2007'den Bugüne 92,313 Tavsiye, 28,222 Uzman ve 19,980 Bilimsel Makale
Site İçi Arama
Yeni Tavsiye Ekleyin!



"Biz Bilinci" ile İletişim
MAKALE #12797 © Yazan Uzm.Psk.Bilge ÇAPOĞLU | Yayın Haziran 2014 | 5,678 Okuyucu
AYRILIKTAN BİRLİĞE

“Karşıdakini bir ‘özne’ olarak gören bireyin kendisi de bir ‘özne’ oluyor.”
Everett Shostrom

‘Birlik bilinci’ ile ‘biz bilinci’ kavramlarını genellikle aynı anlamda kullanıyorum. Ne var ki, birlik bilinci kavramı, daha genel, daha kuşatıcı bir kavramdır. ‘Biz’ kavramı, siz ve ötekileri de çağrıştırabilir. Ama ‘birlik’ kavramı, bir üst kavram olarak her şeyi içine alır, hiçbir şeyi dışarıda bırakmaz.

Canlı ve cansız varlıklar arasında da büyük bir birlik, bütünlük olduğuna göre, canlı, cansız bütün varlıklar için de ‘biz’ kavramını kullananlar vardır: Biz insanlar, biz kuşlar, biz taşlar, biz ağaçlar...gibi. Ancak evrende sonsuz bir zenginlik ve çeşitlilik olduğundan, farklı varlıkları, farklı adlarla adlandırıp çağırmak zorundayız. Öyle de olsa, adları ve işlevleri ne olursa olsun, bütün canlı ve cansız varlıklar kendi özgül işlevleriyle aynı amaca hizmet etmektedir: Evrensel birlik ve dayanışmaya.

Farklı işlevler, işbölümünün bir gereğidir. Ama işbölümü bile, tam bir işbirliğine, büyük evrensel yarara hizmet etmektedir. Bu anlamda her varlık, evrensel birliğin bir üyesidir. Büyük kozmik birliğin onurlu üyesi.

İşte bu anlamda sadece ‘biz’ vardır; ötekiler yoktur. Süleymaniye Camii’nde yer alan her taş, her mermer, her ahşap, caminin temelinde de, kubbe ve minaresinde de yer alsa, Süleymaniye’dir. Bütünü oluşturan her parça, parça olarak farklı değer taşısa da, bütüne katılıp bütün olduktan sonra, aynı değeri kazanır. Bu, parçanın bütünlük değeri kazanmasıdır. Çünkü birlik bilinci açısından bütünü oluşturan her şey, aynı eşit değere sahiptir.

Birlik Düşüncesinin Doğuşu ve Gelişmesi

İnsanlık tarihi boyunca, dünyada birlik düşüncesini ülkü edinen dinî, siyasî sistem ve ideolojiler hep olagelmiştir. Ne var ki, bu ideal, sınırlı sayıda insan ya da gruplar dışında kitlesel boyutta yaygın bir uygulama zeminine taşınamamıştır. Ama bugün içinde bulunduğumuz bilgi ve iletişim çağında, bu büyük düşü gerçekleştirebilmenin umutlarını yeniden beslememiz için daha çok nedenimiz vardır.

Bugün insan bilimleri, insanlığın bir büyük yarası olan ayrılık sapmalarının nedenlerine daha çok ışık tutuyor. İnsanın ayrılığa yol açan ruhundaki derin yaraların oluşum mekanizmaları inceleniyor, yeni yeni terapi yöntemleri keşfedilip geliştiriliyor.
Ne var ki, insan zihninin eski derin yaralarını iyileştirmenin etkin yöntemleri keşfedilmiş olsa da, şu an adil olmaktan çok uzak olan mevcut dünya koşulları, birey ve toplumların sürekli eski yaralarını kanatmakla kalmıyor, onların ruhlarında yeni yeni yaralar açmaya da devem ediyor.

Bugün insanlık, haksızlıkları önlemek için bile, daha büyük haksızlıklar yapmaktan geri durmuyor. Şiddeti şiddetle, gücü güçle bastırma, bertaraf etmek gibi acımasız yöntemlere başvurmakta bir sakınca görmüyor. Bu, insanlığın önemli bir kesiminin, hâlâ ayrılık bilincinin neden olduğu derin yara ve acılardan yeterince bir ders almadığını gösteriyor.

Dünyadaki siyasal ve ekonomik sistemler, haksızlıklar üretmeye ve can yakmaya devam ettiği sürece, toplum olarak hep düşleyip durduğumuz o büyük birlik idealini yakın bir gelecekte gerçekleştirmek mümkün olmayabilir; ama en azından tek tek bireyler olarak, bu düşü gerçeğe dönüştürmenin yol, yöntem ve imkanlarının önümüzde durduğunu biliyoruz.

Bir birey olarak benim, dünyayı, insanlığın büyük düşü olan ‘birlik bilinci’nin yoluna yönlendirmeye gücüm yetmeyebilir. Ama benim bir birey olarak o yola, her koşulda girmeye, şu an ve her zaman gücüm vardır. Birey olarak kendimi değiştirmek için atacağım her adım, o büyük düşe doğru da atılmış bir adım olacaktır. Aslında bu adım, benim için de, dünya için de küçük değil, büyük bir adım olacaktır. Çünkü her büyük hedefe adım adım yaklaşılır.

