çocuğun umursamaz davranışı, ne sevgisinin yokluğundan, ne de üzüntü çekmeyişindendir. Bu davranış, kendini ezip geçen bir vuruş (darbe) karşısında yadsıma yoluyla kendini savunmasıdır. Çocuk aşırı tepki gösterme eğilimine girince, çok çeşitli ruhsal rahatsızlıklar sergilerler: Gece korkuları, karabasanlar, iç sıkıntıları, tikler, bayılma ve titreme nöbetleri, belirsiz bedensel yakınmalar, dalgınlık, okul başarısızlığı ve çok çeşitli hırçınlıklar ya da davranış bozuklukları gibi (Yörükoğlu, 1980, s.197).
Psikopatolojik Tutumlar
Feifel ve Nagy (1980), ölüm olgusunun, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, intihar ve kendine karşı saldırganlık gibi hayatı tehlikeye sokan davranışlarla ilişkisi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca onlar, ölüm olgusuna ait tema ve fantazilerin psikopatolojide, göze çarptığını belirterek, psikosomatik semptomlarda, bir çok psikotik hastaların halusinasyonlarında ve had derecede bunaklıkta rastlandığını ifade etmişlerdir. Adler (1983, s.299), bu ifadelerle örtüşen düşüncelerini ortaya koyarken, intihar, delilik, saldırganlık, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı gibi davranış bozukluklarının ölüm gerçeği karşısında, hayatın sınırlı olmasından dolayı insanın gösterebileceği psikopatolojik tepkiler olduğunu ileri sürer.
Ölüm olgusu karşısında geliştirilen diğer bir patalojik tutum ise, ölü severlik, ölü aşkı'dır. "Vakitsiz ölen her sevgilinin arkasından ağlanır, yas tutulur ve resmi ya bir albümde veya bir oda duvarında kutsî bir fetiş olarak saklanır. Güzel kadınların ölümünden sonra hep aynı canlı hayal ile yaşayan, evlenmeyen ve mahşer gününde yine mutlu bir kavuşma bekleyen sadık kocalar ve karılar çoktur" diyen Adasal (1963, ss.241-244), böyle bir davranışın aşırı doza çıkarıldığında, cinsel sapıklık gibi psikolojik bir rahatsızlık olarak ortaya çıktığını ifade eder. Ölüseverlik eğilimi olan insan, yaşamayan, ölü olan her şeye, cesetlere, çürümüş şeylere, dışkıya ve pisliğe karşı ilgi duyan ve kendini kaptıran kişidir. Ölüseverler hastalıktan, cenazelerden, ölümden söz etmekten hoşlanan kişilerdir. Yalnızca ölümden söz ederken canlanırlar.
Ölüseverler geçmişte yaşarlar, hiçbir zaman gelecekte yaşamazlar. İç dünyaları da doğal olarak duygusaldır. Soğuk, herkesten uzak "kanuna ve düzene" tutkun insanlardır. Benimsedikleri değerler, bizim normal hayatımızı oluşturan değerlerin tam tersidir. Onları heyecanlandıran ve doyuran şey hayat değil, ölümdür (Fromm, 1979, s.38; geniş bilgi için bkz. Fromm, 1985, c.II, ss.95-264).
KAYNAKLAR
ADASAL, R. 1963. Cinsiyet, Aşk, Evlilik. Ankara.
ADLER, A. 1983. Kişilik Bozuklukları ve Toplumsal Bütünleşme. Çev.:B.Çorakçı. İst.:Say Kit.Pa.
ALEXANDER, I.E.& ADLERSTEIN, A.M. 1959. "Death and religion". In H. Feifel (Ed.) The Meaning of Death. New York: Free Press. pp. 271-283.
ARIES, P. 1991. Batılıların Ölüm Karşısında Tavırları. Çev.: M.A. Kılıçbay. Ank.: Gece Yayınları.
AYDIN, M.S 1990. Din Felsefesi. İzmir: D.E.Ü. Yayınları.
BECKER, H. & BRUNER, D.K. 1931. "Attitudes towards death and the dead". Ment.Hyg. 15: 828-837.
BİRAND, K. 1987. İlk Çağ Felsefesi Tarihi. Ank.: A.Ü. İlahiyat Fak. Yay.
BROMBERG, W.R. & SCHILDER, P. 1933. "Death and dying". Psychoanal. Rev., 23:133-185.
-------------------- & --------------------. 1936. "The attitudes of psychonevrotics toward death". Psychoanal. Rev., 23:1-25.
