Mutluluk Yolunda Aşılması Güç Bir Engel Daha: Kişisel Çelişkilerimiz
Mutluluğun Önündeki Aşılmaz Engel: Kişisel Çelişkilerimiz
Fatih Ürek’i yerer ama Zeki Müren’i başına taç eder. Anlaşılması çok güçtür: Fatih Ürek’in kabahati Fatih Ürek oluşu mudur yoksa Zeki Müren olamayışı mı!
Kanser hastasına acır. Engelliye şefkat gösterir ama sıra psikoloji hastasına gelince onu yalan yanlış bir şekilde “deli” diye etiketler, öyle görmek ister. Hatta daha da ileriye giderek, haddini bile aşarak ayıplamaya, yadırgamaya kalkışır. Nedense deliliği bir türlü hazmedemez bünyesi. Ona da bir çeşit hastalık gözüyle bakamaz, dolayısı ile de gerekli şefkatle ve kabullenmeyle yaklaşamaz. Belki de bu tutumunun bilinçaltı nedeni, Freud’un da dediği gibi, “Her ruhta bir parça deliliğin olmasıdır”, kim bilir!
Sorulduğunda, “Mutlu olmak istiyorum” der ama adeta mutsuz olmak için çırpınır durur. O yüzden de bulduğunda hiçbir işine yaramayacağını, ancak mutsuzluğunu artıracağını çok iyi bildiği halde eşinde, dostunda, evladında ha bire eksiklik, kusur, yanlış arar durur. Hadi diyelim aradın, sonunda da buldun! Hayırlı uğurlu olsun! Ne yapacaksın şimdi, bak elinde tüm kusurlar, ne işine yarayacak?
Şu yaşamda onlarca çeşit dert, tasa, sıkıntı ve sorun olduğunu, bunları kiminin dün yaşadığını, kiminin bugün yaşıyor olduğunu, kiminin de yarın yaşayacağını çok iyi bildiği halde kendi başına gelince bunu nedense bir sürprizmiş gibi yaparak yadırgar, şaşkınlıkla karşılar. Oysa bu her gün bildiği, gördüğü, duyduğu şeydir; dolayısı ile başına gelen her gün herkesin başına gelenden çok farklı değildir. Ancak o nedense bunlara; olmaması gereken olmuş, gelmemesi gereken gelmiş gibi yaparak garip bir mantıkla yaklaşır, bunu hayretle, tuhaf bir garipseme ile, şaşkınlıkla, korku ve kaygı ile karşılar. İnsan bildiği ve beklediği şey başına gelince niçin sanki beklemediği şey gelmiş gibi yaparak hayretle karşılar ki! Üstelik de yaşayacağı bin bir çeşit sonucun bu beklenti biçiminden etkilendiğini iyi bildiği halde! (Beklediğimiz bir şeyin başıma gelmesi ile beklemediğimiz şeylerin başımıza gelmesinin yaşatacakları bir ve aynı olmaz haliyle)
“Yalan söyleme oğlum, çok ayıp” der. Bununla yetinmez, yalanın psikolojik bir problem değil; olsa olsa ahlaki – gelişimsel – eğitimsel bir sorun olduğunu düşünmez. Tutar kolundan çocuğu, psikologa dahi götürür. Sanki arkadaşından gelen telefonda eşine adeta tutuşarak, “Evde yok de, evde yok…” diyen, çocuğunun gözünün içine baka baka yalan söyleyen kendisi değilmiş gibi. Yalanı her gün öğretir, sonra da “niye öğrendin” yavrum der, bunu garipser. Öğrettiğini öğrendi diye kendisini değil de çocuğunu suçlar. Kendisine değil de evladına çeker, sorunluymuş muamelesini!
Saatlerdir önünde kibarlıktan kırıldığı, ilginin, ikramın bininin bir paraya gittiği hoş sohbet ortamı bitirir bitirmez, yani misafir daha kapıdan çıkar çıkmaz başlar ardından dedikodusuna, gıybetine. Sonra da tüm bu olanları bir film gibi izleyen çocuğundan dürüst, güvenilir, sözünün eri, kişilikli, tutarlı bir delikanlı olmasını bekler.