Birliğin Evrensel İzleri

Yaşam bir birlik bilinci, biz bilinci projesidir. Yaşamı, birlikte var etme projesi.
Neden hayvan ya da insan yavrusu, yalnız tek cinsin değil de, her iki cinsin eseridir? Burada doğanın bize vermek istediği mesaj açıktır:
“Varlığınızı, iki ayrı cinsin yakınlaşması ve tam bir işbirliği içine girmesiyle gerçekleştirdiğiniz gibi, varoluşunuzu da, ancak kendi aranızda kuracağınız güzel bir ilişki, etkin bir işbirliğiyle gerçekleştirebilirsiniz. Dünyaya tek başınıza gelemediğiniz gibi, tek başınıza da var olamazsınız.”
Bir, ikiden doğar. Bir, tekrar ikinci ile temas ve işbirliği ile kendisi gibi yeni yeni yaşamlara kaynak olur.
Yaşamın yasası/parolası şudur: “Birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için.”. Evrendeki birlik ilişkisinin derecesini A. Eddington’un şu sözü çok güzel ortaya koyuyor: “Elektron titreştiğinde evren sallanır.”
Maslow, doruk deneyim yaşayan insanların, bu deneyimleri yaşadıkları anlarda hissettikleri şeyin, yaşamla barışma olduğunu söyler. “Onlar kendilerini dünya ile birleşmiş hissederler. Ona dışardan bakma yerine, ona sahip olduklarını duyumsarlar.”
“Böyle bir deneyim yaşayanlardan biri de şöyle diyor: “Kendimi yetim gibi değil, bir ailenin üyesi olarak hissettim.” (Akt: Chopra, 1994, s.164)
Daha önce dinlerin, önemle üzerinde durduğu birlik ilkesi, Einstein gibi, bilim adamları tarafından fizikte ‘birleşik alan’ adıyla, yeniden ortaya konmuş, böylece yaradılışın temel güçleri teke indirilmiştir. Fizikçilerin kullandığı anlamda “birleşmek”, tümüyle farklı gözüken iki şeyin daha derindeki bir doğa düzeyinde birbirine dönüşmesi anlamına gelir. (Chopra, 1994, s.177)
Doğu mistisizminin özel bir gelişme tekniği olan ‘yoga’ da birlik anlamına gelmektedir. Dünyanın dört büyük dininden biri olan Müslümanlık da kendini doğrudan tevhid /birlik dini diye isimlendirmiştir.
Deepak Chopra şöyle diyor: “Büyük yaşam ustaları olan bilge kişiler, bilinç alanında, fizik evrendekine benzer ‘birleşik alan’ olarak dördüncü bilinç durumunu deneyimlemişlerdi. Bu dördüncü durum, uyanıklık, uyku ve düş gibi olağan bilinç durumlarından farklı olarak her yerde varolan bir bilinç durumuydu. Ne var ki olağan üç bilinç durumu onu perdelemektedir. Bu bilgeler, varoluşu teorik değil, deneysel olarak en saf biçimiyle deneyimlemişlerdir.”
O, şöyle devam ediyor sözlerine:
“Nasıl insan bedeni varsa, kozmik bir beden de vardır. Nasıl insan zihni varsa, kozmik bir zihin de vardır”(1994, s.201).
Sir James Jeans ise şöyle diyor: “Uzay ve zamanın ötesindeki daha derin bir gerçeklikte hepimiz tek bir bedenin organları olabiliriz.”
Her yerde birliğin izlerini görmek mümkün. Fizik evrende olduğu kadar, bitki ve canlılar evreninde de, birlik yasaları kendini gösteriyor. İnsanlık dünyası, bunun dışında kalamaz. Ama ne yazık ki insanlık, ‘Birlik İlkesi’ni hala bireysel ve toplumsal yaşamına kazandırma iradesinin çok uzağındadır. Ama o, doğal yasalara karşı durdukça da, birlik duygusunun o derin hazzını, başka hiçbir yer ve hiçbir şeyde asla tadamayacaktır.
Duyusal Hazlarımız ve Kurallar
“Vicdan, içimizin sesidir. Bu anlamda kendi özümüzün, bize karşı bir tepkisi, bir yönelişi, gerçeğimizin bize seslenişidir. Bize olmamız gerektiği gibi olmamız için uyarıda bulunur sürekli. Üretici olmamızı, özümüzü geliştirmemizi, içsel bütünselliğimize ulaşmamızı ve bütün evrenle bir uyum içine girmemizi ister bizden. O bütünselliğimizin bir bekçisi gibidir.” (Fromm, 1994, s.35)
Vicdan daha çok duygulardan oluşur. İçimizde büyük bir zenginlik ve çeşitlilik sağlayan pek çok duygu var. Bunları eğitip uyumlu bir bütünlüğe kavuşturmadan, iç birliğimizi sağlayamayız. Hem zihinsel, hem de duygusal sağlığımız olmadan da, olgun, bütün, tam bir insan olamayız. Ancak kendi kendine yeten, bütünselliğinin gücüne ulaşan kişi, hem dışındaki fizik evrenle, hem de kendi hemcinsleriyle doyumlu, verimli ve etkin bir ilişki kurabilir.
Krishnamurti şöyle diyor:“Ancak bütünlük duygusuna sahip olduğumuzda evrenle ilişkide olabiliriz.” (1999,s.119) Ne var ki, bütünlük duygusunu kazanmanın yolu, bireysel bağımsızlığımızı kazanmaktan geçiyor. Ama bu bağımsızlık, doğaya karşı bir bağımsızlık kazanma anlamına gelmiyor, yalnız birbirimize karşı bağımsızlık kazanma anlamına geliyor. Çünkü doğal yasalarla kendi aramızda bir sorun çıkmıyor; ama birbirimizi birbirimizden korumak için koyduğumuz kurallarla kendi aramızda çok ciddi sorunlar çıkıyor. Bunun nedeni şudur:
Biz toplumla duygularımızı, düşüncelerimizi paylaşabiliriz. Ama duyusal hazlarımızı paylaşamayız. Duyusal haz yüzünden birbirimizden ayrı oluşumuz, bizi bir haz paylaşımı çatışmasına götürebilir. İşte tam bu noktada kurallar devreye girer, aramızda arabuluculuk yaparak bizi uzlaştırır, bizim birbirimize karşı güç kullanmamızı önler. Ama aslında taraflar, bu uzlaşmadan tam memnun olmaz. Çünkü uzlaşmasız tamamına sahip olmak istediği bir şeyin uzlaşmayla sadece yarısına sahip olabilir. Ne var ki, öte yandan kurallar, bizden daha güçlü olanlara karşı, bu yarımı elimizde tutmanın garantisi olur.
Ne var ki yeterince gelişmemiş toplumlarda, eğitim yöntemlerimizden, hukuk, ahlak ilkelerimize kadar sosyal zorunluluklar olarak karşımıza çıkan kuralların çoğu, ya yanlıştır ya da yanlış uygulanmaktadır.(Yanlış kuralların büyük bir bölümü, yanlış bilgi ve bilgilendirmelerden kök almaktadır. Bu durum da, bize Hz. Ali’nin, ‘İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı’ sözünü hatırlatıyor.)
Bundan da önemlisi, kendi kişisel hesapları için kuralları bize karşı kullanmak isteyen insanlar yüzünden bizzat kurallar, bizim için ciddi bir sorun, hatta bir tehdit haline geliyor. Çünkü kurallara uymayanları toplum dışlayarak cezalandırabiliyor. O nedenle de biz, çoğunun yanlış olduğunu bile bile kurallara isteyerek değil, zorunlu olarak boyun eğmek zorunda kalıyoruz. Bu yönüyle kurallar, üzerimizde bir baskı oluşturarak bir korku üretme kaynağı haline geliyor. Böyle bir durumda da kurallar, bizim için birer esaret bağına dönüşmeye başlıyor.
Kuralların bu keyfî, bu baskıcı uygulaması, özellikle hassas, kırılgan insanlarda bir yığın korku ve kaygının ortaya çıkmasına yol açmakla kalmıyor, bizi daha çok birbirimizle karşı karşıya getirerek sosyal ortamı, her çeşit olumsuz duygu üreten sosyal bir bataklığa dönüştürüyor.
O halde biz, bu sosyal bağlar da denen çoğu yanlış bu yüzeysel, yapay, ikincil bağların tutsaklığa dönüşen uygulamalarından kurtulmadan, daha derin bir düzlemdeki birincil bağlara ulaşamaz, kendi bireysel bütünlük duygumuza kavuşamayız.
Ne zaman bu ikincil bağlarların tutsaklığından kurtulursak, işte o zaman daha derin bir düzlemde yeniden buluşabiliriz. Orada her çeşit duyusal hazdan çok daha büyük bir haz kaynağına ulaşabilir; geçici, çatışmalı, duyusal hazlarımızın bağımlılık yapan esaretinden özgürleşebiliriz. Bu da bizi, korku ve kaygıdan başka bir şey üretmeyen kurallarla değil, evrensel birlik duygundan doğan eşsiz, benzersiz bir hazla daha bir özgürce bağlar birbirimize. Ancak bu sayede biz, bizi birbirimize yabancılaştıran ikincil bağların kıskacından kurtulur, birincil evrensel bağların özgürleştirici kozmik birlik duygusuna kavuşabiliriz.
İşte yalnız evrenle bu düzeyde derin bir bağ ve ilişki kurabilen kişi, her şeyi merak etmeye, her şeye ilgi duymaya, her şeyi yeniden keşfetme arzusuyla dolup taşmaya başlar.
Her şeyi bir bütün olarak görebilme duygusu, bize gerçek bir varoluş farkındalığı kazandıran sarhoş eden bir duygudur. Bu bize, bizi kendimizden geçiren öylesine yüksek bir farkındalık sunar ki, böyle eşsiz bir deneyime, en yüksek duyusal hazlardan olan orgazm ve uyuşturucularla dahi asla ulaşamayız.
Uyuşturucu kullananlar, çok kısa süreliğine de olsa, büyük bir haz veren o bütünlük duygusunu yaşama uğruna, hiç düşünmeden, yüksek ölüm riskine bile meydan okuyabiliyorlar. Oysa büyük yaşam ustaları ve mistikler gibi doruk deneyim yaşayabilen insanların, bu birlik deneyimini zaman zaman ya da sürekli olarak yaşamaya her zaman şansları vardır.
‘Ayrılık bilinci’, ne kadar acı verici, ne kadar dayanılmaz ise, ‘birlik bilinci’ de o kadar haz ve mutluluk vericidir. İşte bu nedenle, daha çok ‘ayrılık bilinci’ mağdurları, hayatlarını acı veren ayrılık bilinciyle sürdürmektense, bu hazzı kısa bir süreliğine de olsa, uyuşturucularla yaşama uğruna, ölüm dahil her şeyi göze alabiliyor.
‘Birlik bilinci’ bizi, ‘ayrılık bilinci’nden ‘evrensel bilinc’e taşır. ‘Evrensel bilinc’i Bucke şöyle açıklıyor:
“Evrensel bilinç’ dikkatin genişlemesi ile bütün evrenin bir bütün olarak algılandığı bir bilinç düzeyidir.” (Maslow, 1996, s.93).
İşte bu bilinç düzeyinde yaşayan kişi, kendini, içinde yaşadığı evrenin kaderine terkedilmiş bir yabancısı değil, çok değerli bir konuğu olarak görür.
Demek ki; dışımızdaki dünyayı kendimize dost görmek de, düşman görmek de bir bilinç meselesidir.
İnsan, dünyayı dünya nasılsa öyle görmez, kendisi nasılsa öyle görür. Sizi eğer gerçeklerden çok hayaller ilgilendiriyorsa, o zaman dünya, yalnız sizi yansıtan kocaman bir aynaya dönüşür. Böyle bir insan da, çok doğal olarak sürekli dünyadan yakınır. Aslında onu överken de, yererken de, hep kendini anlatır. Genellikle şairlerin de yaptığı gibi...
Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.
Bakamam, aynada aynada vicdan;
Beni beklemeyin o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti!
(N. F. Kısakürek)