CANNON, W.B. 1932. The Wisdom of The Body. New York: Norton.
CAPRIO, F.S. 1950. "A study of some psychological reactions during prepubescence to the idea of death". Psychiat. Quart., 24:495-505.
CERNY, L.J. 1977. "Death perspectives and religious orientation as a function of christian faith with specific reference to being 'born again'". Disser. Abst. Int., 38:1872.
CHADWICK, M. 1929. "Notes upon the fear of death". Inter. Jou. of Psychoanaliysis, 10:321-334.
CÜCELOĞLU, D. 1991. İnsan ve Davranışı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
EDMUNDS, G.J. 1981. "An exploration of the relationships between a religious perspective, meaning in life and death anxiety". Disser. Abst. Int., 42:1601.
EFLÂTUN. 1943. Phaidon. Fransızcadan çev.: H.R. Atademir- S.K. Yetkin. İst.: Maarif Matbaası.
FEIFEL, H. 1959. The Meaning of Death. New York: McGraw-Hill.
----------- & NAGY, V.T. 1980. "Death orientation and life-threatening behavior". Jou. of Abnormal Psychology, 89: 38-45.
FLORIAN, V. & KRAVETZ, S. 1983. "Fear of personal death: Attribution, structure, and relation to religious belief". Jou. of Personality and Social Psychology, 44:600-7.
FREUD, S. 1925. "Thoughts for the times on war and death: Our attitudes toward death" Collected Papers, (vol.:4) London: Hogart (1915).
FROMM, E. 1979. Sevgi ve Şiddetin Kaynağı. Çev.: Y. Salman-N. İçten. İst.: Payel Yayınevi.
-------------. 1985. İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri. (II cilt), Çev.: Ş. Alpagut, İst.: Payel Yay.
-------------. 1991. Sahip Olmak Ya da Olmak. Çev.: A. Arıtan. İst.: Arıtan Yayınevi.
GAZZÂLİ, M.b.M. (Tarihsiz). İhya-u Ulûmi'd-Din. Türkçeye çev.: M.A. Müftüoğlu, c. I-IV, İst.: Tuğra Neşriyat.
GEÇTAN, E. 1990. Varoluş ve Psikyatri. İst.: Remzi Kitabevi.
---------------.1992. Çağdaş Yaşam ve Normaldışı Davranışlar. İst.: Remzi Kitabevi.
GLASER, B.G. & STRAUSS, A.L. 1965. Awereness of Dying. Chicago: Aldine Pub. Co.
GOLDSTEIN, K. 1940. Human Nature. Cambridge, Mass.: Harvard.
HICK, J.H. 1976. Death and Eternal Life. New York: Harper&Row.
-----------. 1990. "Değişen ölüm sosyolojisi". Çev.: T. Koç. Kayseri: E.Ü.İlahiyat Fak. Der. Sayı:7, ss.235-249.
HOLMES, T.S. & HOLMES, T.H. 1970. "Short-term intrusions into life-style routine". Jou. of Psychosomatic Research, 14: 121-123.
HORNEY, K. 1980. Çağımızın Tedirgin İnsanı. İst.: Tur Yayınları.
HÖKELEKLİ, H. 1991. "Ölüm ve ölüm ötesi psikolojisi". Bursa: U.Ü. İlahiyat Fak. Der., 3:151-165.
----------------------. 1992. "Ölümle ilgili tutumların dinî davranışla ilişkisi üzerine bir araştırma" (I-II). Bursa: U.Ü. İlâhiyat Fak. 4: 57-98.
IMARA, M. 1984. "Death". Encyclopedia Americana (I-XXX). 8:565-569.
İBN MİSKEVEYH. 1398. Tehzibu'l-Ahlâk.[Ahlâkı Olgunlaştırma (1983). Çev.: A. Şener, İ. Kayaoğlu ve C. Tunç. Ank.: Kültür ve Turizm Bak. Yay.
KIERKEGAARD, S. 1953. Fear and Trembling and The Sickness unto Death. New York: Doubleday-Anchor.
KÜBLER-ROSS, E. 1977. On Death and Dying. (Dokuzuncu baskı). New york: MacMillan.
--------------------. 1987. Büyümenin Son Aşaması Ölüm. Çev.: N. Nirven İst.: Ruh ve Madde Yay.
LEMING, M.R. 1976. "The relationship between religiosity and the fear of death". Dissertation Abst. Int. 36: 7674.
LERNER, M. 1970. "When, why, and where people die". In O.G. Brim ve Ark. (Eds.), The Dying Patient. New York.