Dürüst olunca, itiraf edince, açıkça ortaya koyunca kişileri söylediğine bin pişman eder. Sonra da “insan dürüst olmalı, yalan söylememeli, açık olmalı” der.
Bir yakışıklı arkadaşlık teklif etse bunu en fazla nazikçe, kibarca reddeder. “Normal bir şey bu, hoşlanmış bak, medenice gelmiş söylemiş” der. Aynı teklifi beğenmediği birisi yapsa, “Geri zekalı, utanmıyorsun değil mi, ayıp değil mi bu, senin kız kardeşin yok mu ha…” diye karşılar.
Müşterisinin bütün afra ve tafralarına, “Müşteri her halükarda haklıdır, müşteri velinimettir” diyerek saygıyla karşılık verir. Adeta hoş görüden erir, tüketir kendisini. Sıra eve, eşine, çocuklarına, canının parçalarına gelince birden molozlaşır, “Biz de insanız abi, ne yapalım, bazen dayanamıyor insan” diyerek kabalığını, saygısızlığını, hoyratlığını, hatta şiddetini meşru göstermeye çalışır. Nedense dışarıda melektir ama sadece evde insandır! Çünkü eşi, çocuğu velinimeti değildir ki! Bakmayın siz, bunların dükkanındaki üç – beş kuruşluk kazancı kadar bile değeri yoktur ki gözünde. Sorsanız onlar için canını vereceğini söyler halbuki. Kimsenin bu kişilerden canını istediği yoktur oysa. Gönlünü, insanlığını, birazcık ilgisini vermesi kafidir ama onlar bunu bile esirgerler. (Ben bu kişilerden ziyade onların ilgisini arayan, önemseyen kişileri yadırgarım daha çok. Böylelerinin ilgisi olsa ne olur olmasa ne! Ben olsam bu tip kişilerden göreceğim alakayı “ilgi” değil; “hakaret” görürdüm; gösterse bile istemez, verse dahi almazdım, kabul etmezdim)
Hayatında eline bir kez olsun kitap almaz; çocuğundan saatlerce dersin, kitabın başından kalkmamasını öğütler. Öğütlemekle de kalmaz, bir de oturur bunu bekler. Yani, “Özrü kabahatinden büyük” derler ya, aynen onun gibi.
Kızı sevdiğine kaçar, buna “namus davası” der, cinayete soyunur; oğlu başkasının kızını kaçırsa içten içe çaktırmadan gurur duyar, bu eylemi düğün dernekle mükafatlandırmaya kalkar. (Tabiî ki karşı taraf kabul ederse, razı olursa!)
Biri kendisine rağmen kendi aklını / niyetini okusa, “Sen aslında şunu söylemek istedin” falan dese bundan deliye döner, çıldırır; ama kendisi pervasızca başkalarının beyninden geçeni okumaya kalkar. Üstelik de muhatabı, “Vallahi de öyle değil” dese, aksi için yeminler bile etse o buna değil, kendi zihnindeki faraziyeye, yoruma inanır.
Kendisi ancak ilkokulu bitirmiştir ancak lise bitiren çocuğuna üniversiteye gidemedi diye kızar, onu sürekli horlar, ayıplar, durur. Bu çelişkili tutumu hatırlatılacak olsa kendisini haklı çıkaracak bahaneleri mutlaka bulunur. Ama çocuğunun hiçbir bahaneye hakkı yoktur, olmamalıdır da. Bahane denilen şey sadece kendisi için geçerlidir. Çünkü kendince o dünyanın adeta merkezidir.
Trafikte kimseye kolay kolay yol vermez, sabır göstermez, en ufak bir anlayış kırıntısı taşımaz. Ektiğini biçtiğinde, yani aynı yoz davranışlara muhatap olduğunda ise kabalıktan, sabalıktan, saygısızlıktan dem vurur durur. Eylemine bakmaz, sadece ağzından çıkana, ne konuştuğuna bakar. Doğru konuşuyorsa, hataları eleştiriyorsa bu kendisinin doğru bir insan, makbul bir adam olduğuna yeteri kadar delildir kendince. Oysa bilmez ki, “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.”