Hepimiz, aynı ayı, aynı güneşi, aynı gece ve gündüzü olan bir dünyayı paylaşıyoruz. Ama yaşadığımız kendi öznel dünyalarımız, çok farklı ışıklar, çok farklı renkler taşıyor.


Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş, ha olmamış penceremiz.
(C. Sıtkı Tarancı)
diyen şairimiz de,
Deli eder insanı bu dünya,
Bu gece, bu yıldızlar, bu koku
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç.
(Orhan Veli Kanık)
diyen şairimiz de haklı. Bütün şairler gibi, onlar da gerçek dünyanın değil, yalnız kendi öznel dünyalarının sözcülüğünü yapıyorlar çünkü.
Eğer kendi iç dünyamızda, tamamen özümüzden gelen bir ışık yoksa, dış dünyamızdaki hiçbir ışık, bizi kendi içsel karanlıklarımızdan kurtaramaz.
Toplam Davranış ve Değişim
Hepimiz, ortak nesnel dünyamız ve onun zor koşullarının tutsakları olduğumuzu düşünmekle hata ediyoruz. Biz nesnel dünyanın tutsağı değiliz. Ama her birimiz, sorumlusu olduğumuz kendi öznel dünyalarımızın tutsağıyız. Yani kendi yansıtmalarımızla yarattığımız dünyanın.
İşte tek değiştirmemiz gereken dünya, bu dünya. Tek başımıza değiştirmeye gücümüzün yeteceği tek dünya da bu dünya.
Herkes, başkalarını değiştirmeye çalışıyor, ama kimse kendini değiştirmeyi düşünmüyor. Değişim ise, önce düşüncelerde başlar, sonra da, duygulara sirayet eder. Duygularımız da fizyolojimizi tetikleyip harekete geçirir. Bu sürece ‘toplam davranış’ adı verilir. Her değişimi, daha doğru bir ifada ile her dönüşümü, ancak böyle bir toplam davranış gerçekleştirebilir.
“Davranış dört bileşenden meydana gelir: Düşünce, hissetme, fizyoloji ve eylem. Bu dört bileşenden sadece düşünce ve davranışlarımız üzerinde doğrudan bir kontrol gücüne sahibiz. Duygu ve fizyolojimiz de bunları izlemek zorunda.” (Glasser, 1999, s.95-96)
“O nedenle nezaket için birbirimize sorduğumuz “Nasılsınız?” sorusu yerine, “Önemli bir gelişme var mı?”, “Bugün ne yapmayı planlıyorsunuz?””(Glasser, 1999, s.101) sorularını sormak çok daha işlevseldir. Bu zihnimizi uyarır ve eyleme yönlendirir. Çünkü, toplam davranışın, yalnız ikisini biz belirleyebiliyoruz: Düşünme ve eylem. Bu ikisini seçerken diğer ikisini de dolaylı yoldan seçmiş oluyoruz. O halde değişmemek için geçerli hiçbir mazeretimiz kalmıyor ortada.
Ben düşünceyi de, eylemi de seçebilirim. Duygularım da bunları izler, izlemek zorunda. O zaman toplam davranışın içine iradeyi de katmak gerekir.
İrade nedir? Bir şeyi yapma ya da yapmama isteğidir. Yani insanın seçme yeteneği, seçme gücü. İradenin gücünü, bir şeyi yapma ya da yapmamayı, bir şeye tepki verip vermemeyi isteme derecesi belirler. Aynı kişinin değişik konularda gücü değişen bir iradeye sahip olmasının nedeni budur. Yani gözümüz, kulağımız gibi farklı işlevsel güçlerde olabilen bağımsız duyu organlarımız gibi, kişiliğimizden bağımsız bir irademiz yoktur. İrade, benlik değerlerimizin ortak gücü ya da bileşkesinden başka bir şey değildir.
‘İsteme’ derecelerimizi etkileyerek irademizin gücünü azaltan faktörler de vardır:
Dirençlerimiz, çatışmalarımız, korku ve kaygılarımız.
Bunlar, irademizi zayıflatan ya da etkisiz kılan frenlerimizdir. Eğer bilinçaltınız el freninizi çekmişse, çok isteseniz de, hiçbir şey yapamazsınız..
Olaylar karşısında bizim elimizi kolumuzu bağlayan, bizi adeta felç edip olduğumuz yerde donduran, bir yığın savunma mekanizmalarımız, öğrenilmiş çaresizlik duygumuz, komplekslerimiz var. Bunlar bizim irademizi zayıflatıp sakatlayan, onu etkisiz kılan içsel kalkanlarımızdır. Bunlar, yalnız her sağduyulu insandan beklenen sağduyulu davranışlarımızı engellemekle kalmaz, aynı zamanda bizi, bir sürü akıldışı seçim ve eylemlere de sürükleyebilir.
Bu nedenlerle, bir ömür boyu her çeşit insanlık dışı muamelesiyle karşılaşmış olmamıza rağmen, şiddet uygulayan alkolik ya da paranoyak bir eşe bir ömür boyu katlanabiliyor, ya da tam tersi, en küçük nedenlerle evliliklerimizi bozup yıkabiliyoruz.
Bu tür akıldışı seçimleriyle kendilerinden beklenen akılcı tutum ve davranışları bir türlü gösteremeyen insanlara kızmamız mı doğru olur, yoksa onları anlamaya çalışmamız mı?
Kimse bile bile kendine ya da başkalarına kötülük yapmaz. Her kötülüğün ardında ya bilgi sanılan bir bilgisizlik ya da bir yığın zihinsel sorun ya da bozukluk vardır.
Aslında kötü insan yoktur. Kötü olan kendimizi tanımamamız, o nedenle de, kendimizi yönetmede başarısızlığa uğramamızdır.
Bu başarısızlığımızın nedenlerini araştıracağımıza, birbirimizi bir takım ahlâki yaftalarla damgalayıp yargılamak da, sadece ahlâkı, ahlâksızlığa alet etme sorunu değil, bu sorun da dahil bütün bu saçmalıklar, ya kendi cehalet karanlığımızın ya da zihinsel sorunlarımızın bir sonucudur.
Hastalıktan sağlığa, tutsaklıktan özgürlüğe giden yol, kendimizi, yeteneklisi olduğumuz bütün insanî yönlerimizle yeniden ele almak ve kendi kaderimize yine kendimizin el koymasından geçiyor. İnsan olmanın sorumluluğu, bize insan olmanın bütün koşullarını yeniden keşfetmek gibi bir sorumluluk yüklüyor. Ne var ki bu, büyük bir aşk ve heyecan gerektirir. İşte tam özgür insan olmanın onurunu bize, böyle bir aşk ve heyecan kazandıracaktır. Bunu da, yalnız kendi içinde ‘yeniden olma’ ateşine, tam ‘kendi olma’ istek ve kararlılığına dönüştürebilenler hak edecektir.
Özü her ne ise, o almayı başaran, dalında o eşsiz bestesini icra eden her kuşun, baharda doğanın deseninde renk renk motif olmuş her çiçeğin, altımızda ilmek ilmek halı olmuş her yeşil otun, kendi olma onurunu kazanmış her bitki, her canlının tam olarak yaptığı budur.
Bizim de tam kendimiz olabilmemiz, asıl farklılığımızı tam bir cesaretle ortaya koyabilmemiz ise, önce bütün iç ve dış zincirlerimizi kırmamız, bütün iç ve dış koşullanma tutsaklıklarından kurtulmamızın bir yolunu bulmamız anlamına geliyor.Yani yeniden özümüze dönmek için bize ait olmayan benliğimizi değiştirmemiz gerekeceği anlamına.