MARTIN, D.& WRIGHTSMAN, L.S. 1965. "The relationship between religious behavior and concern about death". The Jou. of Social Psychology, 65: 317-323.
MCMORDIE, W. 1981. "Religiosity and fear of death: Strength of belief system". Psychological Reports, 49: 921-922.
MEYER, J.E. 1975. Death and Neurosis. New York: Int. Uni.
MIDDLETON, W.C. 1936. "Some reactions toward death among college students". Jou. Abnormal of Social Psychology, 31:165-173.
NAGY, M. 1938. "The child and death". Psychological Studies of the University of Budapest, 2: 152-157, 192-194.
OSARCHUK, M. & TATZ, S.J. 1973. "Effect of induced fear of death on belief in afterlife". Jou. of Personality and Social Psychology, 27: 256-260.
PATTISON, E.M. 1974. Help in The Dying Process. American Handbook of Psychiatry, I.N.Y. Basic Books.
RHEINGOLD, J.C. 1967. The Mother, Anxiety, and Death: The Catastrophic Death Copmlex. Boston: Little, Brown.
SABOM, M.B. 1992. Ölüm Anıları. Çev.: E. Konyalıoğlu. İst.: Ruh ve Madde Yay.
SCHILDER, P. 1936. "The attitudes of murderers toward death". Jou. Abnormal and Social Psychology, 31: 348-363.
-------------------- & WECHSLER, D. 1934. "The attitudes of children toward death". Jou. Genet. Psychology, 45: 406.
SONTAG, S. 1978. Bir Metafor Olarak Hastalık. Çev.: İ. Murat. İst.: B/F/S Yay.
SORIOS, S.1982. Hasta ve Normallerde Yaşam Olaylarının Stres Verici Etkilerinin Araştırılması.Yayınlanmamış Doçentlik Tezi. İzmir.
SULLIVAN, H.S. 1946. Conceptions of Modern Psychiatry. Washington: William Alonson White Psychiatric Foundation.
TEMPLER, D.I. 1972. "Death anxiety in religiously very involved persons". Psychological Reports, 31:361-362.
---------------- & RUFF, C.F. 1971. "Death anxiety scale means, standard deviations, and embedding". Psychological Reports, 29: 173-174.
THOMAS, L.V. 1991. Ölüm. Çev.: I. Gürbüz. İst.: İletişim Yayınları.
WILLIAMS, R.L. & COLE, S. 1968. "Religiosity, generalized anxiety, and apprehension concerning death". The Jou. of Social Psychology, 75: 111-117.
YÖRÜKOĞLU, A. 1980. Çocuk Ruh Sağlığı. Ank.: Türkiye İş Bankası Yayınları.
Yazan
|
Bu makaleden alıntı yapmak
için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir: "Ölüm ve Ölüm Korkusunun İnsan Psikolojisi Üzerine Etkisi" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Psk.Ramazan KAMÇI'e aittir ve makale, yazarı tarafından TavsiyeEdiyorum.com (http://www.tavsiyeediyorum.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır. Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak Psk.Ramazan KAMÇI'nın izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz. |
2 Beğeni
Yazan Uzman
|
Makale Kütüphanemizden | ||||
|
Sitemizde yer alan döküman ve yazılar uzman üyelerimiz tarafından hazırlanmış ve pek çoğu bilimsel düzeyde yapılmış çalışmalar olduğundan güvenilir mahiyette eserlerdir. Bununla birlikte TavsiyeEdiyorum.com sitesi ve çalışma sahipleri, yazıların içerdiği bilgilerin güvenilirliği veya güncelliği konusunda hukuki bir güvence vermezler. Sitemizde yayınlanan yazılar bilgi amaçlı kaleme alınmış ve profesyonellere yönelik olarak
hazırlanmıştır. Site ziyaretçilerimizin o meslekle ilgili bir uzmanla görüşmeden, yazı içindeki bilgileri kendi başlarına kullanmamaları gerekmektedir. Yazıların telif hakkı tamamen yazarlarına aittir, eserler sahiplerinin muvaffakatı olmadan hiçbir suretle çoğaltılamaz, başka bir
yerde kullanılamaz, kopyala yapıştır yöntemiyle başka mecralara aktarılamaz. Sitemizde yer alan herhangi bir yazı başkasına ait telif haklarını ihlal ediyor, intihal içeriyor veya yazarın mensubu bulunduğu mesleğin meslek için etik kurallarına aykırılıklar taşıyorsa, yazının kaldırılabilmesi için site yönetimimize bilgi verilmelidir.