Kısa sürede zengin olmayı çaktırmadan taltif eder; mesela, “Köşeyi döndü, aklını kullandı, uyanık biri” diyerek över. Sonra da bu köşenin uçlarından birisi bir yerine battığında, mesela ülkesi soyulduğunda vs kalkar buna feryat figan etmeye kalkışır. Aslında bu feryadı samimi ve duyarlı bir yurttaş olmasından ziyade kendisini rahatlatmaya, hazır fırsatı yakalamışken kötüye bakıp iyi adam olduğunu hissetmeye dönük bir savunma mekanizmasının ürünüdür.
Savunduğu parti ya da grup (mezhep, cemaat, parti, görüş, topluluk vs) yanlış yapınca bu çok önemli olmaz; niyetine bakar. Bu durumda önemli olan sadece niyettir. Herkes hata yapabilir, yeter ki niyetler halis olmalıdır. "Ameller niyetlere göredir" çünkü. Ancak karşı olduğu görüş hata yapsa niyet değil o şeyin bizzat yapılmış olmasıdır önemli olan. Niyet gerçeği değiştirmez, hata hatadır ne de olsa! Niyetin iyi olması çıkan gözü geri getirmez ki. Gerçekler değildir önemli olan. Sahip olunan görüş yahut felsefe her ne ise doğru ona göre eğilir bükülür; bunun için gerekli olan akıl, mantık, söz, kıssa, benzetme ve deyim mutlaka aranır ve bulunur.
Doksan dakikada tam üç top direkten döner, derken şans yaver gitmez ve takım yenilir. “Hocaya istifa” çığlıkları yükselir. Hoca taktiği vermiş, bu taktik o topu kalenin direğine kadar götürmüştür oysa. Hem de üç kere… İçeri sokamayan hoca değil futbolcudur halbuki ancak bu, hücrelere işleyen çelişkiyi görmeye yetmez. Tek sorunlu, hocadır. Yahut tribünde maçı izleyen yönetici…
Söz konusu kendisi olduğunda yaptığı ibadeti, başkası olunca ise onun yapmadığını ya da işlediği günahı önemser. “O yalancı” der, ama “ben de dedikoducuyum” demez hiçbir zaman. Dedikoduyu kendisi yapıyordur, yalanı ise kendisi değil belki ama karşısındaki söylüyordur çünkü.
Başkasına takma der, kendisi takar.
Başkasına yapma der, kendisi yapar. Hem de alasını.
Sonra da, sadece çelişki odaklı (başka mevzuları saymıyorum bile) bunca dikenin arasından gül toplamayı, yani mutluluk hasat etmeyi bekler.
Gül hasat etmek sadece gül ekmeye bağlı değildir. Güneşe, sıcaklığa, mevsime, tarlaya, toprağa, suya, işçiliğe, çapaya, hasılı pek çok şeye bağlıdır. Çünkü şu yaşamda bir şey her şeyle ilgilidir, ilişkilidir.
"Öylesine" yaşadığınız sürece istediğiniz kadar "böylesine" düşünün; öyle değil de böyle yapın; bundan arzu edilen sonuç çıkmaz.
O halde mutlu bir hayat için olup biten her şeye sadece pozitif bakmak, sürekli olumlu yahut gerçekçi düşünmek yetmez. Nasıl yaşadığınız, nelere sahip olduğunuz ya da olmadığınız da çok önemlidir!
Oturduğunuz yerden istediğiniz kadar olta atın, ağ kurun. Maksat balık tutmaksa bunlar yetmez.
Unutmayın:
"Akdeniz havzasında karadeniz hamsisi avlanmaz" ( İ.G.)
Psk. İzzet Güllü
Fatih Ürek’i yerer ama Zeki Müren’i başına taç eder. Anlaşılması çok güçtür: Fatih Ürek’in kabahati Fatih Ürek oluşu mudur yoksa Zeki Müren olamayışı mı!
Kanser hastasına acır. Engelliye şefkat gösterir ama sıra psikoloji hastasına gelince onu yalan yanlış bir şekilde “deli” diye etiketler, öyle görmek ister. Hatta daha da ileriye giderek, haddini bile aşarak ayıplamaya, yadırgamaya kalkışır. Nedense deliliği bir türlü hazmedemez bünyesi. Ona da bir çeşit hastalık gözüyle bakamaz, dolayısı ile de gerekli şefkatle ve kabullenmeyle yaklaşamaz. Belki de bu tutumunun bilinçaltı nedeni, Freud’un da dediği gibi, “Her ruhta bir parça deliliğin olmasıdır”, kim bilir!