Neden Değişmek İstemiyoruz?

Eğer yolcusu olduğunuz yolun, çok ileri bir etabına kadar gelmişseniz, o yolun yanlış olduğunu anlasanız bile, başka bir yola kolay kolay geçiş yapamazsınız. Her şeyden önce, benliğinizi korumaktan sorumlu olan güvenlik sisteminiz, buna karşı çıkar. Çünkü henüz hiç hazır olmadığınız başka bir yolun yolcusu olmanız istenmektedir sizden. Oysa her yol ne kadar farklı ise, bunun için gerekli maddî ya da psikolojik donanım da o kadar değişiktir. Bu nedenle her insanın geliştirdiği savunma ve güvenlik sistemi farklıdır. Bir karakterin ihtiyaç duyduğu güvenlik donanımını bir kişiye tam kazandırmadan, o kişiliği taşıyan kimselere “Kendini değiştir, başka bir karakter ya da kişilik kalıbına gir.” demek, o kişiyi çok tedirgin eder.

Önce, bir yandan taşıdığı karakterin aslında onun acı ve sorunlarının kaynağı olduğu ona anlatılırken, öte yandan da, edineceği yeni karakterin alt yapısı, kendisine yavaş yavaş kazandırılmalıdır. Edineceği yeni karakterinin, kendisi için eskisinden çok daha güvenli olacağı içgörüsüne kavuşturulmalıdır. Aksi halde eski karakterine eskisinden daha büyük bir dirençle sarılmasına yol açılabilir. Bir terapinin bazen yıllarca sürmesinin asıl nedeni, hep terapide yapılan bu temel stratejik yanlışlardır.

Karakter değişiminin temeli ise, bilinç değişimidir. Ne var ki, genellikle karakter ve bilinç değişimi, birlikte gerçekleşen ortak bir süreçtir. Terapide ancak bu iki yönlü değişim sayesinde ilerleme sağlanabilir.

2. Birlik Bilinciyle Kavramların Yeniden Yorumu

İnsanların bize göre yanlış düşüncelerini değiştirmeye çalışma yerine, gerçekten onlara yardımcı olmak istiyorsak, onlara bundan daha iyisini verme çabasını göstermeliyiz. Daha iyisi ise, düşüncelerini değiştirmek değil, düşüncelerinin üretildiği tezgahı, makineyi, sistemi değiştirmektir. Kısaca; düşünme, algılama, anlamlandırma, yorumlama sistemlerini değiştirme.

Bu da, insanı birlik bilinci açısından yeniden eğitme; özellikle onun zihnini, benlik ve karakterini aşama aşama yeniden inşa etme, yeni baştan oluşturma anlamına gelir.
Anlama, kavrama, algılama tarzı ya da tekniği, iletişimin de temelidir. Çünkü iletişimde en büyük sorunlar, buralarda çıkmaktadır. Telefon, bilgisayar gibi iletişim araçlarıyla iletişim sağlarken ortaya çıkan teknik sorunları hiç tartışmadan, derhal teknik elemanlara havale ediyoruz. Ama insanlararası iletişimde çıkan sorunlarda ise, aynı akılcı tavrı, ne yazık ki, gösteremiyoruz. Böyle durumlarda çoğunlukla sorunun ne tür bir sorun olduğunun farkında olmadığımız gibi, sorunu teknik bir sorun olarak görmediğimiz için de, onun çözümü için uygun bir çaba gösteremiyoruz. Örneğin akıllı bir insan arızalanan bir telefon ya da bilgisayara, çalışmıyor diye bağırıp çağırır, ya da kızıp küfreder mi?

Arızalı bir telefonun bize çıkardığı sorunla başa çıkmada zorlanmıyoruz. Çünkü onu teknik bir sorun olarak görüyor, o mantıkla yaklaşıyoruz. İnsanlar arasındaki ilişki ve iletişim sorunlarına da, her şeyden önce bir teknik sorun olarak bakabilirsek, aramızdaki her tür sorunu çözmede önemli mesafeler alabiliriz.
Anlamayan insan yoktur; onunla uygun dille konuşamayan, etkin iletişim kurma ustalık ve becerisi gösteremeyen insan vardır.
Buna en güzel örnek Helen Keler’dır. Kendisi kör, sağır, dilsiz olduğu halde, biri çıkıyor, onunla iletişim kurmanın bir yolunu keşfetmekle kalmıyor, onun başarılı bir yazar olmasını bile sağlayabiliyor.
Bundan çıkarmamız gereken ders şudur: Her şeyi başarmanın bir yolu vardır. Biri yapabiliyorsa, ben de yapabilirim.
Yeni Paradigma Oluşturma
Bizim bilincimizi bozan, onu birlik duygusundan uzaklaştıran şeylerin başında korkularımız geliyor. Korku ve savunmalarımızın etkileyip şekillendirdiği bir zihinsel sistemimiz var.
Evrensel birliği görebilecek, sezip fark edebilecek sağlıklı işleyen yeni bir zihin/algılama sistemine ihtiyacımız var.
Bulunduğu gezegende uzun tarihi boyunca rahat, huzur ve güven nedir bilmeden yaşayıp gelen insanın daha çok algılayıp deneyimlediği şey, hep dış korku ve tehditler olmuş, bunca olumsuz birikim, onun bütün DNA’larına sinmiş, yerleşmiş, böylece dış korku ve kaygılar insanın temel karakteri olmuştur.
Bütün iç ve dış sorunlarımızın nedeni, insanın bu sorunlu ve hasta zihinsel yapısıdır.
Şu ana kadar kullandığımız zihinsel sistemlerimiz, bizi hep birbirimizden ayırdı. Bizi birbirimize düşürüp, düşman etti. İşte hep bu bozuk zihinsel sistemimiz, dünyayı bizim için yaşanmaz yer haline getirdi.
Bizim zihin sistemimiz, sevgi ve güven üretmiyor, sürekli mutsuzluk ve sorun üretiyor. Bu hasta zihinsel sistemlerimizi on binlerce yıl boyunca hiç değiştirmeden kullanmadaki ısrarımızın bir anlamı, bir mantığı var mı?
Anonimleşmiş bir söz vardır: “Sürekli aynı şeyleri yaparsanız, hep aynı sonuçları alırsınız.” Einstein’ın dediği gibi hep aynı şeyleri düşünüp aynı şeyleri yapmak, ama farklı sonuçlar beklemek, en büyük deliliktir.
İnsanların yüzde doksan dokuzu ayrılık bilinci kullanıyor. Bunlardan “Ben mutluyum.” diyenine ise hiç rastlanmıyor. Bu bilinci taşıyan en iyi durumda olan çok küçük bir azınlık ise, sadece “Ben mutsuz değilim.” diyebiliyor.
Mevcut algı ve zihin sistemimiz, bizi asla mutlu edemez. Algılarımızı değiştirmek için, algılarımızın dokunduğu tezgahı değiştirmemiz gerekiyor. Yani dünya görüşümüzü belirleyen, kalıplayan, biçimleyen zihinsel model ve yaklaşımlarımızı yani paradigmalarımızı değiştirmemiz gerekiyor.
Her birimiz, aynı dünyayı, aynı olayları çok farklı görüyor, farklı yorumluyor, çok farklı anlamlandırıyoruz. Bu farklılıkları yaratan, bu farklılıklardan sorumlu olan, bizim farklı zihin ve kodlama sistemlerimizdir.
Gerçekte dünyanın kendisi bize belli bir anlam dikte ettirmiyor. Dünyayı iyi gösteren de, kötü gösteren de, bizim farklı bakış açılarımızdır. Koşullanmış zihinler tarafından belirlenen farklı bakış açılarımızı, biz sonradan öğrendik. O nedenle de onları yine yeni bir öğrenme ile değiştirebiliriz.
Her bakış açısı, aslında bir koşullanmadır. Ömrümüzün sonuna kadar, aynı koşullanmaların tutsağı olarak yaşamak, dünyaya hep aynı şeyleri gören gözlerle bakmak zorunda mıyız? Çoğunlukla baktığımız gözlükler, ana babalarımızın bize iyi niyetli bir hediyesi, ama gerçekte kötü bir mirasıdır. Hep aynı gözlükleri takmaya mahkum değiliz biz. Hatta gözlük bile takmak zorunda değiliz. Çıplak gözlerle bakabiliriz dünyaya, bu çok daha iyi olur. Hiçbir şeyle sınırlanmamış, hiçbir şeyle koşullanmamış olarak.
İşte memnun olmadığımız dünyayı tek değiştirecek olan şey, onu bize olduğu gibi gösterebilecek olan bir çift çıplak gözdür. Yeni şeyler gören gözler. Her yerden, her açıdan bakabilen, görebilen, özgür gözler. Alışılmışın dışına çıkarak bakan, alışılmışın dışına çıkarak bakmasını göze alabilen cesur gözler. Kralın çıplak olduğunu gören, fark eden gözler.
Aşağıda 3 tane resim görüyorsunuz.

Daha önce bu resimleri hiç görmemiş insanların yarısına A resmini, diğer yarısına da, C resmini göstersek, sonra da, bu iki resmin bir karışımından oluşan B resmini göstersek, sonuç ne olur? Önceden A’yı görenler, genç kızı görmekte güçlük çeker. Daha önce C’ye bakanlar ise, yaşlı kadını görmekte zorlanırlar. Çünkü, her iki grup insan da önceden koşullandırılmış, o nedenle algıları sınırlandırılıp daraltılmış, bakış açıları eski deneyimlerle belirlenmiştir.

Şekil D Şekil E Şekil F
Şimdi de D, E ve F şekillerini inceleyin; neler görüyorsunuz? Şekil D’de,şeklin ortasındaki öğenin ne olduğunu anlamaya çalışın.Yukarıdan aşağıya bakarsanız,13 rakamını; soldan sağa doğru bakarsanız, B harfini görebilirsiniz.
Şekil E’de, bir vazo ve birbirine bakan iki insan figürü; şekil F’de ise, bir kafatası ve kendini aynada seyreden bir kadın başı görebilirsiniz.
Bu resimlere bakıp birbirinden farklı şeyler görenler, kendi gördüklerinin mutlak doğru olduğunu savunmaya kalkışabilirler. Oysa her birinin bu resimleri algılama tarzı, daha önceki deneyimlerini yansıtmaktadır. Yani her birinin bakışı, kendi bireysel deneyimleriyle koşullandırılıp sınırlandırılmıştır. Bu nedenle herkes tam gerçeği değil, ancak kendi bireysel koşullanmalarının görüp algılamasına izin verdiği bir gerçeği görebilir.

Gerçekler, her zaman iç içe iki resmi içeren, yani iki elemanlı basit bir gerçeklikten ibaret değildir. Özellikle soyut gerçekler iki elemanlı değil, genellikle sınırsız elemanı içine alabilecek kadar karmaşık olabilir. Böyle durumlarda, hiç kimse tek başına, kendi sınırlı bakış açısı ile mutlak doğruyu göremez. Gördüğü sadece göreceli bir doğrudur.
Herkes, kendi açısından gördüğü farklı doğruya odaklanırsa, diğer doğrulara gözünü kapar, ya da onları inkar eder. Böyle bir bakış ise, birlik bilincini değil, ayrılık bilincini kullanan insanın bakışıdır. Oysa, birlik bilincini kullanan kişi, kendi penceresinden görünmese de, sezgi gücüyle diğer bütün açılardan bakanların gördüklerine de algısını açık tutabilir.