Sorulduğunda, “Mutlu olmak istiyorum” der ama adeta mutsuz olmak için çırpınır durur. O yüzden de bulduğunda hiçbir işine yaramayacağını, ancak mutsuzluğunu artıracağını çok iyi bildiği halde eşinde, dostunda, evladında ha bire eksiklik, kusur, yanlış arar durur. Hadi diyelim aradın, sonunda da buldun! Hayırlı uğurlu olsun! Ne yapacaksın şimdi, bak elinde tüm kusurlar, ne işine yarayacak?
Şu yaşamda onlarca çeşit dert, tasa, sıkıntı ve sorun olduğunu, bunları kiminin dün yaşadığını, kiminin bugün yaşıyor olduğunu, kiminin de yarın yaşayacağını çok iyi bildiği halde kendi başına gelince bunu nedense bir sürprizmiş gibi yaparak yadırgar, şaşkınlıkla karşılar. Oysa bu her gün bildiği, gördüğü, duyduğu şeydir; dolayısı ile başına gelen her gün herkesin başına gelenden çok farklı değildir. Ancak o nedense bunlara; olmaması gereken olmuş, gelmemesi gereken gelmiş gibi yaparak garip bir mantıkla yaklaşır, bunu hayretle, tuhaf bir garipseme ile, şaşkınlıkla, korku ve kaygı ile karşılar. İnsan bildiği ve beklediği şey başına gelince niçin sanki beklemediği şey gelmiş gibi yaparak hayretle karşılar ki! Üstelik de yaşayacağı bin bir çeşit sonucun bu beklenti biçiminden etkilendiğini iyi bildiği halde! (Beklediğimiz bir şeyin başıma gelmesi ile beklemediğimiz şeylerin başımıza gelmesinin yaşatacakları bir ve aynı olmaz haliyle)
“Yalan söyleme oğlum, çok ayıp” der. Bununla yetinmez, yalanın psikolojik bir problem değil; olsa olsa ahlaki – gelişimsel – eğitimsel bir sorun olduğunu düşünmez. Tutar kolundan çocuğu, psikologa dahi götürür. Sanki arkadaşından gelen telefonda eşine adeta tutuşarak, “Evde yok de, evde yok…” diyen, çocuğunun gözünün içine baka baka yalan söyleyen kendisi değilmiş gibi. Yalanı her gün öğretir, sonra da “niye öğrendin” yavrum der, bunu garipser. Öğrettiğini öğrendi diye kendisini değil de çocuğunu suçlar. Kendisine değil de evladına çeker, sorunluymuş muamelesini!
Saatlerdir önünde kibarlıktan kırıldığı, ilginin, ikramın bininin bir paraya gittiği hoş sohbet ortamı bitirir bitirmez, yani misafir daha kapıdan çıkar çıkmaz başlar ardından dedikodusuna, gıybetine. Sonra da tüm bu olanları bir film gibi izleyen çocuğundan dürüst, güvenilir, sözünün eri, kişilikli, tutarlı bir delikanlı olmasını bekler.
Dürüst olunca, itiraf edince, açıkça ortaya koyunca kişileri söylediğine bin pişman eder. Sonra da “insan dürüst olmalı, yalan söylememeli, açık olmalı” der.
Bir yakışıklı arkadaşlık teklif etse bunu en fazla nazikçe, kibarca reddeder. “Normal bir şey bu, hoşlanmış bak, medenice gelmiş söylemiş” der. Aynı teklifi beğenmediği birisi yapsa, “Geri zekalı, utanmıyorsun değil mi, ayıp değil mi bu, senin kız kardeşin yok mu ha…” diye karşılar.