İşte çok açılı bakabilme, çok açıdan görebilme yetenek ve dürüstlüğünü bize yalnız birlik bilinci bahşeder. Ya da o çok açılı bakabilme yeteneği, yalnız bu bütüncü bakış demek olan birlik bilinciyle kazanılabilir. Bu bilinç sayesinde farklılıklar, bir bütünü tamamlayan parçalara dönüşür.

Nasıl dönüşür?

Benim gördüğüm ne kadar doğru ise, senin gördüğün de, onun gördüğü de, o kadar doğrudur. Ama tam ya da bütün demek olan hakikat, bunların toplamından oluşur. Bunları kendi bilincine, algısına katabilen insan için farklı doğrular, kendi içinde bir çelişki yaratmaz. Farklı görüşler, tek büyük gerçekliğin bir unsuru, bir yönü, bir özelliği haline gelir. O zaman ‘çokluk’ içindeki ‘birlik’, o anlamlı güzel yüzünü bize göstermeye başlar.

Böylece ayrılıklar içinde birliği keşfeder, damlaların birleşip nehirlere, nehirlerin denizlere doğru akıp durduğu gibi biz de, o büyük birliğe doğru coşku ile akabilir, kendimizi de o birliğe, bütün içtenliğimizle katabiliriz.

Birliği Deneyimleme

Birlik bilinci, insanın kendisi, çevresi ve varlıkla bütünleşmesi sonunda kazanılan bir bilinçtir. Resmin tamamına bakabilme, aynı anda resmin bütününü görebilme becerisidir. Resmin bütününü ise, ancak şu nitellikleri taşıyanlar görebilir.

Hakikat aşkı;
Holistik düşünebilme yeteneği;
Cesaret;
Tam bir esneklik;
Tam bir özgürlük;
Gerçeğe sadakat
Tek bir bakış açısına saplanıp kalmak, tek bir resme, tek bir manzaraya hep aynı açıdan, aynı pencereden bakmaya benzer. Ya da farklı manzaralara, aynı kısır, anlamsız, duygusuz bakışlarla bakmaya. Bazı insanların, her şeyden sıkılmasının sebebi budur.
Birkaç sene önce, iki arkadaşım birlikte İtalya’ya tatile gitmişlerdi. Yurda döndüklerinde, birinin anlatacak çok şeyi olduğu halde, diğerinin ağzını bıçak açmıyordu. Bunun nedenini, diğer arkadaşımdan öğrendim:
“Ben İtalya’nın birçok şehri yanında, Almanya’ya da gittim. Beş günde birçok şehri, oralardaki kültür ve sanat merkezlerini ziyaret ettiğim halde, bütün ısrarlarıma rağmen arkadaşımı kaldığımız otelin dışına adım atmaya ikna edemedim. Gerekçesi ise; bütün şehirler aynı, bütün sokaklar birbirinin benzeriymiş, boşu boşuna yorulmaya ne gerek varmış!? Sonuç olarak biri, kendi dünyasına çok zengin bir dünya katmayı başarmış olarak dönerken, diğeri ise, küçük bir otel odasına kendini hapsetmiş, kendi öznel dünyasına hiçbir değer katamamış olarak eski dünyasıyla gitmiş, yine eski dünyasıyla dönmüştü.
Birlik bilincinin yolcusu, bir belde, bir ülkeye, hatta bir gezegene bile razı olmaz. O, bir evren vatandaşıdır. Ayrılık bilincinin yolcusu ise, bir yer/yörenin, bir ev, bir oda, bir hücrenin yalnız mahkumu.
Birlik bilinci, bir birlik algısıdır. Hakikatin tamamını kucaklamak, onun her zerresinden her zerresine bakmak, nokta nokta hakikati yaşamak, onunla dolmak, o olmaktır.
Cansız evrende tek tek atom, canlı evrende her bir canlı olmak; o bilinçle evrene bakmak, o bilinçle varolmak.
İnsanlık dünyasında, her insanın ayakkabıları içinde dolaşmak; haklının, haksızın, katilin maktulün, velinin, delinin, akıllının, aptalın yerinde, rolünde kendini görmek. Onca insanın aklı ile düşünmek, gözü ile bakmak, kalbiyle hissetmek.
Aynı zamanda bunların tamamı olmak.
İşte bir ve bütün olmak, hakikat olmak budur. Böyle tam bir birlik bilincinin tek sahibi var: Tanrı. Hiç kimse, böyle tam bir birlik bilincine eremez; ama bütün bu sahip olmadıklarına sahip olduğuna inandığı yüce varlığa saygı ve inancı ölçüsünde, o birlik duygusunu az çok kendi içinde hissedip yaşantıya dönüştürebilir. Böyle öznel bir dünya kurabilir kendine. Bunun adı maneviyat sahibi olmaktır. Yani bizden daha büyük bir bütünün parçası olmak, bağımsız parça varlık düşüncesini aşarak büyük bütüne ulaşmak, o olmak için yola çıkmak. Bütün bilge inanların yaptığı gibi.
Dünya/yaşamla Bir Diyalog
Her sabah, gün ışığıyla birlikte doğan yeni bir dünya, yeni bir yaşam karşılar beni. Büyük bir saygı ile önümde eğilerek şöyle konuşur benimle:
- ‘İşte emrinde ve hizmetindeyim’.
Sorarım sessizce:

Tam ve bütün bir dünya olarak mı?
Evet, tam ve bütün bir dünya olarak.
Koşulun nedir?
Benimle doğru ilişki ve iletişim kurmanız.
Bu kadar basit mi?
Evet, bu kadar basit;ama sıradan değil.
Sıradan olmayan basitliği kazanmanın bir bedeli var mı?
Bedeli, ikinci defa doğmak.
İkinci defa doğmamızın ilk koşulu nedir?
Sizi yöneten bilinçdışı yüklerden kurtulmanız. Egondan, bütün kompleks ve çatışmalarınızdan özgürleşmeniz.
Bunlar mı, ikinci defa doğmamızı engelliyor?
Evet. Siz bunların egemenliği altında iken yaşamda karşılaştığınız her yeni veriyi, egemenliği altında olduğunuz karmaşaların doğrultusunda anlıyorsunuz. Yani anlamıyorsunuz.
Bunlardan nasıl kurtulabiliriz?
Belli bir yöntemi, formülü yok bunun. Ama gerçekten bunu istiyorsanız, kendi öznel yolunuzu kendiniz keşfedebilirsiniz. Önce, bakıp görmenizi engelleyen zihinsel yüklerinizden kurtulmanız gerekiyor.
Bazı yaşam ustaları bunlara ızgara, süzgeç adını veriyor. Zihinlerimizi, algılarımızı bozan ızgara ya da süzgeç nedir?
Izgara, dünyanızın nasıl olduğu hakkında oluşturduğunuz yanlış kanılarınız, korkularınız, zihinsel ve algısal kanallarınızı kapayan, donmuş bir yığın simge, imgeleriniz, bütün zihinsel kurkularınızdır.
Sadece, toplumda hazır bulduğumuz ‘bazı doğruları’ tek doğru olarak kabul ediyor, bunların dışında kalan bütün doğru ve bakış açılarını reddederek zihinlerimize ambargo mu uyguluyoruz?
Evet; farklı bakış açılarının ‘doğrularını’ hemen reddetmeden, onlara açık olmak, hakikatin, sizin henüz göremediğiniz bir yönünü gösterebilecekleri ihtimalini her zaman hesaba katmak, her bakışa, her bakışın sağladığı veriye değer vererek, zihinlerinizi gerçeğin tamamına açık tutmanız gerekir.
Yani bireysel zihinlerimizi, bakış açılarımızı, tüm insanlığın zihnine, hatta evrenin zihnine açmak gibi mi?
- Evet, bu, zihinlerinizi çarpıtan, bütün algı sınırlayıcılarından, bütün zihinsel filtrelerden özgürleştirerek, gerçeği doğrudan deneyimlemektir. Her insanın özünün aradığı hakikati, bakabilen, görebilen bütün gözlerle, bütün yönleri ile görüp hissedebilmek. Tam bilinç, tam bilinçlilik budur. Ben de, kendimi, gizimi, yalnız böyle bir bilinci taşıyanlara açabilir, yalnız onlarla bütün güzellik ve zenginliklerimi paylaşabilirim. İşte yalnız onların emrinde ve hizmetindeyim; her şeyimle yalnız onlarınım ben.

Açıkçası biraz da sormaya çekiniyorum; ama sormadan da kendimi alamıyorum. Sen gerçekten var mısın; yoksa bir illüzyon, bir hayal misin?
Aslında, benim gerçek mi, illüzyon mu olmam, sizin için o kadar önemli değil. Önemli olan sizin benim hakkımdaki düşünceleriniz. Zaten sizin asıl dünyanız ben değilim. Asıl dünyanız, yalnız sizin benim hakkımdaki düşüncelerinizdir. Siz yalnız kendi algılarınızın gerçek olup olmadığını tartışın, beni değil. Zaten sizin algılarınız doğru değilse, benim gerçek olup olmadığımı tartışmanızın da bir anlamı olmaz.
Gerçeği biz mi yapıyor, ya da biz mi yaratıyoruz?
Gerçek ya da illüzyonu, sizin zihinleriniz ya da bakış açılarınız yaratıyor. Bunu anlayamazsanız, beni de, kendinizi de anlayamaz ya da hep yanlış anlarsınız.
Ayrıca biz, birbirimize karşı korku ve güvensizliğimiz nedeniyle birbirimizi, birbirimizden korumak için bir de kurallardan oluşan ikinci bir dünya yarattık. Şimdi de bu kurallar, bizim başımızı ağrıtıyor, bizi hasta ediyor. Sorun çıkmasını önlemek için yarattığımız kurallar ise, şimdi bize karşı kendi bağımsızlıklarını ilan etmiş bulunuyor. Gerçi bu kurallar bizim bazı sorunlarımızı çözmüş ama, şimdi bu kuralların kendisi, bize kafa tutan, bize yabancı yapay ikinci bir dünya yaratmıştır.
Demek ki, kurallarınızı da, dünyanızı da sorun haline getiren sizsiniz. Aslında sorun olabilecek tek konu sizsiniz. Başka sorun aramayın. Çünkü bütün sorunları var eden, sizin, kendinizin kendinize sorun olmanızdır. O halde sorun da sizde, çözüm de sizdedir. Çünkü soru da siz, yanıt da sizsiniz.

Zihinsel Yüklerimiz

Birbirimizi doğru anlamanın önündeki en büyük engel, birbirimize karşı geçmişten bugüne biriktirdiğimiz zihinsel ve duygusal yüklerimizdir. Böyle durumlarda, bugünkü ilişkimize, bugünün değil, daha çok dün ile yarının duyguları hakim.
Zihnimize, ne yazık ki, zaman denen bir zorba el koydu. Bugünü yaşayamamamızın, şu anı algılayamamamızın asıl nedeni bu.
Sürekli psikolojik baskı altında bulunan bir zihin, nasıl açık, dürüst ve özgür olabilir; nasıl canlı, zinde kalabilir? Bunlar olmadan da, bir zihin nasıl objektif bakabilir?
Bu tür yüklerle kıvraklık ve duyarlılığını kaybetmiş zihinler, hakikati çarpıtmadan, nasıl olduğu gibi görüp, olduğu gibi algılayabilir?
Açıklık, nesnellik ve işlevselliğini böylesine kaybetmiş bir zihinle kabul ettiğim bir ‘gerçek’, ne kadar benim gerçeğim; benimsediğim bir görüş, ne kadar benim görüşüm; kazandığım bir inanç, ne kadar benim inancım olabilir?
Böyle bir zihinle geliştirdiğimiz bir ilişki, ne kadar içten bir ilişki; kuracağımız bir iletişim ne kadar dürüst ve güven veren bir iletişim olabilir?
Düşünce ve duygularımız, zamanın ipoteği altında iken, kuracağımız ilişki, hiçbir zaman ‘şimdi’ ve ‘burada’ bir ilişki; özden öze bir ilişki olamaz. Ancak egodan egoya bir ilişki olur.
İşte bu nedenle ilişkiler dünyamızın çoğu, gerçek değil, sanal. Bu doğruysa, kendi ellerimizle yaratıp başımıza bela ettiğimiz sanal bir dünyada boş yere mi gerçek acılar çekiyoruz biz?
Tepkilerimiz
Gerçek ya da sanal, biz dünyayı birlikte yaratıyoruz çoğu zaman. Nasıl mı? Birisi yanlış bir şey yapıyor. Biz o yanlışa yanlış bir tepki vermezsek, o yanlış, bir kişi ile sınırlı kalır. Sadece onu ilgilendirir. Ama verdiğimiz yanlış tepkilerle hem kendimizi, hem de davranışına tepki verdiğimiz kişi için çapı çok daha büyük olan olumsuz bir realite, olumsuz bir dünya yaratıyoruz. Çünkü önemli olan başımıza gelenler değil, onlara nasıl tepki verdiğimizdir. Oysa akıllıca tepkilerimizle acılarımızı neden düzeyinde ortadan kaldırabiliriz.
Öyle olaylar var ki, biz onları sorun yaptığımız için sorundur. O zaman dışımızdaki dünyada, insanlar ne yaparsa yapsın, biz sorun yapmadıkça sorun yoktur. Demek dışımdaki dünya ve insanlar sorun değil, sorun ‘benim bilinç düzeyim.
Dünyayı sonuç düzeyinde büyük bir güçle değiştirmeyi başarmış olsak bile, bunu kalıcı kılmaya gücümüz yetmeyecektir. O nedenle ancak neden düzeyinde bir değişim, sonuç düzeyinde kalıcı bir değişim sağlayabilir. Bu da tek güçle gerçekleştirilebilir: Bilinçlenmemizin gücü ile. Yalnız bilinçlenmenin gücü ile zihinsel ve duygusal yüklerimizle başa çıkabilir, o yüklerden tamamen kurtulabiliriz. Bilinçlenmenin yolu ise, zihnimizi tamamen tanımak ve anlamaktan geçiyor.
Bakış açılarımız ne olursa olsun, koşullanmış zihinlerimizin ürünü olan, gerçek ya da hakikat diye sarıldığımız zihinsel verilerimizin doğruluğundan nasıl bu kadar emin olabiliyoruz? Bu sorunun cevabını gerçekten merak ediyorsak, bunun için dikkat ve bakışlarımızı, zihnimizin ürettiği verilerden, bizzat bunların üretildiği tezgaha yani doğrudan zihnimizin kendisine çevirmemiz gerekiyor. Çünkü gözünüz bozuksa, nereden nasıl bakarsanız bakın, yanlış görmekten kurtulamayacağınız gibi, koşullu, çarpıtılmış bir zihinle de hangi perspektiften bakarsanız bakın, kendinizi algılama hatalarına düşmekten kurtaramazsınız. O nedenle zihni anlamadan, zihnin ürettiği şeylerin doğruluk-yanlışlığını tartışmak, hiçbir güvenilir sonuca götürmez bizi.
Zihnin ilginç bir yapısı var. Zihin yalnız bir şeyler üretmiyor, o ürettiği şeylerle de kendisinin yeniden üretilip belirlenmesine izin veriyor. Bu da kısır bir döngü yaratıyor. Nasıl mı? Şöyle:
Önce kendini tanımayan, kendini anlamayan zihin, dış dünya tarafından koşullanıyor. Böyle koşullu ve bozuk bir zihin, bozuk ürünler üretmeye başlıyor. Bu bozuk ürünler geri besleme yoluyla yeniden kaynağa bir girdi olarak dönüyor. Bu da kaynağı biraz daha bozuyor; böylece daha da bozuk ürünler üretmesine yol açıyor. Bu ise, giderek bir kısır döngüye dönüşüyor.