Müşterisinin bütün afra ve tafralarına, “Müşteri her halükarda haklıdır, müşteri velinimettir” diyerek saygıyla karşılık verir. Adeta hoş görüden erir, tüketir kendisini. Sıra eve, eşine, çocuklarına, canının parçalarına gelince birden molozlaşır, “Biz de insanız abi, ne yapalım, bazen dayanamıyor insan” diyerek kabalığını, saygısızlığını, hoyratlığını, hatta şiddetini meşru göstermeye çalışır. Nedense dışarıda melektir ama sadece evde insandır! Çünkü eşi, çocuğu velinimeti değildir ki! Bakmayın siz, bunların dükkanındaki üç – beş kuruşluk kazancı kadar bile değeri yoktur ki gözünde. Sorsanız onlar için canını vereceğini söyler halbuki. Kimsenin bu kişilerden canını istediği yoktur oysa. Gönlünü, insanlığını, birazcık ilgisini vermesi kafidir ama onlar bunu bile esirgerler. (Ben bu kişilerden ziyade onların ilgisini arayan, önemseyen kişileri yadırgarım daha çok. Böylelerinin ilgisi olsa ne olur olmasa ne! Ben olsam bu tip kişilerden göreceğim alakayı “ilgi” değil; “hakaret” görürdüm; gösterse bile istemez, verse dahi almazdım, kabul etmezdim)
Hayatında eline bir kez olsun kitap almaz; çocuğundan saatlerce dersin, kitabın başından kalkmamasını öğütler. Öğütlemekle de kalmaz, bir de oturur bunu bekler. Yani, “Özrü kabahatinden büyük” derler ya, aynen onun gibi.
Kızı sevdiğine kaçar, buna “namus davası” der, cinayete soyunur; oğlu başkasının kızını kaçırsa içten içe çaktırmadan gurur duyar, bu eylemi düğün dernekle mükafatlandırmaya kalkar. (Tabiî ki karşı taraf kabul ederse, razı olursa!)
Biri kendisine rağmen kendi aklını / niyetini okusa, “Sen aslında şunu söylemek istedin” falan dese bundan deliye döner, çıldırır; ama kendisi pervasızca başkalarının beyninden geçeni okumaya kalkar. Üstelik de muhatabı, “Vallahi de öyle değil” dese, aksi için yeminler bile etse o buna değil, kendi zihnindeki faraziyeye, yoruma inanır.
Kendisi ancak ilkokulu bitirmiştir ancak lise bitiren çocuğuna üniversiteye gidemedi diye kızar, onu sürekli horlar, ayıplar, durur. Bu çelişkili tutumu hatırlatılacak olsa kendisini haklı çıkaracak bahaneleri mutlaka bulunur. Ama çocuğunun hiçbir bahaneye hakkı yoktur, olmamalıdır da. Bahane denilen şey sadece kendisi için geçerlidir. Çünkü kendince o dünyanın adeta merkezidir.
Trafikte kimseye kolay kolay yol vermez, sabır göstermez, en ufak bir anlayış kırıntısı taşımaz. Ektiğini biçtiğinde, yani aynı yoz davranışlara muhatap olduğunda ise kabalıktan, sabalıktan, saygısızlıktan dem vurur durur. Eylemine bakmaz, sadece ağzından çıkana, ne konuştuğuna bakar. Doğru konuşuyorsa, hataları eleştiriyorsa bu kendisinin doğru bir insan, makbul bir adam olduğuna yeteri kadar delildir kendince. Oysa bilmez ki, “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.”
Kısa sürede zengin olmayı çaktırmadan taltif eder; mesela, “Köşeyi döndü, aklını kullandı, uyanık biri” diyerek över. Sonra da bu köşenin uçlarından birisi bir yerine battığında, mesela ülkesi soyulduğunda vs kalkar buna feryat figan etmeye kalkışır. Aslında bu feryadı samimi ve duyarlı bir yurttaş olmasından ziyade kendisini rahatlatmaya, hazır fırsatı yakalamışken kötüye bakıp iyi adam olduğunu hissetmeye dönük bir savunma mekanizmasının ürünüdür.
Savunduğu parti ya da grup (mezhep, cemaat, parti, görüş, topluluk vs) yanlış yapınca bu çok önemli olmaz; niyetine bakar. Bu durumda önemli olan sadece niyettir. Herkes hata yapabilir, yeter ki niyetler halis olmalıdır. "Ameller niyetlere göredir" çünkü. Ancak karşı olduğu görüş hata yapsa niyet değil o şeyin bizzat yapılmış olmasıdır önemli olan. Niyet gerçeği değiştirmez, hata hatadır ne de olsa! Niyetin iyi olması çıkan gözü geri getirmez ki. Gerçekler değildir önemli olan. Sahip olunan görüş yahut felsefe her ne ise doğru ona göre eğilir bükülür; bunun için gerekli olan akıl, mantık, söz, kıssa, benzetme ve deyim mutlaka aranır ve bulunur.
Doksan dakikada tam üç top direkten döner, derken şans yaver gitmez ve takım yenilir. “Hocaya istifa” çığlıkları yükselir. Hoca taktiği vermiş, bu taktik o topu kalenin direğine kadar götürmüştür oysa. Hem de üç kere… İçeri sokamayan hoca değil futbolcudur halbuki ancak bu, hücrelere işleyen çelişkiyi görmeye yetmez. Tek sorunlu, hocadır. Yahut tribünde maçı izleyen yönetici…
Söz konusu kendisi olduğunda yaptığı ibadeti, başkası olunca ise onun yapmadığını ya da işlediği günahı önemser. “O yalancı” der, ama “ben de dedikoducuyum” demez hiçbir zaman. Dedikoduyu kendisi yapıyordur, yalanı ise kendisi değil belki ama karşısındaki söylüyordur çünkü.
Başkasına takma der, kendisi takar.
Başkasına yapma der, kendisi yapar. Hem de alasını.
Sonra da, sadece çelişki odaklı (başka mevzuları saymıyorum bile) bunca dikenin arasından gül toplamayı, yani mutluluk hasat etmeyi bekler.
Gül hasat etmek sadece gül ekmeye bağlı değildir. Güneşe, sıcaklığa, mevsime, tarlaya, toprağa, suya, işçiliğe, çapaya, hasılı pek çok şeye bağlıdır. Çünkü şu yaşamda bir şey her şeyle ilgilidir, ilişkilidir.
"Öylesine" yaşadığınız sürece istediğiniz kadar "böylesine" düşünün; öyle değil de böyle yapın; bundan arzu edilen sonuç çıkmaz.
O halde mutlu bir hayat için olup biten her şeye sadece pozitif bakmak, sürekli olumlu yahut gerçekçi düşünmek yetmez. Nasıl yaşadığınız, nelere sahip olduğunuz ya da olmadığınız da çok önemlidir!
Oturduğunuz yerden istediğiniz kadar olta atın, ağ kurun. Maksat balık tutmaksa bunlar yetmez.
Unutmayın:
"Akdeniz havzasında karadeniz hamsisi avlanmaz" ( İ.G.)
Psk. İzzet Güllü
Yazan
|
Bu makaleden alıntı yapmak
için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir: "Mutluluk Yolunda Aşılması Güç Bir Engel Daha: Kişisel Çelişkilerimiz" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Psk.İzzet GÜLLÜ'e aittir ve makale, yazarı tarafından TavsiyeEdiyorum.com (http://www.tavsiyeediyorum.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır. Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak Psk.İzzet GÜLLÜ'nün izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz. |
9 Beğeni
Yazan Uzman
|
Sitemizde yer alan döküman ve yazılar uzman üyelerimiz tarafından hazırlanmış ve pek çoğu bilimsel düzeyde yapılmış çalışmalar olduğundan güvenilir mahiyette eserlerdir. Bununla birlikte TavsiyeEdiyorum.com sitesi ve çalışma sahipleri, yazıların içerdiği bilgilerin güvenilirliği veya güncelliği konusunda hukuki bir güvence vermezler. Sitemizde yayınlanan yazılar bilgi amaçlı kaleme alınmış ve profesyonellere yönelik olarak
hazırlanmıştır. Site ziyaretçilerimizin o meslekle ilgili bir uzmanla görüşmeden, yazı içindeki bilgileri kendi başlarına kullanmamaları gerekmektedir. Yazıların telif hakkı tamamen yazarlarına aittir, eserler sahiplerinin muvaffakatı olmadan hiçbir suretle çoğaltılamaz, başka bir
yerde kullanılamaz, kopyala yapıştır yöntemiyle başka mecralara aktarılamaz. Sitemizde yer alan herhangi bir yazı başkasına ait telif haklarını ihlal ediyor, intihal içeriyor veya yazarın mensubu bulunduğu mesleğin meslek için etik kurallarına aykırılıklar taşıyorsa, yazının kaldırılabilmesi için site yönetimimize bilgi verilmelidir.