Bozuk çıktı Bozuk girdi
Bozuk girdi Bozuk çıktı

Zihin, kendi yaratısı olan ürüne değil, doğrudan kaynağa, yani kendi kendisine odaklanmadan, içine sürüklendiği bu kısır döngü girdabından kurtulamaz. O, ürününü değil, kendi kendisini gözlemlemeye başlarsa, kendini, kendi ürünlerini anlayarak kendini aşar. O zaman yargılayan zihin olmaktan çıkar, algılayan, anlayan zihin haline gelir.
Koşullanmayı kaldırmak için zihni, kendi ürünleri ile belirlenen zihin olmaktan kurtarıp kendini keşfeden zihne dönüştürmek gerekir.
İşte, gerçek zihniyet devrimi budur. Gerçek zihin eğitimi de budur.
Yargılayan değil, yalnız algılayan bir zihin, zihnin ürünlerini kavga konusu yapmaz. Yalnız ürüne değil, ürünle birlikte ürünün üretildiği tezgaha aynı anda bakabildiği için, öyle bir anlayış düzeyine yükselir ki, bu sayede o, kendi yargılarının tutsağı olmaktan kurtulur, her şeyi olduğu gibi gören, her şeyi olduğu gibi algılayan yani, sadece ‘olanı’ gören, sadece olguları ‘bilen’, özgür ve aşkın yüksek bir bilince dönüşür.
Böyle bir bilinç, ego yaratmadığı gibi, egonun yani kendi ürünlerinin kendisi üzerindeki etkisini de tamamen ortadan kaldırır. İşte yalnız böyle bir yapı kazanan bir zihin tam bir sükunete kavuşur. Bütün çarpıtma ve önyargılardan kurtulur, kendini bilen bir zihin haline gelir. Kendini bilen bir zihin, artık yargılamayan, yalnız algılayan bir zihindir. Yani anlayan bir zihin. Anlayan ise yargılamaz. İşte yalnız böyle bir zihin ‘olanı’, yani hakikati görebilir.
Yazan
Bu makaleden alıntı yapmak için alıntı yapılan yazıya aşağıdaki ibare eklenmelidir:
""Biz Bilinci" ile İletişim" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Uzm.Psk.Bilge ÇAPOĞLU'e aittir ve makale, yazarı tarafından TavsiyeEdiyorum.com (http://www.tavsiyeediyorum.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.
Bu ibare eklenmek şartıyla, makaleden Fikir ve Sanat Eserleri Kanununa uygun kısa alıntılar yapılabilir, ancak Uzm.Psk.Bilge ÇAPOĞLU'nun izni olmaksızın makalenin tamamı başka bir mecraya kopyalanamaz veya başka yerde yayınlanamaz.
     1 Beğeni    
Facebook'ta paylaş Twitter'da paylaş Linkin'de paylaş Pinterest'de paylaş Epostayla Paylaş
Yazan Uzman
Bilge ÇAPOĞLU Fotoğraf
Uzm.Psk.Bilge ÇAPOĞLU
İstanbul
Uzman Psikolog
TavsiyeEdiyorum.com Üyesi48 kez tavsiye edildiİş Adresi Kayıtlı
Makale Kütüphanemizden
İlgili Makaleler Uzm.Psk.Bilge ÇAPOĞLU'nun Makaleleri
► Evlilik Bilinci Psk.Namık ACAR
► Mahremiyet Bilinci Psk.Erol AKDAĞ
► Çocukta Sorumluluk Bilinci Psk.Hatice ÇETİNKAYA ŞAHİN
TavsiyeEdiyorum.com Bilimsel Makaleler Kütüphanemizdeki 19,980 uzman makalesi arasında '"Biz Bilinci" ile İletişim' başlığıyla benzeşen toplam 18 makaleden bu yazıyla en ilgili görülenleri yukarıda listelenmiştir.
► Panik Atak ve Emdr Haziran 2014
► Ego ve Terapi Nisan 2014
► Kendimiz Olmak Nisan 2014
► Yardım Etmenin Düzenleri Aralık 2013
► Eşim Beni Hiç Anlamıyor Ağustos 2013
Sitemizde yer alan döküman ve yazılar uzman üyelerimiz tarafından hazırlanmış ve pek çoğu bilimsel düzeyde yapılmış çalışmalar olduğundan güvenilir mahiyette eserlerdir. Bununla birlikte TavsiyeEdiyorum.com sitesi ve çalışma sahipleri, yazıların içerdiği bilgilerin güvenilirliği veya güncelliği konusunda hukuki bir güvence vermezler. Sitemizde yayınlanan yazılar bilgi amaçlı kaleme alınmış ve profesyonellere yönelik olarak hazırlanmıştır. Site ziyaretçilerimizin o meslekle ilgili bir uzmanla görüşmeden, yazı içindeki bilgileri kendi başlarına kullanmamaları gerekmektedir. Yazıların telif hakkı tamamen yazarlarına aittir, eserler sahiplerinin muvaffakatı olmadan hiçbir suretle çoğaltılamaz, başka bir yerde kullanılamaz, kopyala yapıştır yöntemiyle başka mecralara aktarılamaz. Sitemizde yer alan herhangi bir yazı başkasına ait telif haklarını ihlal ediyor, intihal içeriyor veya yazarın mensubu bulunduğu mesleğin meslek için etik kurallarına aykırılıklar taşıyorsa, yazının kaldırılabilmesi için site yönetimimize bilgi verilmelidir.


04:08
Top